27 Ocak 2024

Gaye Erkan > 10 milyon çalışan kadın

Anasıydı, babasıydı, tokat atmaydı, işlere karışmaydı, kovmalardı… Tüm bunları sakince bir kenara koyalım, büyük resimden çıkalım ve sadece şu konuya odaklanalım: Merkez Bankası Başkanı, emzirme döneminde olduğundan bebeği yanında olsun şartı koşuyor, bakıcılara değil ailesine teslim etmek istiyor, bankada özel bir düzen kuruluyor. Vallahi ben "helal olsun" dedim. Siz? "Tabii yaaa, kadın emziriyormuş, o zaman olur" mu dediniz? Peki, biz neyiz, pardon? Türkiye'de çalışan milyonlarca anneye sesleniyorum, çocuğunuzu alın ve çalıştığınız kuruma gidin. Karşı çıkan, kızan, söylenen olursa elinizde tapu gibi emsal karar var

Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan'ın emzirdiği bebeğine, anne ve babası bakıyormuş. Buraya kadar şaşılacak hiçbir şey yok. Ama çalıştığı bankada bakıyorlarmış. Bu acayip.

Bebek için oda, yemek için özel mutfak hazırlanmış! Bu da çok acayip.

Baba işlere karışıyormuş. Bu çok ama çok daha acayip.

Bir saniye; yani Erkan, dilediği saatte, mesela ağlama sesini duyduğu, özlediği, sarılmak, konuşmak istediği her anda, bebeğini görebiliyor mu?

Türkiye gerçekten çok yorucu bir ülke. Bir gün geçmiyor ki, içimizdeki adalet duygusu zedelenmesin. Bir gün yok ki, bir kayırma, iltimas, torpil hikâyesi kalbimizi kırmasın. Siz, Hafize Gaye Erkan'ın bebeğinin iyiliği için çalıştığı kurumda özel bir düzen kurdurması iddialarına nasıl baktınız? Fark etmediyseniz eğer, sosyal medyaya bakmanızı öneririm. Bir anne şöyle yorum yazmış bir gönderinin altına: "Gaye Hanım benden daha önemli bir anne, bebeği benimkinden çok daha kıymetli bir yavru demek ki." O kadar haklı ki…

El classico; bi' erkek yorumu da gelsin: "Bu kadar kritik bir göreve yeni doğum yapmış bir kadını getirirseniz olacağı budur!" Bu da hadsiz, affedersin.

Bu şartını ortaya koyabilen Erkan'ı tebrik ederim, şahane bir formül. Peki, biz fanilerde çalışır mı? Hiç deneyen oldu mu? İşyerinde kreş olayını çok hayal etmiştim ben. Yılmaz Erdoğan'ın dediği gibi hayalde tasarruf olmaz sonuçta, değil mi?

Türkiye'de ailenin ne kadar önemli, anneliğin ne kadar ulvi bir şey olduğu vs. vs. klişelerini hep erkeklerden duyarız. Çalışan kadınların bunu dile getirme meselesi çok sorunludur. Çünkü çalışma hayatındaki anneler için zerre kadar eşitlik, adalet kavramları çalışmaz. Birkaç "iyi erkek yönetici" hikâyesi kulaktan kulağa dolaşır ama genel resim asla değişmez.

Oysa annelik yaşam içinde bir kesit... Ve bir kadının yaşamının bu kesitten ibaret olduğunu sanmak elbette son derece çağdışı… Ancak çok küçük bir kesime göre elbette, çoğunluk aynı tas aynı hamam. "Ben o küçük kesimdeyim" diyen erkeklere soralım o halde: Babalık da bir erkeğin yaşamının tamamı kabul edilsin, annelerle aynı kefeye koyulmaya- aynı muameleyi görmeye- aynı beklentileri karşılamaya var mısınız? Yoksunuz tabii… Sadece siz değil, kadınların çoğu da yok, bundan da emin olalım.

Annelik ideolojisi, kadını kadın olmaktan öte bir yere koyar. Annelikten öte bir kimliğin söz konusu olmadığını varsayan bir ideoloji bu. Bu kesitin içinde kalsın ya da kalmasın, dünyanın hâlâ tamamına yakını – kesin yine İsveç hariçtir, buna bakmak lazım- çocuğu anne dünyaya getirdiğinden, çocuğun tüm bakımını, evin tüm işleyişini doğrudan anneye ithaf ediyor. Çocuğu emzirmen gerekiyor, o yüzden evde kalmalısın. Çocuğa bakman gerekiyor, o yüzden evde kalmalısın. Çocuğun her ama her ihtiyacıyla önce senin ilgilenmen gerekiyor, o yüzden ya evde kalmalı ya da iş hayatını eve göre dengelemelisin. Olay tam burada "anne olmayı her şeyin üzerinde tutan" kadından yani anne ideolojisinden çıkıyor ve ataerkil-kapitalist ideolojinin dayatmasına dönüyor. Hâlâ çocuğunun bakımını başkalarına devreden kadınların "başarısız" sayıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Çocuğu parkta ağladığında "ilgilenmesi için eşine seslenen" bir annenin arkasından "ilgisiz, beceriksiz" dendiğini gördü bu gözler.

Bu annelik mitleri nasıl aşılır? Büyük savaş vermek lazım. Çokça direnç göstermek… Evdeysen sorun yok, bakıyorsun çocuğuna. Peki ya tam zamanlı istihdamın içindeysen? "Annelik ideolojisi"nin gereklerini yerine getirmene imkan yok. Sanıyorlar yani. Çalışan annelik, ihmalli -bol özürlü- çokça bahaneli belki, ama elbette mükemmele yakın bir şekilde yürüyor. Çalışan kadınlara anneliği üzerinden b.k atanlar, b.k yiyebilir bence. Sinkaflı konuşma iyidir. Küfür severim ben. Bazen o yere, başka bir kelime koyamıyorsun sonuçta. Hazırda cuk diye oturanı varken, dolanmaya gerek yok.

Peki, gelelim asıl konuya. Şimdi kadın kadının düşmandır işte, bunlar asıl birbirini yiyor klişesini aklınıza getirmeniz riskini göze alarak soruyorum: Hafize Gaye Erkan'a sağlanan ayrıcalığın binde biri bugün Türkiye'de çalışan kadınların kaçına tanınmıştır acaba? Emzirmek için bir kadının yerinden kalkıp yan odaya geçmesi tasarrufsuz hayal bile olamaz. Aylarca evle-ofisler arasında biberonlar taşınır. "Çocuğu oldu, bitti kariyeri" demesinler diye, erken çıkmak, işleri yarım bırakmak, çalan telefonu açmamak gibi lüksler söz konusu olamaz.

Peki, Gaye Hanım'a gözlerimizi dikmemiz normal değil mi şimdi?

Bırakın bebeğiyle işe gelmeyi, anne olduğu için görünmez bariyerlerle hayat boyu mücadele etmek için savaşan kadınlar dünyası burası. Biz bu düzende -anne ol ya da ya olma- tüm çalışan kadınlar bir kere değil, iki kere, beş kere, on kere ne savaşlar kazandık, kazanıyoruz. Neye karşı kazandığımızı da çok iyi biliyoruz. Bağzı cinsler, anlamamakta direnmeye devam etsinler.

Bu ataerkil bakış açısı, sadece anne olan değil, çocuksuz kadınların, evlenmeyen kadınların, evli olmayan annelerin önünde hep engel. Niye? Çünkü kendi hayatlarımızın kontrolünü sağlamamız için fazladan, ama çok fazladan uğraşmamız gerekiyor.

Şimdi aramızdan biri çıkmış ve çocuğum da benimle gelecek demiş, çok mu? Hâlâ bebeklerimize nasıl bakacağımıza basit bir çare bulamayan bu abuk düzene müstahak!

Aman dışlanmayalım, aman eleştirilmeyelim, aman anneliğim kimsenin gözüne batmasın diye bu düzensizliğe, bu vicdansızlıklara göz yummak, uyum sağlamak zorundayız. Sürekli fazladan bir fedakârlık, sürekli aslında eve bir an önce gidip çocuklarımıza bakmak zorunda değilmişiz gibi bir saklanma hâli, çocuğumuza olan özlemden kıvransak da hisleri gizleme çabası, durmadan iki arada bir derede yaşamak zorunda bırakılmamız…

Anneliğe adanmış bir hayat ile çalışmaya-üretmeye-bir işe yaramaya adanmış bir hayatı dengelemeye çalışmanın bitmeyen uğraşı… Yoksa hep "kaybeden" olmaya mahkûmuz.

Mahkûm muyuz gerçekten?

İsveç'e de baktım. Kadınların yüzde 83'ü çalışma hayatının içerisinde…

Türkiye ise yüzde 30 kadın istihdam oranıyla sıralamanın en düşük yerlerinde... 10 milyon çalışan kadın var, 3.2 milyonunun ise 15 yaş altı küçük çocuğu var. En az 1,5 milyon çalışan kadın, çocuğunun bakımı için kreş, bakıcı, aile desteği almıyor. Yani; çocuğunu evde tek başına bırakıp işe git bize ne, yanıtı veren sistem ile yüz yüze en az 1.5 milyon kadın…

Türkiye'de evle ve çocukla ilgili işlerin yüzde 95 ve üstü oranlarda hâlâ sadece ve sadece kadınlara bağlı. Eğitiminiz, kariyeriniz, mevkiiniz ne olursa olsun… Çalışan annelerin çok büyük bir bölümünde suçluluk duygusu hakim. Çocuklarıyla geçirdikleri zamanın yetersiz kaldığını düşündükleri için... Erkeklerde böyle bir suçluluk duygusu hakim değil, gerek de yok, iyi ve doğru bir noktadalar zira!

Üstüne tıp dünyası annelere mutlaka emzirin diyor. Türkiye'de çalışmayan annelerin yüzde 92'si bebeklerini en az dört öğün, günün istediği saatinde emzirebiliyor. Çalışan annelerin ise yüzde 66'sı akşam saatlerinde emzirebiliyor. Gaye Hanım çalışan bir anne olarak, çalışmayan anne kadar emzirebiliyor yani bebeğini. Hemcinslerinin ise bırak emzirmeyi, süt sağacak yeri bile yok, tuvaletlerde pompa ile süt sağan çoook anne gördüm ben. Oysa işyeri kreşleri, emzirme odaları, dünya kadar çözüm var.

Peki, tüm bunların üstesinden gelebilecek kadar gelişemedik mi hâlâ? Hayır.

Çalışan bir anne hâlâ sadece kendi çabasıyla bebeğiyle ilgili çareler bulabiliyor.

İşte bu yüzden Gaye Hanım da çareyi kendi başına bulmak zorunda kalmış. Herkes bir yolunu bulur -ya da bulmaya uğraşır- bu bir Türkiye gerçeğidir, yoksa "kaybeden" olmaya mahkûmsunuzdur. Bu yüzden kendisini, bebeğinin çıkarını bir yolunu bulup sağlayabildiği için, özelinde tebrik ediyor, genelinde aynı özen başka hiçbir kadına sağlanmadığı için bu ayrıcalığı tasvip etmiyorum. Eşitlik bu değil. Adaletsizlik bu.

Sonra İsveç niye dünyanın en refah, en mutlu ülkesi? Çünkü belli ki İsveç'teki kadınlar -çocuklu ya da çocuksuz-  çalışma hayatının neredeyse tam kadro içerisinde ve Gaye Hanım konforuna sahip…

Bizler de kendimizi suçlamaktan, sessiz kalıp uyum sağlamaya çalışmaktan vazgeçelim. Alın bebeklerinizi kucağınıza, işe gidin. Bundan daha iyi bir cevap düşünemedim bu mevzuya. Çare sunulmuyorsa, çoğunlukla ilk aklına gelen en iyi çaredir.

Ama fevkalade güzel de olmaz mı?

Hakkımız olanları alana kadar mücadeleye devam. Olacak.

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.

Yazarın Diğer Yazıları

Sen saçmalamıyorsun, biz nankörüz!

Üslup, Latincedeki "kazık, ucu sivri kalem" anlamına gelen stilus kelimesinden türemiş. Yani daha kökeninde hayır yok. Peki, bize kürsüden bangır bangır söylenen, kalbimize hançer gibi saplanan onca sözün genel bir üslup sorunu olduğunu söyleyen iletişim bilimciler mi haklı, yoksa her sözün kasıtlı, siyasetin de bir din olduğunu savunan siyaset bilimciler mi?

Asıl siz kimsiniz?

Kızıl Goncalar'ı "örtmenim bu dizi beni rahatsız ediyoo" diye RTÜK'e şikayet edenlere teessüf ederim. Çünkü bir şeyin üzerinden konuşunca, o şeyi konuşmuş olmuyoruz. Yani tarikatları konuşacaksak açık açık tarikatları konuşalım, Kızıl Goncalar üzerinden konuşunca olmuyor

Şimdi değilse ne zaman, biz değilsek kim?

Türkiye umudu tükenen, iyi bir hayat beklentisi giderek düşen bir ülke. Evet, işler yolunda gitmiyor, evet değiştirmemiz gereken bir sürü "şey" var, ve evet gücümüz yetmiyor. Yine de; bir kez daha ve çok inanarak o "şey"e şans versek olmaz mı? O şey ne mi? Tabii ki umut, her zaman umut!