20 Temmuz 2025
Kimin doğruyu söylediğine kim karar veriyor? Kim akıllı, kim abartıyor? Kim konuşunca ikna ediyor, kim konuşunca susturuluyor ya da susturuyor? Epistemik adalet, insanların eşit değerde görülmesi, deneyimlerinin, görüşlerinin, yaşadıklarının bilgi olarak kabul edilmesi, ciddiye alınması demek. Bir genç bir şey söylediğinde sen daha çocuksun, ne biliyorsun da konuşuyorsun denmesi mesela… Bir vatandaş bir sorun dile getirdiğinde ajitasyon yapıyor işte diye es geçilmesi mesela… Kadının başına gelen bir tacizi anlattığında abartıyor muamelesi görmesi mesela... Dışınızdan değil, içinizden bile geçiyorsanız, sonuç belli: Epistemik açıdan adaletsizsiniz. Yani sadece kendi sesinizi duyuyorsunuz.
Belki de sorunumuz, anlamaktan çok, anlamaya değer olmadığına peşinen karar vermiş olmamızdır. İşte tam burada başlıyor sorunlarımız. Biz kendi doğru bildiklerimizi kanun, geri kalanları gürültü saydığımızdan, belki de hepimiz minnak diktatörler olmuşuz, haberimiz yok. Zaten bilgi akademide değil, sokakta daha çok üretilir. Mesela otoparkta. Geçen gün yanlış park etmişim. Ki bence asla yanlış değil. Hep böyle denir zaten. Durduğun yeri bir adım değiştir, bak dünya nasıl farklı görünüyor. İki kere ikinin her zaman dört etmediğini verilerle kanıtlayamam mesela, ama o kadar çok konuşurum ki bir noktada şüpheye düşülmesini sağlayabilirim. O yüzden inanmanız için şöyle açıklayayım: Sarı çizgileri bir noktada nizami çizimden çıkarıp, verevine eğimli yapmışlar. Anlatmayı bile başaramadım işte. Sonuçta neyse, park ettiğin o üç saniyede beyin kendine göre çizgileri tamamlıyor. Ben de yanımdakine bakıp, kendimce nizami park ettim. Buraya kadar anlamadıysanız sorun yok, ben de anlamadım. Geri döndüğümde cama dana gibi yapıştırılmış bir post it üzerinde şöyle yazıyordu: “SARI çizgilerin bir anlamı var!” Kağıt sarı. Yerdeki çizgiler sarı. Sarı büyük harfle yazılmış. Sanat eseri. Anayasa maddesi tadında bir üslup, eşek gibi bir ünlem de yapıştırmış sonuna affedersin.
Öncelikle şunu söylemek isterim, artistlik yapacaksanız imzanı atacaksınız. Yok öyle vurup kaçmak. Kimin kapısını çalıp “İletişim 101” dersi vereceğimizi bilelim. Tek yönlü iletişim modeli dediğimiz bu yöntem, bilgiyi değil, gücü aktarır. Karşı tarafın kanalını tıkıyorsun ki sana yanıt veremesin. Cevap hakkı yok, ikna şansı yok, özür yok, yanlış bu çizgiler baştan hatalı deme yolu da yok. Bir tür monolog terörü. İkinci önemli konu şu, dikkatinizi çekerim bu kişi yanında en büyük boy post-it taşıyor. Ya da ofisine/evine bir yere döndü, üşenmedi, yazdı, geri döndü ve laaap diye arabanın camına yapıştırdı. Potansiyel gizli ve seri katil -affedersin.
Ben de altına şöyle yazmak istedim: “Uyarınız için teşekkürler. Sevgiler. Ama böyle olmaz.” Peki nasıl olur? “Bir dahakine dikkat eder misiniz lütfen” demekle olur. İkinci hatayı beklemekle olur. Belki otoparkta karşılayınca, merhaba nasılsınızdan sonra olur. Sabırla olur. Emekle olur. İnsaniyet namına olur.
Peki neden olmuyor? Gerçekten neden olamıyor? Deli değil. Kimse değil. Her gün başımıza bunun gibi 35 tane manyakça olay geliyor. Herkes manyaklaşmış olamaz. Bu bir hata yapmak, hatayı yakalamak meselesi de değil. Bir tür kontrol fantezisi. İşte burada bazılarına bir şey oluyor: Mikro iktidar alanı doğuruyorlar. Kendi küçük evreninde yasayı yazıyor, cezayı kesiyor, üstüne bir de utanmadan yapıştırıyor. Resmen bir self-service kamu otoritesi.
Belki de bu notun yazılmasıyla birlikte bir içsel ödül sistemi devreye giriyor: Bugün toplumsal sorumluluğumu yerine getirdim. Hadi oradan. Sonuçta ben ne var ki bunda insanlık hali, olur öyle deyip kendimi haklı çıkardım, geçtim. Ama öyle olmadı tabi, geçemedim.
Bazıları için iletişim, bağ kurma değil, hizaya çekme aracı. Bu yüzden iletişemiyoruz çünkü herkes kendi çizgisini kutsal sanıyor. Birileri engin bilgi birikimi, muhteşem düşünsel evreni ile bir çit çekiyor, sonra orayı vatanı ilan ediyor. Bu olayı duyan bir arkadaşım, yıllardır çöpünü kapıya bıraktığı ve ortalığı kokutmasına rağmen inadından vazgeçmeyen karşı komşusunun, apartmana giden yabancılara şak diye kapıyı açıp “Kime geldin” diye sorguya çektiğini anlattı. Sana ne diyorsun, anlamıyor, kendine görev edinmiş. Ama çöpünü ortaya bırakıyor. Kuralları koymuş, mantıklı geleni için herkese dünyayı zindan ediyor, mantıklı gelmeyeni için yine dünyayı herkese zindan ediyor.
Geçen gün bir taksici yan arabadan gelen Kürtçe müziği duydu. Cam açık, müzik açık, hava açık, ama diğer tüm kanallar kapalı. Bana dönüp şöyle dedi: “Nereliydin abla?” İstanbul’a geldikten sonra öğrendiğim ve o günden buyana nefret ettiğim sorulardan birincisi bu. İkincisi: ev kendinin mi? “Ne yapacaksın nereliysem, Diyarbakırlıyım deyince susacak, İstanbulluyum deyince konuşacaksın değil mi? Asıl sen kimlerdesin?” deyivermişim. “Vallahi kusura bakma ama bu kadar yüksek sesle dinliyorsa, inadına yapıyor” dedi. Neyin inadı sorusuna yanıt vermedi ama ceza yazılması gerektiğine bağladı. En az beş tane hatalı sollama yaptın, uyarıyorum durmuyorsun, sana ne yapalım deyince, “Abla sen de bana taktın haa” dedi. Yok ben sarı kağıttan beri böyleyim diyemedim.
Psikologlar diyor ki: İnsan zihni karşısındakini anlamaya değil, niyetini okumaya çalışır. Yani kelimelerden çok, hangi tonda söylediği daha önemlidir. O yüzden basit bir tamam kelimesinin altına bir gün sitem, bir gün tehdit, bir gün aşk saklanabilir. Biz iletişimi zihinle değil, travmayla kuruyoruz. Geçmişte birine haddini bildirdiysek, artık her tartışmayı haklı çıkma ringine çevirme cesaretimiz doğuyor. O yüzden kimse, kimseyi duymuyor. İletişim, bir duygu aktarımı değil; bir üstünlük gösterisi haline dönüşebiliyor bazılarında. Birçoğunun bir cümleyle döverim seni hazır seti yok mu zaten?
Ama her tartışmada yumruk sıkar gibi cümle kuranlar kadar, bir de o nadir tür var: Nazik, “iletişimde üstünlük aramayan” mütevazı azınlık. Haklı çıkmak için değil, anlamak için cümle kuranlar. Ama itiraf edeyim: Bu tür insanlarla konuşunca da şüpheye düşüyorum ben. Çünkü alışkın değilim. Kesin bir bit yeniği vardır diye düşünmeye başladığım çok oluyor. Çünkü, sağlıklı iletişime o kadar yabancılaştık ki, bazen aşırı nezaket, manipülasyon gibi geliyor üzerime. Vursana hadi vur, diyesim geliyor.
Peki neden bu kadar farklıyız? İletişim eksikliği ülkeden, yaşadıklarımızdan, krizlerden, siyasetçilerden, siyasetten bağımsız mı? Elbette değil. Hatta siyasetin ta kendisi. Çünkü Türkiye’de en büyük kavga, doğruyla yanlış arasında değil; bizimkilerle ötekiler arasında. Bu yüzden otoparktaki not sadece bir not değil. O, bu çağın manifestosu. “Ben kurallara uydum, sen de uy” demek değil, “Haddini bileceksin. Ama asıl önemlisi o haddi sana ben ulu önderin olarak bildireceğim” demek. Bu yüzden her gün, her an, her işimize gelmeyen olayda pasif-agresif anayasalar yazıyoruz. Ve bazen en iyi iletişim, bir şey söylemek zorunda hissetmek değil, hissetmemenin, gerek duymamanın, gülümseyip geçmenin özgüvenindedir. Ve evet, sarı çizgilerin bir anlamı var. Kırmızı çizgilerin ise daha çok. Ayrıca yanlış park etmişim işte. Bunu kabul etmek yerine, yok öyle yok böyle. Temiz delirdik.
Şükran Pakkan kimdir? Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır. Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülün de sahibidir. Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır. Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir. |
Neyi ölçüyoruz, neden ölçüyoruz? Eğer Liselere Giriş Sistemi (LGS) gerçekten azını seçmek, çoğunu elemek içinse, neden 1 milyon çocuğun aynı anda sinir sistemiyle oynuyoruz?
Türkiye yine yanıyor. Çünkü hala aynı ülkeyiz… Ağaçlar, ormanlar, canlılar, gökyüzü… Her yaz aynı film, aynı senaryo, değişmeyen son. Ama ne hikmetse biz hala buna “doğal afet” diyoruz. Doğal mı? Değil. Aslında bir karakter meselesi!
Mutfaktan, oturma odasından, sokaktan, kimi zaman sürgünden, kimi zaman hücreden… Gerçek, hala bir yolunu bulup çıkıyor ortaya. Ve burada hepimize düşen bir şey var: O sesi yalnız bırakmamak. Sadece izlemek yetmez, paylaşmak da yetmez. Gerçeğin susturulması için harcanan enerjiye karşı, bizim de sahip çıkma enerjimiz olmalı!
© Tüm hakları saklıdır.