20 Ocak 2024

Asıl siz kimsiniz?

Kızıl Goncalar'ı "örtmenim bu dizi beni rahatsız ediyoo" diye RTÜK'e şikayet edenlere teessüf ederim. Çünkü bir şeyin üzerinden konuşunca, o şeyi konuşmuş olmuyoruz. Yani tarikatları konuşacaksak açık açık tarikatları konuşalım, Kızıl Goncalar üzerinden konuşunca olmuyor

Dikkat ettiniz mi, seküler kesim kendisi hakkında ne denilirse denilsin, nasıl gösterilirse gösterilsin, en fazla "oluyordur tabi böyle şeyler" diyor, geçiyor. Ama, dokunmayın bazı bağnazlara!.. Hele de ekranlar üzerinden... Bir kesimi de televizyona o kadar büyük anlamlar yüklüyor o kadar önemsiyor ki, "bir diziden kıyamet mi koptu yine?" diyenler asıl meseleyi kaçırıyor. Mesele ettikleri; o diziler esasen...Ve onları dikkatle dinleyenler! 

Başlamadan şunu söylemek isterim, Türkiye'de bazı "tanım"lar inanılmaz tehlikeli. Mesela aynı küme içerisinde yer almalarına rağmen asla aynı kümedeymiş gibi davranamayacağımız, tamamen farklı anlamlara gelen dindar, mutaassıp, muhafazakâr, tarikat, cemaat, dini topluluk, dernek, vakıf gibi tanımlar arasında incecik ayrımlar var. Yorulduk, bıktık. Bir yerde dindar diyorum, "yalnız o çok büyük bir küme, tam olarak kimi kastediyorsunuz" diyorlar. Muhafazakâr diyorum, "siyasi bir tanımlama mı yaptınız, açıklayın isterseniz" uyarısı alıyorum. Mutaassıp diyorum, "büyükanneniz hayatta mı, ne güzel" diyen oldu, bu kelimeyi anlayan insanların bile soyu tükeniyor. İsim vermeden "tarikat" diyorum, omuzlar sağlı sollu oynamaya başlıyor, cemaat dersem zaten yandım Allah, olay yerini terk edebilirim. Kime söylediğini açıkça söylemeden, söyle canım sen de diyorlar. Sebep? Bir yol yordam bulmaya çalışırken vazgeçiyorum bazen söylemekten. Ki çoğumuza da öyle oluyor. Çünkü tam olarak bunu yapıyorlar, var burada da gizli bir teori.

E, seküler ya da laik kesim dediğiniz zaman kimsenin kılı kıpırdamıyor ama? Bizim niye bir hassasiyetimiz, kırmızı çizgimiz, bir kümeciğimiz yok? Niye hiçbirimiz "tam olarak hangimize dedi, tam olarak kime taş geldi" diye kıvranmıyoruz? İşte tam burada büyük bir şey kaçırıyoruz. Ben de henüz ne kaçırdığımızı bilmiyorum. Ama hiçbir şey kaçırmasak da kesin bir şey kaçırıyoruz.  

Bu nedenle yazının temel konusu Kızıl Goncalar bir tarikat hikâyesine dayandığından, bundan gayri tarikat der geçerim. Yok, kümenin neresi, yok "bazı" tarikatlar mı deseydin, yok bunlar tarikatın tamamı değil, içindeki üç beş insan hikâyesi, vallahi umurumda değil. Zaten hangi kelimeyi nasıl kullanacağım diye düşünerek bir gün geçidim, siz de bir sayfa bu kafa karışıklığını okudunuz. Zaten bir şeyin "üzerinden" konuşunca, o şeyi konuşmuş olmuyoruz. Yani tarikatları konuşacaksak açık açık tarikatları konuşalım, Kızıl Goncalar üzerinden konuşunca olmuyor. Mesela haber kanallarında saatlerce tarikatlar hakkında neler anlatılıyor, ne belgeler gösteriliyor, ne yaşanmışlıklar konuşuluyor, hiç mi izlemiyorlar? Ama konu bir dizi olunca kıyamet kopuyor.

Ben iki haftadır Kızıl Goncalar'ı ve Özcan Deniz'i izlemeyi bekliyorum. Stres seviyem şu noktaya kadar belli olmuş olmalı! Şunu da araya sıkıştırayım: Özcan Deniz; derin duygular besliyorum sana karşı… Ama dizinin yayın yasağı var. Yetmemiş parasını verip kiraladıkları mekanlar bile iptal edilmiş. Sebep? Halkın milli ve manevi değerlerine bir şey olmuş. Ay ne olmuş ayol? RTÜK'e tarihi boyunca bu kadar şikayet gelmemiş. Kopan bir yaygara, çok ayıp bir yaygara.

Ben bu RTÜK şikayetlerine acayip şüpheyle bakan bir yerdeyim, onu da yeri gelmişken söyleyeyim. 112 Acil Servis kayıtlarını Sağlık Bakanlığı arada "gereksiz sorularınızla meşgul etmeyin" diyerek yayınlıyor, biliyorsunuz. "Sular niye kesik", "Otobana nasıl çıkılır" gibi sorular için arıyorlarmış acil çağrı hattını. Hadi hodri meydan! RTÜK kayıtlarını da yayınlayın. Vallahi ben çok merak ediyorum, ne gerekçeyle şikayet ediyorlar, neresini şikayet ediyorlar.  

Tabii merakım için RTÜK'ün beni dikkate almasını bekleyecek halim yok. Bir dakikada buldum yanıtı. WhatsApp gruplarında ve sosyal medyada RTÜK'ün telefon ve mail adreslerini paylaşarak, şu metnin her gün en az bir kez iletilmesi için kampanya yapmışlar: "Dindar kesimi gerici, zorba, şiddete meyilli gibi göstermekte olduğundan bu diziden şikayetçiyim ve yayından kaldırılmasını istiyorum." Yüzlerce paylaşım yapan hesap, "işlem tamam" yazan binlerce insan var. Belki diziyi izlemediler bile, bilmiyoruz. Peki, kopyala-yapıştır binlerce şikayeti hangi gerekçeyle dikkate aldı RTÜK? Bu da çok acayip.

Çok kişi isteyince oluyor, zaten biz dersek olur diye düşünüyorlar. Çok haklılar. Çünkü oluyor… Malumunuz Türk astronotun uzay yolculuğu başladı. Elalem uzaya gidiyor, uzaya! banalliğinde bir yorumla Kızıl Goncalar'ın yasağına konuyu bağlamayacağım elbette. Ama ekonomist Mahfi Eğilmez'in bu yolculuğun biletine devletimizin 55 milyon dolar ödemesine yaptığı yorum tam şu anda acayip işimize yarıyor: Bu kadar parayla başka neler yapılacağına bakarsanız, "alternatif maliyet" kavramını anlarsınız, diyor. Yani "RTÜK'e şikayet yağdırıyoruz, ya Allah bismillah" (ben demiyorum, aynen böyle yazılmış) diye günlerce uğraşacağınıza, bu iş için harcadığınız zamanda başka neler yapabileceğinize bakarsanız "alternatif zekâ"ya, muasır medeni bir günlük hayat ritüeline ulaşabilirsiniz, o zaman. Bence.

Bakın ben "dizi-sever"im. "Yasak-sever"den de nefret ederim. Zaten çok dizi izleyince paratoner gibi bir şey oluyorsunuz, kafanızda sürekli yıldırımlar çakıyor. Şiddetle tavsiye ederim, birbirimizi anlamak ve tanımak için sıfır çabayla en eğlenceli yol. Benim de beğenmediğim milyon tane mesele oluyor, üstelik şikayet metni yazıp öyle bir gerekçelendiririm ki, TV'yi kapatırsın, yaparım bunu. Yapıyor muyum, yapmıyorum. Niye? Çünkü manyak mıyım ben? Ya ben yanlış biliyorsam? Ya benim üstün sandığım fikirlerim, aslında son derece bayağıysa? Ya konuyu tamamen yanlış anladıysam? Ben bunu beğenmedim, bana ters diye de kimsenin işine, gücüne, fikrine, aklına dil uzatamam. Çok rahatsız oluyorsam kafamı öbür yana çeviririm, bitti gitti. Çevirsene kardeşim sen de kafanı öbür yana, bak elinde kumandan da var. Ama yok, "bazı şeylerin ilahi savunucusu" sanıyor kendisini ve hepimize birden "sen kimsin, bizim buralara dalıyorsun" diyor. Yahu asıl sen kimsin, senin oralar da neymiş?

Kızıl Goncalar yasağı, bir Türkiye klasiği haline gelmiş "Sen kimsin, kimsin sennn" mevzusudur. Diziyi yapanlara ve dolayısıyla biz izleyicilerine tam olarak böyle sesleniyorlar. Üstelik çok iyi bir hikâyeye, çok iyi bir oyunculuk dizilimine, çok iyi bir prodüksiyona kafayı taktılar. İzleyicileri olarak bizler de fena sayılmayız yani.. Dolayısıyla hakikaten asıl siz kimsiniz diye, biz bir soralım mı?

İletişim dünyasında "Muhafazakârlar, televizyona neden bu kadar hassas, neden özellikle dizilere bu kadar fazla anlam yüklüyorlar" sorusu zaman zaman soruluyor, araştırmalar yapılıyor. Yanıtı için yapılacak en yanlış yöntemlerden biri, o dünyaya yabancı kalan araştırmacıların ne dediğine bakmak. Doğrusu, o dünyayı iyi bilen, o dünyaya mensup muhafazakâr iletişim bilimcileri de dinlemek...  Zira makalelerine bakarsanız dini yaşamın en büyük tehdidi olarak televizyonları gördüklerini açık açık söylüyorlar. Onlara göre, "kültürel, toplumsal ve ahlaki değerler reytinge kurban ediliyor, toplumun değerleri çarpıtılıyor". Hatta şöyle diyorlar: "Meyvelerin bile insan sağlığına etkisi ölçülürken toplumumuzun dini tasavvurlarını ve hassasiyetlerini alt üst eden medyaya yönelik neden engelleme ve yasaklamalar çalıştırılmıyor?"

Bu dizilerin senaristleri işte bu dünyaya içeriden girip baktıkları için başarılı oluyor. Mesela dikkat ettiyseniz, Kızılcık Şerbeti hafiften kabak tadı vermeye başladı ama halen fire vermiyor. Diziye başörtü düşmanı öğretmen rolüyle başlayıp, dindar sevgili dizilimiyle devam eden Kıvılcım'ların evinde, televizyon başköşede. Kadınların nefes almak için bile erkek iznine tabi oldukları Pinko'ların evinde ise salonda tabii ki televizyon yok. Kaç kişinin yaşadığını, kaç odası olduğunu bir türlü sayamadığım malikanelerinde, minnak bir TV odası var, üç kişi zor sığar. Kızıl Goncalar'da henüz bir televizyon görmedim, bir iki bölüm izlesek göreceğiz var mı yok mu…  Ya nasip.

Biliyoruz ki bir kesim için televizyon; çoğunlukla yok sayılması, sık açılmaması, açılırsa zehir saçabileceğine inanılan bir kutu. TV'lerin insanların akıl ve düşüncelerini, kanaatlerini esir aldığını sananlar var. Bazı hocaların sosyal medyada söylediklerine inanamazsınız Kızıl Goncalar ile ilgili. Dizi, İslam dini düşmanıymış mesela. TV'lere de veryansın ediyor, açmayın, sosyal medyayı da kullanmayın diyor. Ama bu videosunun sonuna "Beni takip etmek için kanalıma abone olmayı unutmayın" uyarısı yayınlıyor! Ah pardon, hoca değil, hocanın öğrencileri yönetiyormuş hesabı. Yersen. Neresinden tutsan bir abukluk. 

Bunların hiçbirini yemeyelim.

Kuran kurslarını kötü gösteriyormuş, çünkü bir sahnede öğretmen, küçük bir kız çocuğuna yerinden izinsiz kalktı diye tokat attı. Salı günü Aile dizisinde bütün aile birbirini kesti, bu muammayı ne yapacağız? Ne yani, şiddet yok mu, hiçbir yerde mi yok? Yahu "Kuran kursunda cinsel istismar davası" haberleriyle dolu arşivler. Bu haberi yapana da milli değerlerimize saldırıyorsun desen, dünyanın en saçma şeyini söylemiş olmuyor musun? Ki onu da söylüyorsun.

Kız çocuklarının okula gönderilmemesi de konu ediliyormuş dizide, edilemezmiş. E gönderiyorlar mı? Yahu daha dün Milli Eğitim Bakanı "kız okullarını ayıralım" dedi, neden dedi, kim alkışladı? Doğru ya, kızlar okumasın demiyorlar, kızlar erkeklerle birlikte okumasın, diyorlar.

Gelecek bölümde 16 yaşındaki Zeynep gelinlik giyecek, değerlerimize saldırı varmış burada da. Bu değeriniz batsın inşallah. "Yok kız çocuklarını asla çocuk yaşta evlendirmez tarikatlar zaten, bir tane örnek bulamazsınız" Bunu söyleyebiliyorsanız, çok ayıp, çok günah.

Kızıl Goncalar'ı beğenmeyenler, bu diziye konu olan bazı münferit hikâyelerin gerçek olduğunu, gerçek olduğu kadar yanlış olduğunu biliyorlar diye ummak istiyorum ben. Çünkü buradaki sorun, yüzlerine vurulmasına dayanamıyorlar gibi duruyor.

Yaban Çilekleri İsveççe bir deyim. Bir sır, sığınacak bir yer, gizli bir cennet varsa, "Bu benim yaban çileğim" diyorlar. Kimseyle bu konuda konuşmuyorlar, gizli anıları ve başkalarıyla paylaşmadıkları hazineleri olarak koruyorlar.

Sizin de gizli tuttuğunuz her şey hazine değerinde, çilek tadında, cennet ferahlığında olsun.

Ayıpları, günahları, yanlışları gizli tutmaya çalışmadığınız bir ömür dilerim.

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sen saçmalamıyorsun, biz nankörüz!

Üslup, Latincedeki "kazık, ucu sivri kalem" anlamına gelen stilus kelimesinden türemiş. Yani daha kökeninde hayır yok. Peki, bize kürsüden bangır bangır söylenen, kalbimize hançer gibi saplanan onca sözün genel bir üslup sorunu olduğunu söyleyen iletişim bilimciler mi haklı, yoksa her sözün kasıtlı, siyasetin de bir din olduğunu savunan siyaset bilimciler mi?

Gaye Erkan > 10 milyon çalışan kadın

Anasıydı, babasıydı, tokat atmaydı, işlere karışmaydı, kovmalardı… Tüm bunları sakince bir kenara koyalım, büyük resimden çıkalım ve sadece şu konuya odaklanalım: Merkez Bankası Başkanı, emzirme döneminde olduğundan bebeği yanında olsun şartı koşuyor, bakıcılara değil ailesine teslim etmek istiyor, bankada özel bir düzen kuruluyor. Vallahi ben "helal olsun" dedim. Siz? "Tabii yaaa, kadın emziriyormuş, o zaman olur" mu dediniz? Peki, biz neyiz, pardon? Türkiye'de çalışan milyonlarca anneye sesleniyorum, çocuğunuzu alın ve çalıştığınız kuruma gidin. Karşı çıkan, kızan, söylenen olursa elinizde tapu gibi emsal karar var

Şimdi değilse ne zaman, biz değilsek kim?

Türkiye umudu tükenen, iyi bir hayat beklentisi giderek düşen bir ülke. Evet, işler yolunda gitmiyor, evet değiştirmemiz gereken bir sürü "şey" var, ve evet gücümüz yetmiyor. Yine de; bir kez daha ve çok inanarak o "şey"e şans versek olmaz mı? O şey ne mi? Tabii ki umut, her zaman umut!