16 Aralık 2023

Herkes suçlu ise hiç kimse suçlu değildir

Kötülük hep var, insanın koltuk arzusu, hırsı, beceriksizliği, rezilliği… Kötülüğü sıradanlaştıran şey, kötülüğün aslında son derece normal, sıradan insanlar tarafından yapılıyor olması. Hepimiz buradayız, görüyoruz, izliyoruz. Peki, ne yapıyoruz? Hiç. Allah'ın gazabı böyle olur işte!

Bir Mülkiyeli öğrenci, yaşlı bir kadını karşıdan karşıya geçirmek için koluna girmiş. Kadın sormuş ne okuyorsun diye, siyasal bilimler yanıtını alınca da şaşırmış: Yalancılığın okulu mu varmış? 

Siyasetçi deyince aklınıza hemen hangi kelimeler geliyor? Yalan, ikiyüzlülük, kavga, çıkar, entrika, hile… Kötülük yani… Türkiye'de ne zaman sokağa çıkıp sorsalar, bu kelimeler çıkıyormuş…. "İdolünüz kim, kimin gibi biri olmak isterseniz" sorusuna da sekmeden devlet yöneticilerini, siyasetçileri örnek gösteriyormuşuz. Listenin ilk sıralarında asla bilim insanları, filozoflar, sporcular olmuyor. Siyaset kötü, siyasetçiler ikiyüzlü ama ben de onlardan biri olmak istiyorum, çıkarımına ulaşmak mümkün o zaman. Bizi bu çelişkiler bitirdi. Allah iyiliğimizi versin.

 Saadet Partisi Milletvekili Hasan Bitmez, Meclis kürsüsünde AK Parti'ye yönelik sert bir konuşma yapıyordu, görüntüleri izlerseniz hiç teklemeden çatır çatır konuştuğunu görürsünüz. "Hepinizi saygıyla selamlıyorum" dediği son anda ise bir anda sesi önce yavaşladı, ardından aniden yere yığıldı. Ben duymadım, sanırım kayıtlardan duyabilen kimse yok ama meclis tutanaklarına göre AK Parti sıralarından "Allah'ın gazabı böyle olur işte" diye birkaç kez üst üste sesleniş olmuş. 

Kötülüğün resmi. Olur böyle şeyler. O meclis, neler gördü. Sadece genel kurul mu, meclis lokantasında bile sıra kavgası çıkarmışlıkları, birbirlerinin boğazına sarılmışlıkları var. Sırrı Süreyya Önder'in üzerine yürüyen vekile "Bırakın gelsin, bırakın gelsin, gel hele gel" videosu boşuna viral olmadı. TBMM'nin kavga kültürünü anlatan daha net bir sahne düşünemiyorum. Tutmayın küçük enişteleri. "TBMM'de yine yumruklar konuştu" kalıp manşetleriyle yaşıyoruz. 100 yılı aşkın bir meclis tarihimiz yokmuş da demokrasi kapısı dün açılmış gibi; bağırış çığırış tekme tokatlarla dolu, herkesin herkese parmak salladığı, küfürler duyulmasın diye yayın sesinin kısıldığı bir meclisimiz var. Rezalet. Kavga çıkarma görevini edinmiş vekillerimiz bile var. Belki parti liderlerinin bir şekilde gözüne girmek, "hiçbir yerde adım geçmiyor, bir malzeme vereyim, tanınmam lazım" güdüsüyle toplumun dikkatini çekmek istiyorlar belki. Ve çok iyi biliyorlar ki, biz memleketçe ünlü olmak isteyen herkesi ünlü yaparız.  

Peki, kavgalar en çok ne zaman çıkıyor? Siyasi çalışmalara göre, iktidarlarının sonlarına gelindiğini anladıkları zamanlarda koltuğu kaybetme korkusu vekillere her şeyi yaptırırmış, hırçınlaşır, asabileşirlermiş. Yanlış! Kaç seçim geçti en kötü kavgaların üzerinden… Şimdi de gözlerinin önünde yere yığılan siyasi rakibine "oh olsun" çığlıklarının atıldığı yere geldik. İnsanlıktan çıkışın, bu kadarı görülmedi. Pardon, çok gördük. Bin defa konuştuk, bin defa ayıpladık, o çatının altına girince içlerinden başka bir şey çıkıyor. Çünkü rakibi düşman olarak görüyoruz, genetiğimizde var. Psikolojik açıklaması da net: Hesap vermemeye eğilimi yüksek kişiler, hemen karşı suçlamaya girişir. Bunu mecliste nasıl yapıyorlar, ne yapıp edip kendilerine yönelik soruları savuşturmak için doğrudan koro halinde bağırmaya başlıyorlar. Hatırlayalım: Sen kimsin! Hatırlayalım: Biz senin geçmişini de biliriz! Hatırlayalım: Sus! Kes Sesini!

Türkiye'nin kendine has, kimselerle mukayese edilmeyecek derin bir çatışma ortamı yaşadığı çok açık. Burada anlaşılmaz olan sınıfsal çatışmaların öne çıkması gerekirken, partizanlığın hakimiyetinin bir türlü açıklanamıyor olması. O yüzden bize psikoloji bilimi yardımcı olabiliyor. Konu İbn Haldun'un Kabile Asabiyeti'ne kadar çıkar. İbh Haldun'a göre, herkes kendi kabilesine sonsuz bir bağlılık, sadakat içindedir, kendisinden olmayana da acımasız bir bakışı vardır. Ve bu kabile anlayışı insanda vicdan, insaf bırakmaz. Ve kabile öğretisi, eğitimin de temel desturudur. Kendini yeniden ve hiç durmadan üretmesi gerekir.

Kapalı zihniyet ortamında, kendi ortamını bile sorgulama hakları olmadığından, farklı olana saldırı vardır. Çalmayı, yalan söylemeyi, birini öldürmeyi aklına bile getirmeyen sıradan bir normal, otoritesi tarafından emredildiğinde bu işleri kolaylıkla yapılabilir hale gelebilir. Ne acı…

Dünyaya bir nedenden dolayı geldik: Hepimiz gerçeği arıyoruz. Elbette gerçek hepimiz için aynı değil, bir değil. Partiler, siyasetçiler, seçmenler de bir gerçekliğin peşinde. Birileri iktidar gerçeğini arıyor, birileri hayatta daha iyi yerlere gelmek, itibar sahibi olabilme gerçeğine erişmek istiyor, birileri de onlara yanaşıp kabul görme gerçekliğinin peşinde. Ve bakıyorsunuz, hepsi bir karbon kağıdından çoğaltılmış halde karşımıza çıkıyor. Hep aynı körlük, aynı kavgalar. Biliyoruz ki, bu körlük ailede başlıyor. Muhtemelen sevmediği birisi ölümle burun buruna geldiğinde ya da canını çok sıktığında "öl de kurtulalım" diye dua eden birilerini duyarak büyümüş "Allahın gazabı böyle olur işte" diye bağıran vekil. Ömür boyu içinde taşıdığı bu öfkenin, bu kötülüğün kökleri, bir koltukla ortaya çıkıyor olamaz. Eğitim çok önemli, çok önemli diye tepinenler bu yüzden çok yıprandı işte. Körlerin gözünü okullarda açacağını hayal ediyorlar. Müfredatlara o yüzden ağlıyorlar. Çok ağlarsınız daha.

Platon mağara benzetmesinde diyor ki, insanlar içine doğdukları o mağaradan bir türlü çıkamadıkları için ya tamamen körler ya da buğulu gözlerle bakıyorlar dünyaya. Hiç açılamıyor o gözler. Beyinler defolu. Sadece kendi inandığı ve duymak istediği sözlere açık kulakları. Başka bir şey duymaya, dinlemeye tahammülleri yok. İnandıkları otoriteyi de inanılmaz abartıyorlar, kendi benliklerinden daha fazla değer veriyorlar ve tabii sürüden ayrılırlar diye ödleri patlıyor. Oysa insan mağarasından çıkıp düşünebildiği, kendi gözleriyle iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırabildiği, kendi vicdanının sesini duyabildiği sürece insan… Değil mi? Değil!

Bir dönem eğitim sisteminde münazaralar çok etkiliydi. Şimdi değil, niye olsun ki? Ne düşünmeleri gerektiğini öğretmek daha kolay, farklı fikirleri dinleme becerisine sahip olmalarına ise zinhar gerek yok. Her sene bitmek tükenmez bir ısrarla insan iyi midir, kötü mü sorusunu ortaya koyarak, biz 12-13 yaşındaki çocukları iyiyi savunacaklar ve kötüyü savunacaklar diye iki gruba ayıran öğretmenlerimize selam ederim. Mesela bu konu bana iki kez geldi, ikisinde de tesadüfen insan kötüdür grubunda yer aldım, açık ara oy farkıyla kazandık. Çünkü insan kötüdürü savunmak -inanın bana- insan iyidiri savunmaktan çok ama çok daha kolaydır.

Thomas Hobbes, tarihin en önemli filozoflarından biri. Mesela "insan kötüdür, hatta insanlar birbirinin canavarıdır" diyor, ben münazaraya hazırlanırken hatim etmiştim oradan biliyorum, çok da hak veririm naçizane, yaşadıklarımdan öğrendiklerim var! Meşhur insan insanın kurdudur sözünün sahibi de o zaten. Kötülük bin yıldır var, insanın koltuk arzusu, hırsı, beceriksizliği, rezilliği… Kötülüğü sıradanlaştıran şey, kötülüğün aslında son derece normal, sıradan ve kötülük yapması beklenmeyen insanlar tarafından yapılıyor olması. Ahlak felsefesinde kötülüğün, niyetle ilgili olup olmadığı sorusuna birkaç farklı yaklaşım var. Ama örnekler hep Nazilere çıkıyor ve hep aynı yorum yapılıyor: Naziler de bizim gibi sıradan insanlardı, normal bir hayatları vardı, akıl sağlıkları da normaldi, peki nasıl oldu da böylesine büyük bir kabusu yaşattılar? Çünkü; bazı insanlar bazı insanları gereksiz görüyor. Bilinçaltında tabii ama eylemlerinin motivasyonunun temelinde de bu kabul var. Bir insana karşı aşırı iyi, yardımsever ve nezaket doluyken, başka birine karşı hınç, öfke, kin dolu olabiliyorlar.

Şimdi tekrar bakalım, o halde "Allahın gazabı böyle olur" diye bağıran vekil, aslında kürsüde kendilerini eleştiren diğer partinin vekilini gereksiz biri olarak mı görüyor? Filozoflara göre, aslında bir kişinin bir kötülüğü yapması ya da dilemesi, onu canavar biri yapmıyor, sadece kendisine verilen görevi yerine getirmeye çalışan bir zihin memuru olduğunu kanıtlıyor. Anlayacağımız dilde söyleyeyim; açık saçık kötülük işte. Bir de vaktiniz varsa Hasan Bitmez'in vefatını duyuran paylaşımlara bakın lütfen. Allah'ın gazabı işte, ilahi adalet gibi yorumlar var. Niye bakacaksanız, sakın bakmayın. Ben niye yazdım? Arendt meşhur Kötülüğün Sıradanlığı kitabında şöyle diyor: Herkes suçlu ise hiç kimse suçlu değildir. Bu yüzden.

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sen saçmalamıyorsun, biz nankörüz!

Üslup, Latincedeki "kazık, ucu sivri kalem" anlamına gelen stilus kelimesinden türemiş. Yani daha kökeninde hayır yok. Peki, bize kürsüden bangır bangır söylenen, kalbimize hançer gibi saplanan onca sözün genel bir üslup sorunu olduğunu söyleyen iletişim bilimciler mi haklı, yoksa her sözün kasıtlı, siyasetin de bir din olduğunu savunan siyaset bilimciler mi?

Gaye Erkan > 10 milyon çalışan kadın

Anasıydı, babasıydı, tokat atmaydı, işlere karışmaydı, kovmalardı… Tüm bunları sakince bir kenara koyalım, büyük resimden çıkalım ve sadece şu konuya odaklanalım: Merkez Bankası Başkanı, emzirme döneminde olduğundan bebeği yanında olsun şartı koşuyor, bakıcılara değil ailesine teslim etmek istiyor, bankada özel bir düzen kuruluyor. Vallahi ben "helal olsun" dedim. Siz? "Tabii yaaa, kadın emziriyormuş, o zaman olur" mu dediniz? Peki, biz neyiz, pardon? Türkiye'de çalışan milyonlarca anneye sesleniyorum, çocuğunuzu alın ve çalıştığınız kuruma gidin. Karşı çıkan, kızan, söylenen olursa elinizde tapu gibi emsal karar var

Asıl siz kimsiniz?

Kızıl Goncalar'ı "örtmenim bu dizi beni rahatsız ediyoo" diye RTÜK'e şikayet edenlere teessüf ederim. Çünkü bir şeyin üzerinden konuşunca, o şeyi konuşmuş olmuyoruz. Yani tarikatları konuşacaksak açık açık tarikatları konuşalım, Kızıl Goncalar üzerinden konuşunca olmuyor