22 Haziran 2025
Nihal Candan’ın ölümü, son yıllarda yaşanan en çarpıcı dikkat ekonomisi kayıplarından biri. Fenomen kültürünün görünmeyen bedeli: 23 kilo. Bu bir sağlık haberi değil. Bu, hep birlikte inşa ettiğimiz bir sistemin çöküş hikayesi. Instagram'da görünür olmanın hayatta kalma formülü haline gelişi… Kaybolmak için kendini küçültenlerin dünyası...
Hastane odasında, monitörlere bağlı bir hayalet gibi son görüntüsü paylaşıldı sosyal medyada. Tıklandı. Tıklandı. Tıklandı. Tıklandı. Ölümün, içerik değeri var. “Fenomen” dediğimiz insanlar, bizim merakımıza karşılıklar üreten, dikkatimize göre var olan ve beğenimiz kadar yaşayan insanlar. Ve Nihal, tam olarak bu düzenin içinde büyümüş, parlamış, yutulmuş bir karakter. Onun kaybı, bireysel bir trajedi değil; ekranların, algoritmaların, beğeni kültürünün resmi esasen. Çünkü Nihal’in ölümü, bugünün görünürlük rejimiyle kurulan hastalıklı ilişkinin buz gibi bir kanıtı. Bu noktada, bireysel tercihlerle toplumsal yapılar birbirine ekleniyor. Medya düzeniyle, sosyal medya algoritmalarıyla, kamuoyunun tüketim alışkanlıklarıyla örülü çok büyük bir sistemden söz ediyorum.
Ben Nihal ile cezaevi çıkışında bir röportajında denk gelmiştim, şöyle diyordu: Psikolojim o kadar bozuldu ve intihar etmek ile yüzleşemedim ki, orada yemek yemeyerek yok olmayı, küçülmeyi tercih ettim. Bana bu nedenle bu hikaye, zayıf ve güzel görünme meselesi gibi hiç gelmiyor ilk hastaneye düştüğünü öğrendiğimden beri. Yanılıyor olabilirim. Bilemem. Ben Nihal’i değil de, ablası Bahar’ı daha iyi tanıyorum. Görünürlük ekonomisini anlatırken, derslerimde videolarını göstermişliğim var. Akıllı kız, hepimizi trollüyor sanıyordum. Kim kimi trollüyor hikayenin sonunda anladık.
Fenomenlik, uzun süredir bir “ünlü olma hali” değil, bir tür görünür kalma stratejisi. Televizyonun arka planına itilmiş figürler, YouTube’da tutunamayan içerik üreticileri, Instagram’da algoritmaya yenilen mikro influencer’lar… Hepsinin ortak derdi aynı: Görünmez olma-mak. Çünkü görünmezlik, bu düzen içinde ölümden farksız. Sadece ekranda değil; sosyal medyada, magazin sayfalarında var olmak zorunda hissediyor kendilerini çoğu. Yoksa unutulacaklarından korkuyorlar. Ve bu korku, sadece psikolojik değil, ekonomik bir tehdit. Çünkü fenomen olmak, artık bir meslek değil; bütün varoluşunu dijital ortama göç ettirmiş bir yaşam biçimi. Ve bu yaşam biçiminin temel koşulu, daima “kısa kısa” izleniyor olmak. İzlenmek için bedenini dönüştüren, varlığını dikkatle takas eden bir kuşaktan bahsediyoruz. Filtrelerle oynanmış yüzler, planlı kadrajlar, hiç durmadan akan story’ler… Her şeyin bir görsel değeri var. Ama bu görsellik, içeriği değil, bedeni merkeze alıyor. Ve beden küçüldükçe, görüntü keskinleştikçe, kimlik kayboluyor. Ve sonunda geriye sadece izlenmiş, beğenilmiş ama asla gerçekten tanınmamış birileri kalıyor.
Bugünün dünyasında görünmek, sadece var olmanın değil; kabul edilmenin, kazanç sağlamanın ve sosyal bağ kurmanın da temel koşulu. Sosyal medya, bu görünürlüğü paraya çeviren, insanları gerçek meslekleri, uzmanlıkları, kimlikleri önemsizleştirerek, izlenme ve beğeni karşılığında tanınan birer markaya dönüştüren dev bir platformlar sistemine dönüştü. Fenomenlik dediğimiz şey, tam da bu yeni ekonomik modelin ürünü. Görünürlük artık bir meta. Dikkat, bir sermaye. Kim daha çok izleniyorsa, o daha değerli. Ne söylediğinizden çok, nasıl göründüğünüz önemli. Algoritmalar neyi öne çıkarıyorsa, siz de ona dönüşmek zorundasınız. Bu dönüşüm süreci ise tamamen görünürlüğe hizmet ediyor her yönüyle; bedenin, yüzün, sesin, hikayenin sürekli optimize edilmesi üzerine kurulu.
İnsanların özne olmaktan çıkıp tıklanan içeriğe dönüştüğü bir düzende, sağlıktan zihinsel bütünlüğe kadar her şey rehin alınıyor. Bu savaşın kurallarını biz koymuyoruz; platformlar, algoritmalar ve dikkat ekonomisinin acımasız dinamikleri belirliyor. Görünmez olan unutulur. Unutulan ise artık yok sayılır. Formül bu.
Ana akım medya da uzun zamandır “içerik” üretmiyor; dikkat üretiyor. Gündemi belirlemek, kamuoyunu bilgilendirmek ya da tartıştırmak gibi eski görevlerini çoktaaaaaaaaaan terk etti. Artık esas işimiz şu: “Kim konuşuluyor? Ne konuşuluyor” sorusuna en hızlı yanıtı verip, onu daha çok konuşturmak. Fenomen kültürü bu noktada medyanın eline altın yumurtlayan tavuk gibi geçti. Tanımadığı birini önce “parlatıyor”, sonra “skandal”larıyla sürüklüyor, en sonunda ise çöküşünü dramatize ediyor. Her aşama, tıklanabilir içerik.
Görünürlük ekonomisinin algoritmik doğası ile medyanın bu hız ve sirkülasyon takıntısı birleşince ortaya tuhaf bir sistem çıktı elbette: Medya da artık olayları haber yapmıyor, insanları hikayeye dönüştürüyor. Bu hikayeler üzerinde tepiniyor, ardından onların yaşadığı her insani çöküşü içerik gibi paketliyor. Bir insanın ruhsal çöküşü de kilo alması da sevgilisinden ayrılması da hatta ölümü bile reyting değerinde. Bu varsa trafik var.
Bu eko sistemde çok uzun süredir medyanın dilini belirleyen şey etik değil elbette, etkileşim. Artık bize değil; reytinglere, tık’lara, izlenme sayılarının diline hitap ediyorlar. Bugün görünür olmak, yalnızca kişisel tercihlerle açıklanamaz. Bu artık bir zorunluluk. Ve bu zorunluluğun kaynağı, yalnızca sosyal medya değil; bizi kuşatan politik, ekonomik ve kültürel yapıda gizli. Neoliberal düzen, her bireyi kendi “markası” olmaya zorlayan bir sistem kurdu. Artık hepimiz kendimizi pazarlamak, sürekli performans göstermek, dikkat çekmek ve ölçülebilir olmak zorundayız. Görünürlük bir itaat biçimi de bununla birlikte. Bedenin, davranışın, fikrin; hepsi sistemin denetimine açık hale geldi. “Kendin ol” derken aslında “sistem için optimize edilmiş” bir benlik inşa etmemizi bekliyorlar. Her şeyi ölçüyor, kategorize ediyor, puanlıyor. Beğenilme arzusu, hayatta kalmanın yeni biçimi. Bu düzen, yalnızca medyayı değil; eğitimi, sağlığı, aile ilişkilerini, kadın bedenini, gençliği – hepsini “görünürlükle” yönetiyor. Kim daha çok görünüyorsa, o daha çok temsil sahibi. Kim sistemin ekranına sığmıyorsa, o yok sayılıyor. Ve bu “görünürlük rejimi” sadece bireyleri değil, kamusal alanı da dönüştürüyor. Görünmemek, yok olmakla eşdeğer. Herkes sesini duyurmak zorunda hissediyor kendini.
Bu da yeni bir baskı türü: Gönüllü teşhir, zorunlu performans ve içselleştirilmiş otosansür.
Bütün bunlar bize şunu söylemeli aslında: Görünürlük, özgürlük falan değil, aksine bir kontrol biçimi. Dijital vitrinlerde izlenir ve takip edilir bir figür haline gelmek için verilen mücadele, aslında sistemin ideolojik kurgusuna teslim olma hali. Kimse seni bastırmıyor belki, ama sen gönüllü olarak kendini teşhir ediyorsun. Çünkü sana bu öğretildi: Göze görünmüyorsan, yoksun. 100 takipçin de olsa böyle, üç milyon da… Bu yüzden artık yalnızca beğenilmek için değil, var olmak, itiraz etmek, hatta direniş göstermek için bile görünür olmak zorundayız. Bir siyasi olay yaşandığında herkesin peş peşe story paylaşmasının nedeni bu: sessiz kalmak silinmek demek. Tepki bile algoritmik hale geldi. Görünürsen varsın; yoksa, hiç olmamış sayılıyorsun.
Görünürlük rejimi, yalnızca bireylerin tercihlerinden ya da medya manşetlerinden ibaret değil. Bu, kolektif olarak inşa ettiğimiz ve hep birlikte sürdürdüğümüz bir sistem. Herkesin parmağı var: izleyenin de, içeriği üretenin de, platformları yönetenin de, kurumların da…
Sistem, bu rejimi ne destekliyor ne de sınırlıyor. Görünürlüğün yarattığı ekonomik döngüyü severek izliyor ama ortaya çıkan ruhsal ve toplumsal yıkım karşısında kılını kıpırdatmıyor. Dijital alanlarda çocukların, gençlerin, kadınların, kırılgan bireylerin neye maruz kaldığına dair neredeyse hiçbir düzenleme yok. Kimi zaman bu görünürlük, linçe dönüşüyor; kimi zaman teşhire. Ama sistemin kendisi çoğu zaman seyirci. Platformlar desen, algoritmalarını her gün daha ölümcül hale getirdi durdu. Sadece dikkat çeken içerikleri öne çıkararak, radikalleşmiş bedenleri, kutuplaştırıcı söylemleri, baskı kültürünü besledi. Çünkü ne kadar uçtaysan, ne kadar sertsen, ne kadar çıplaksan; o kadar çok tık alırsın.
Medya bu zincirin var olduğu günden beri gönüllü içerik sağlayıcısı. Krizleri köpürten, trajedileri kurgulayan, insanı etiketlere indirgemekte üstüne olmayan bir hız makinesi. Etik sınırları yok.
Peki biz? Asıl biz masum değiliz. Her gün kimleri izlediğimiz, neyi beğendiğimiz, hangi hikayeyi tıkladığımızla bu sistemin sahibi ve aktif parçalarıyız. Bir story atmazsan duyarsız, bir cümle kurmazsan yoksun sayılıyorsun. Çünkü sistem sana bunu öğretti. Bu çağda ölüm bile bir içerik biçimi. Her şey kayıt altında. Ve her şey geçici. O yüzden Nihal Candan’la ilgili mesele onun kim olduğu değil; nasıl yok olduğu. Ve bizlerin nasıl seyrettiği. Her yeni trajedi, yeni bir içerik. Her içerik, biraz daha fazla dikkat. Her dikkat, biraz daha fazla görünürlük. Ve her görünürlük, yeni bir çöküş ihtimali.
Geriye ne kalıyor? Her şeyi “normal” saymaya başlamak.
Bir belediyeye kayyum atanmasını, bir üniversitenin içinin boşaltılmasını, genç bir kadının 23 kiloya düşerek hayatını kaybetmesini, bir belediye çalışanın neyle suçlandığını bilmeden girdiği cezaevinde nakil için saatlerce araçta bir parça ekmekle mahsur bırakılıp günlerce yerde yatırılmasını, gazetecilerin gözaltına alınmasını, sessiz kalanların tarafsız sayılmasını… Her şeyi normal, olabilir, sıradan sayıyoruz…
Hepsi ekranlarda önümüzden geçiyor, hepimiz görüyoruz, hepimiz buradayız.
Ama her şey gibi, bu da geçip gitti.
Sayelerinde, sayemizde artık hepimiz her şeyin seyircisiyiz.
Şükran Pakkan kimdir? Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır. Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülün de sahibidir. Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır. Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir. |
Neyi ölçüyoruz, neden ölçüyoruz? Eğer Liselere Giriş Sistemi (LGS) gerçekten azını seçmek, çoğunu elemek içinse, neden 1 milyon çocuğun aynı anda sinir sistemiyle oynuyoruz?
Biz kendi doğru bildiklerimizi kanun, geri kalanları gürültü saydığımızdan, belki de hepimiz minnak diktatörler olmuşuz, haberimiz yok
Türkiye yine yanıyor. Çünkü hala aynı ülkeyiz… Ağaçlar, ormanlar, canlılar, gökyüzü… Her yaz aynı film, aynı senaryo, değişmeyen son. Ama ne hikmetse biz hala buna “doğal afet” diyoruz. Doğal mı? Değil. Aslında bir karakter meselesi!
© Tüm hakları saklıdır.