06 Temmuz 2025
Her yıl daha sıcak, daha kuru, daha riskli. Bilim insanları, Akdeniz Havzası’nı küresel ısınmanın kırmızı alarm bölgesi ilan etti. “Akdeniz çanağı” dedikleri coğrafyanın tam ortasındayız ama biz yangını yaz mevsiminin kötü sürprizi sanıyoruz. Oysa artık rutin takvimle geliyor. Temmuz gelince önce düğün, hemen ardından orman sezonu açılıyor. Çünkü burası artık böyle bir ülke. Kül, is, tekrar eden ihmaller… Ve Instagram postunda tepki göstereceğim derken fonda yanlış seçilmiş bir şarkı. Bakın bu önemli bir ayrıntı.
Biri damacanayla söndürmeye gidiyor, biri telefon kamerasını açıyor, biri müzik seçiyor. Ve herkes inanıyor ki; belki bu bile bir şey değiştirir. Çünkü alıştık. Çünkü umutsuzuz. Çünkü başka ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ve çünkü yangın kadar yakıcı olan gerçek şu: Özgür Özel’in de dediği gibi, emekliyi de emekçiyi de ormanı da sincabı da yakan sistemdir.
Ve Türkiye, damacanayla alev söndürmeye çalışan vatansever insanların ülkesidir.
Orman yangını sadece ekolojik bir mesele değil; siyasi, sosyal, kültürel bir turnusol. Orman yanarken kim ne yapıyor, kimyası ortaya çıkıyor. Birileri sosyal medyada yangın mücadelesinin protestosuna en iyi fotoğrafı aramak suretiyle yapıyor, biri damacanayla alevlere yürüyor, birileri siyasi hesap kapatıyor. Türkiye bir yandan literal olarak yanıyor, diğer yandan yakılıyor. Orman yanıyor, biz kutuplaşıyoruz mesela: ‘o, belediyenin ormanı’, ‘bu, bakanlığın sorumluluğunda’…. Sanki orman hepimizin değil. Bir taraf suçluyor, öbür taraf savunuyor. O sırada yangın büyüyor… CHP’li belediyelere yönelik yeni operasyon da başlatıldı. Adana, Antalya, Adıyaman belediye başkanları da gözaltında. Orman kadar muhalif belediyeler de yanıyor ülkede. Neyse, gerçek şu ki, bu damacana iyi niyetten çok, sistemin iflasına işaret ettiği için önemli. Akdeniz’in her yerinde orman yanıyor, İspanya, Yunanistan, Portekiz aynı risk altında. Avrupa’da son bir yılda yüzlerce yangın çıktı. Ama orada sistem işliyor: Erken müdahale, havadan söndürme, eğitim, hazırlık, kriz yönetimi. Bizde ne var? Hep aynı cümleler: O uçak nerede, kaç uçak var ki, pistte mi, pistten kalktı mı, yoksa pist mi yok, belli değil. Yıllardır konuşulan yangın uçakları tartışması, yangın söndürme kapasitesi, yerel yönetimlerin yetkileri… Hepsi muamma. Yanan ormanın yerine ne geleceği peki? Vallahi o daha net.
Böyle bir ortamda bir damacanayla alev söndürmeye çalışan vatandaşa sadece üzülmüyorsun, aynı zamanda ülkenin özetini görüyorsun. Çünkü biz, resmi organizasyonunun yerini bireysel kahramanlığa bırakmaya bayılıyoruz. Uçak yoksa damacana var. İnsanın, en temel krizlerde bile yalnız bırakıldığı, “ne yaparsan kendin yap” refleksinin devlet politikasına dönüştüğü bir dönemden daha geçiyoruz. Sistem işlemiyorsa ‘hallederiz’ başlıyor. Damacanayla yangına gitmek iyi niyetle birlikte sistemin çöküşünün de resmi.
Burada karşımıza çıkan tablonun karşılığı literatürde; öğrenilmiş çaresizlik: İnsan, ne yaparsa yapsın sonucun değişmediğine yeterince ikna olursa, bir noktadan sonra hiçbir şey yapmamayı da öğrenir. Türkiye’de ise bu denklem biraz daha karmaşık işliyor. Tam olarak ‘hiçbir şey yapmıyoruz’ denemez. Yapıyoruz ama etkisiz olduğunu bile bile yapıyoruz. Çünkü mücadele, sonuca ulaşmak için değil, varoluş göstergesi olarak anlam kazanıyor artık. Damacana burada bir simge. Müdahale kapasitemiz yoksa, sistem işlemiyorsa, organizasyon çöküyorsa, birey devreye giriyor. Elinde ne varsa, onunla. Bu bir bakıma “bireysel kurtarıcı fantezisi”nin yansıması. Sistemin kurumsal refleksi zayıfladıkça ya da güven düştükçe, vatandaş kendi kahramanlık alanını yaratıyor. Ama bu kahramanlık, sistemin çöküşünü gizleyemiyor. Tam tersi, herkesin elinde damacana varken, tepedeki organizasyonun hali daha görünür hale geliyor. Üstelik bu sadece Türkiye’ye özgü bir psikoloji değil. Gelişmekte olan ülkelerde, otoriterleşme eğilimlerinin arttığı, merkezi yönetimlerin toplumsal krizlerde yetersiz kaldığı her coğrafyada benzer refleksler hakim. Selde kovayla su tahliye etmek, ormanda damacanayla alevlere yürümek… Bunlar bireysel kahramanlığın değil, sistematik çaresizliğin sembolleri.
Böylesi bir toplumsal yapıda, insanlar aynı anda hem sistemden vazgeçiyor, hem sisteme bağımlı kalıyor. Bir yandan “bize yine yardım eden yok” diyerek tepki veriyor, diğer yandan çözüm üretme mekanizmasının her şekilde devletten gelmesini beklemek zorunda kaldığını biliyor. Bu çelişki, Türkiye’deki kronik güven kriziyle eşdeğer. Toplumsal sözleşmenin eridiği, hukuka olan inancın zedelendiği, kriz anlarında devlet kapasitesine dair umudun azaldığı her yerde birey, çaresizliğini eylemle maskelemeye başlıyor. O yüzden damacana vatanseverliği sadece ağlanacak halimize şaşırdığımız bir detay değil. Türkiye’de devlet-toplum ilişkisinin kristalleşmiş hali. Ormanı kurtarmıyor, yangını söndürmüyor. Ama toplumun kolektif psikolojisini daha da derin bir karamsarlığa, daha örgütsüz bir çaresizliğe itiyor. Özgür Özel’in kürsüye vura vura söylediği “bana milleti sokağa davet ettirme” çıkışı tam burada çok kafa karıştırıcı. Bu çağrı, teoride demokratik refleksin, yurttaş hareketinin hatırlatması gibi dursa da pratiğe dökülmesi, işte tam da burada şüpheli. Çünkü öğrenilmiş çaresizliğin, bireysel kahramanlık yanılsamasının ve kurumsal güvensizliğin bu denli yerleştiği bir toplumsal yapıda, insanlar sokağa çıkar mı? Türkiye’de uzun zamandır kamusal alan sadece fiziksel değil, psikolojik olarak da çok dar. İnsanlar kalabalıkların bir şey değiştireceğine olan inancını büyük ölçüde kaybetti. Bunun yerine sosyal medyada tepki göstermek, sembolik post çıkmak daha yaygın.
Bu yüzden Özgür Özel’in bu çıkışı bir meydan okuma gibi algılanıyor olabilir. Ama asıl sorun şu: Sokak hazır mı? Toplum, ortak akıl ve dayanışma refleksini kaybetmişse, sokağa çıkmak sadece bir yürüyüş değil, derin bir psikolojik eşik atlatmak demek aslında. Bugün Türkiye’de o eşiği aşmak, yangını söndürmekten daha zor. Toplumun zihni, kolektif hareketin sonucuna inanmıyor mu? Çünkü yıllardır aynı döngüyü izliyoruz: Protesto, baskı, geri çekilme, unutma, başa sarma. Burada mesele sokakları doldurmak ya da dolduramamak değil. Toplumların kitlesel refleksi, sadece öfke ya da çağrıya bağlı işlemiyor. Türkiye’de o zemin kırılgan. Çünkü burada sadece korku değil, güvensizlik, organizasyonsuzluk ve yönsüzlük de var. İnsanlar sadece baskıdan dolayı değil, yapabileceklerinin etkisine inanmadığı için de bekliyor.
AKP’li Mücahit Birinci, sosyal medya üzerinden “Biri sokak köpeklerini sokağa çıkarmakla tehdit ediyor” dedi, Özel’e cevaben... Gerçekten sokağa çıkan denilince, kimi anlıyoruz? Sokağa çıkan kim? Türkiye’de sokağa çıkan profili öyle basit değil. Kimin “millet”, kimin “sokak köpeği” olduğuna karar veren mekanizma tamamen siyasi çalışır sanıyoruz ama mevzu bu kadar karmaşık değil. Sokağa çıkan insan, her yerde aynıdır: Taleplerini dile getiren, itiraz eden, görünür olmaya çalışan yurttaş. Yani sokağa çıkan kime denir: Umudu tükenen, sabrı tükenen, sesi duyulmayan herkes…
Tüm bunlar, bugün basit bir suskunluk sınavı değil, karmaşık bir toplumsal psikolojinin, travmaların sonucu.
İnsanlar sokağa çıktığında geri dönmeyeceklerinden değil, seslerinin duyulacağından emin olursa, çıkarlar.
Türkiye’de eksik olan da tam olarak bu.
Sokakta olmak değil mesele, sokakta kalıcı bir değişim üretecek iklimin yokluğu. Toplumun sokağa çıkıp çıkmaması, organize olup olmaması değil; o bağı, o güveni, o zemini ne kadar ve nerede kaybettiğimizi konuşmalıyız. Yoksa farklı biçimlerde aynı yangınları izlemeye devam ederiz.
Ve en kötüsü, hafızamız her sene biraz daha yanıyor.
Şükran Pakkan kimdir? Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır. Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülün de sahibidir. Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır. Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir. |
Neyi ölçüyoruz, neden ölçüyoruz? Eğer Liselere Giriş Sistemi (LGS) gerçekten azını seçmek, çoğunu elemek içinse, neden 1 milyon çocuğun aynı anda sinir sistemiyle oynuyoruz?
Biz kendi doğru bildiklerimizi kanun, geri kalanları gürültü saydığımızdan, belki de hepimiz minnak diktatörler olmuşuz, haberimiz yok
Mutfaktan, oturma odasından, sokaktan, kimi zaman sürgünden, kimi zaman hücreden… Gerçek, hala bir yolunu bulup çıkıyor ortaya. Ve burada hepimize düşen bir şey var: O sesi yalnız bırakmamak. Sadece izlemek yetmez, paylaşmak da yetmez. Gerçeğin susturulması için harcanan enerjiye karşı, bizim de sahip çıkma enerjimiz olmalı!
© Tüm hakları saklıdır.