10 Şubat 2024

Sen saçmalamıyorsun, biz nankörüz!

Üslup, Latincedeki "kazık, ucu sivri kalem" anlamına gelen stilus kelimesinden türemiş. Yani daha kökeninde hayır yok. Peki, bize kürsüden bangır bangır söylenen, kalbimize hançer gibi saplanan onca sözün genel bir üslup sorunu olduğunu söyleyen iletişim bilimciler mi haklı, yoksa her sözün kasıtlı, siyasetin de bir din olduğunu savunan siyaset bilimciler mi?

Konuşma organlarımız doğuştan geliyor ve bir engel yoksa tüm insanlar konuşur. Elbette hepimiz etkili konuşmacılar değiliz. Bazılarımız dile hakim değil, bazılarımızın düşünceleri dağınık –ya da yok, bazılarımız yetersiz bir eğitimden geliyoruz ya da sosyal becerilerimizi geliştiremedik. Biz düşman değiliz, güzellikle konuşabiliriz deyince de suratına uzaylıymışsın gibi bakan bir kitle var. Ama nereden bakarsak bakalım; dev bir etki-tepki meselemiz var. İnsanlar sokakta birbirini boğazlayacak öfkeyle, el bombası gibi dolaşıyor, sürekli bir kavga/kıyamet. Ama kürsüden siyasetçiler "saçmalama özgürlüklerini" kullanarak adeta yüzümüze tükürüyor, onlara tık yok. Niye yok, çünkü "biz böyle insanlar değiliz, bizimle böyle konuşamazsın" diyecek halimiz yok.

Üniversite öğrencilerine sormuşlar: Konuşurken kendini yeterli hissediyor musun? Çoğu hayır demiş. Kim gibi mesela diye sormuşlar: Biri "konuşurken acayip saçmalıyorum, tam bir siyasetçi gibiyim" demesin mi! Bu yoruma alınganlık gösterecek siyasetçi aranıyor! Aralarında "Yıldız Tilbe'ye benziyorum" diyen de olmuş. Yakışıksız bir benzetme. Yıldız saçmalamaz, "Kötüye bir şey olmayacak diye, Allah belanı vermeyecek mi sanıyorsun?" sözü, bir ömür hepimize yeter. Bir başka öğrenci de, araştırma yapan ekibe "Game Of Thrones'taki Hodor gibiyim" demiş. Hani yerlere göklere sığmayan fiziğine rağmen zekası düşük Hodor var ya, o. Allah iyiliğini versin; Hodor, Hodor demekten başka bir şey bilmiyor ayol… Yani kahraman gibi hissediyorsun yürürken, herkes sana vayyy diyor geçerken, ama ağzını açtığında kimse ne dediğini anlamıyor. Öyle misin gerçekten? Yalnız değilsin. Siyasetçi olabilirsin.

Hodor'un konuşma sorununun nörolojideki adı; ifade afazisi. Afazi de araz demek; beyin hasarı yüzünden konuşma dilinde görülen alametler, belirtiler anlamında. Kısıtlı konuşma bozukluğu çok tanıdık ama Hodor'unki tek kelimelik olduğundan ileri derece. Diziden sonra "boş boş konuşma" yerine "Hodor hodor konuşma" esprisi de buradan çıkmıştı işte. Ayıp olmuş, arka planda yatan bir hastalık var nihayetinde.

Eğer konuşma bozukluğundan kaynaklanmıyorsa, yani bir sendrom veya hastalık yoksa ortada, herkes boş konuşabilir, kilitlenebilir, saçmalayabilir. Ve hatta pot kırabilir, gaf yapabiliriz. Hangimiz milyon defa yapmadık ki? "Siyasetçiysen her lafında dikkatli olacaksın kardeşim" argümanı da çok ütopik, çok komik. Siyasetçiler uzaylı mı, robot mu, mümkün mü böyle bir şey?

Oysa saçmalamak, bilim dünyasının en büyük özgürlük alanı. Bakınız bilim dedim, bu kelimenin altını çizelim. Ben gazeteci olarak saçmalama özgürlüğüne sahip değilim ama akademisyen kimliğimle istediğim kadar saçmalayabilirim mesela. Aynı insan, tek beyin, iki seçenek. Hangisini seçtiğimse çok açık değil mi? Bilimde bin kez saçmalayabilirsiniz ama bin birincisi tarihin gidişatını değiştirebilir. Kuantum fiziği… Tam olarak böyle çalışıyor. Einstein… Onun beyni de böyle çalışıyormuş. Bu özgürlüğü elinden alırsanız, düşünce gücü de duruyor. Sınırsa belli, başkasına zarar verme ihtimali doğduğu anda, saçmalama özgürlüğün bitiyor. Sosyal bilimlerde de benzer bir yaklaşım hakim. Tabii biz bunu saçmalamak olarak değil de özgür tartışma ortamı diye tarif edelim, havalı olsun. Herkesin aynı şeyi düşünmeye zorlandığı ortamların tehlikesi malum, yaşayarak tecrübe ediyoruz. O yüzden özgürlük en temel değer, isteyen istediği gibi konuşmalı, dinlenmeli. Zaten herkes aynı şeyleri söylerse, korkunç olmaz mı? Olmaz. Çünkü daha saçma olan bir şey daha var artık. O da herkesin aynı şeyi söylemesinin beklenmesi. Söyleyemiyorsa, susması gerektiğinin düşünülüyor olması. Bu saçmalığın artık ülkenin en normal şeyi olarak kabul edilmesi.

Bakınız deprem anması günü etrafında yaşananlara. "Oy vermediniz gelmedik", "ölüsü olmayan, villa sahibi olduk diyor", "kucağında bebeğinin cesediyle gelen baba 'devletimiz var olsun' dedi" ve daha bir sürü şey.  Hataylılar iktidar partisine oy verselerdi, böyle mahzun kalmazlardı, değil mi?..

Anlamak olası değil. Hele söz konusu olan yaşam ve ölüm çizgisinde kalmakla ilgiliyse. Enkazın içinden gelen çığlıkların arasında insanlar günlerce "devlet yok" diye bağırmadı mı? Bir sene geçmiş aradan gönül alınacağına neden yaşam ve ölüm çizgisinden çıkarıp, bu kez devlet ve devletsizlik çelişkisine itiyorlar insanları?

Neden böyle şeyler söylüyorlar?

Bizim siyasetçiler – sağdan soldan, durmadan bıkmadan, yorulmadan sıkılmadan- neden mütemadiyen saçmalıyor? Batıda, bilimde, çocukluk çağında, beyninin içinde, özel hayatında, canı isteyen herkese fazladan fazladan verilen saçmalama özgürlüğünden, siyasete de rant çıktı. Boş arsa sonuçta.

Gaf olur, stres, baskı, yoğunluk ve yorgunluk olabilir. İnsani. Arada herkesin hata yapma, boş konuşma, yanlış konuşma hakkı vardır. Korkuyorlardır. Bir seçim yaklaşıyor. Sandık telaşı. Söz konusu deprem olunca, ağır bir eleştiri bombardımanına maruz kalıyorlar, "nankörler" demeye çalışıyor olabilirler. Manipülasyon yapıyor, rakiplerini zıvanadan çıkarmak istiyor olabilirler. Bu üslubun, ahlaki, sosyal, psikolojik, siyasi binlerce nedeni var. 

Meramını anlatamamış olabilir o an, ne var yani?..

Şu var: Oy verdiği partinin siyasetçisine "saçmalama istersen" diyen kalmadı. İdeolojik bağımlılık öyle bir noktaya geldi ki, "karşı tarafa" hakaretin biri bin para ama "kendi tarafına" toz kondurmak söz konusu değil. "Baban ne kadar kaba, saygısız, düşüncesiz" desen, "de mi ya, beni de delirtiyor" deyip babasını "satabilecek" insanların, "siyasetçisine" laf edilirse içinden çıkan şeytandan karşısındakine alev püskürtmesi anormal abuk, anormal akıldışı değil mi? Avrupa Yakası'nda Burhan Altıntop'un söylediği gibi "Beni bulamazsın gülüm, ben aslında yoğum" sendromu. Ayıba "ayıp oldu" diyen yok. Hodora, hodor bile yok.

Türkiye siyasi tarihi hiçbir dönem yoğun bir katılıma sahne olmadı ama refleksler de hiç bu kadar zayıflamamıştı. Zaten siyasi katılım; siyasi yeterlilik anlamına gelmiyor malum. Çocuklar özgür tartışma ortamlarının içerisinde büyüseler, küçük yaşlardan itibaren ahlak, felsefe, siyaset öğrenseler böyle olmazdı. O zaman siyasetçilerin bizim değil, bizim siyasetçilerin üzerinde etkili olacağımızı bilirdik. Ama baksan Türkiye'de herkes bir siyaset düşünürü… Burada yazının başına dönelim, fikirlerimizi ifade etmekte ne kadar zayıf olduğumuz ortada- tam bir siyasetçi gibiyiz. Lisede mantık dersi alanlar bilecek: p ise q. Gerçekler acıdır. Bu çıkarımla hepimiz siyasetçiyiz, hepimiz saçmalıyoruz.

Temele inip genele soralım: Saçmalamayı neden bu kadar normal görüyoruz?

Ardında çok bilindik iki teori var: Andrew Heyword - Siyaset aslında dindir ve Carl Schmitt - Siyaset, dost - düşman ayrımıdır. Din tartışılmaz, hoca diyorsa bir bildiği vardır, değil mi? Siyaseti din gibi gören halkların, içinde bulunduğu sistemin tebası gibi davrandığı görülür. Öteki olan da düşmandır. Rakip olanı dışlamak, diz çöktürüp belini kırmak, yok saymak, yok etmek, bu siyasetin olağanıdır.

Kasti faul var. Dikkat.

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.

Yazarın Diğer Yazıları

Gaye Erkan > 10 milyon çalışan kadın

Anasıydı, babasıydı, tokat atmaydı, işlere karışmaydı, kovmalardı… Tüm bunları sakince bir kenara koyalım, büyük resimden çıkalım ve sadece şu konuya odaklanalım: Merkez Bankası Başkanı, emzirme döneminde olduğundan bebeği yanında olsun şartı koşuyor, bakıcılara değil ailesine teslim etmek istiyor, bankada özel bir düzen kuruluyor. Vallahi ben "helal olsun" dedim. Siz? "Tabii yaaa, kadın emziriyormuş, o zaman olur" mu dediniz? Peki, biz neyiz, pardon? Türkiye'de çalışan milyonlarca anneye sesleniyorum, çocuğunuzu alın ve çalıştığınız kuruma gidin. Karşı çıkan, kızan, söylenen olursa elinizde tapu gibi emsal karar var

Asıl siz kimsiniz?

Kızıl Goncalar'ı "örtmenim bu dizi beni rahatsız ediyoo" diye RTÜK'e şikayet edenlere teessüf ederim. Çünkü bir şeyin üzerinden konuşunca, o şeyi konuşmuş olmuyoruz. Yani tarikatları konuşacaksak açık açık tarikatları konuşalım, Kızıl Goncalar üzerinden konuşunca olmuyor

Şimdi değilse ne zaman, biz değilsek kim?

Türkiye umudu tükenen, iyi bir hayat beklentisi giderek düşen bir ülke. Evet, işler yolunda gitmiyor, evet değiştirmemiz gereken bir sürü "şey" var, ve evet gücümüz yetmiyor. Yine de; bir kez daha ve çok inanarak o "şey"e şans versek olmaz mı? O şey ne mi? Tabii ki umut, her zaman umut!