18 Kasım 2023

Baklava Shop

Konuşamayanlarla aşk yaşıyoruz. Hepsi ünlü oldu. Ne dediğini anlasaydık Bahar Candan'ı ünlü ve zengin yapar mıydık? Anlamadığımız gibi konuşamıyor olmamız da bir gerço. Neden konuşamıyoruz? Çünkü anlamıyoruz. Neden anlamıyoruz? Çünkü konuşamıyoruz

"Kara para aklama" iddiasıyla gözaltına alınan aşko kraliçesi Bahar Candan'ın eski "hayranıyım". Akademisyen babanın, hukuk fakültesi öğrencisi kızı tarafından büyük trollendiğimize inanıyordum, haksız da çıkmadım galiba. Beni insanlar ünlü yaptı diyordu, haklıydı. Gözlerini devire devire yaneee, deee mi, aaayıırr dediği, şaşkın aptal balık numarasıyla yaylım ağız konuştuğu bir araba videosunu yedim, yuttum. Pişman değilim. Şifre bende.

En sevdiklerim, Armağan Çağlayan'ın sorularını yanıtladığı programdan çıkmıştı. Çocuk çoluk sahibi tüm ana babalar izlesin. "Nasıl Olunur" kariyer hikâyeleri videolarıyla şerbetlenip, kafayı Everest'in zirvesine takacağınıza, "Nasıl Olunmaz"ı göstermek için de ne idiğü belirsiz, konuşma özürlü, işe yaramaz tiplerin milyon beğeni almış videolarını izleyin, izletin. "Her eve bir Everest" diye kasıp, çoluk çocuğunuzun da asabını bozmayın hem. Asabı bozulanların çoğu sapıtıyor sonra.

Mesela Bahar; Nişantaşına Nişo, Teşvikiye'ye Teşvo, yemeğe Yemo, sinemaya Sino der. "Bu bir gerço!" cümlesi arada kulaklarımda çınlar, bir kere toksiklenmeye gör. Hayır; ben de "Ne aşkosu, aşkitosu! Kim var senin karşında? Aşkito muyum ben?" diyen bir Dilber Ay kırmızı çizgisinde değilim elbette ama bir yemo-nişo-sino da değiliz sonuçta...

"Niye böyle konuşuyorsunuz" diyen Armağan Çağlayan'a "İnsanlar benim lugatımı seviyoo, beğeniyoo, amaaağ" diyordu. O uzattığınız a'lar, o'lar, ağzınıza tez zamanda geri girsin inşallah. Lakin şu detayı verip, gönülleri fethettiği anlar da var: "Ama sakın bu kelimeleri yazdığımı felan düşünmeeyin. O kadar da dangalak değilim."

Savcılık ifadeni de merakla bekliyorum Bahar. Olmayan konuşma dilini yazılı tutanağa nasıl geçirdiler, meraktan öleceğim.

Bahar bir örnek. Konuşamayanlara aşkımız, konuşamıyor olmamız ise bir gerço.

Neden konuşamıyoruz? Çünkü anlamıyoruz.

Neden anlamıyoruz? Çünkü konuşamıyoruz.

Büyük çıkmazdayız. Sağlaması basit: Aynı dili konuşsaydık ne olurdu? Toplumsal birlik olurdu. Var mı? Yok. Niye yok? Çünkü anlaşılalım diye değil, anlaşılmayalım diye konuşuyoruz. Burada gizli güçlerden şüphelenelim. Engin Polat gibi Candan kardeşler de emniyet çıkışı gözlerini havaya dikip yürüdüler, sanki birilerine mesaj veriyor gibiydiler. Teori gibi teori.

Bir insanın aklını ne kadar kullandığını öğrenmek için kullandığı dile, kullandığı dilin kapasitesini ölçebilmek için de kelime sayısına bakılıyor. Niye? Çünkü insanlar kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşurlar. Okumayı öğrettiğimiz yaşlara dönelim hemen. Almanya, Fransa, İngiltere'de ilköğretim okuma kaynaklarının toplamda 70 bin, Japonya'da 40 bin kelime barındırması gerekiyor. İngiltere'deki mini mini birlerin Shakespeare okumaya başlamaları şehir efsanesi falan da değil, buz gibi gerçek.

Ne kadar kelime, o kadar akıl, hesap belli.

Türkiye'deyse kitaplar 6-7 bin kelime ile yazılıyormuş. Gerço bu, gerçolarla savaşılmaz.

Peki, neden konuşmak için kitaplara takıyorlar? Çünkü kelimeleri kitaplardan öğreniriz. Çalışmalar öğrendiğimiz kelimelerin ancak yüzde 10'unu konuşurken kullanabildiğimizi gösteriyor. Bu hesap, Avrupalıların günde 7 bin, bizim 70 kelimeyle konuşabildiğimizi gösteriyor galiba, ama benim matematiğime güven olmaz. Bilimsel bir araştırmayla sağlama yapalım: Günlük 400-1000 arası kelime kullanıyormuşuz.

Bu arada günde tam beş saat konuşuyoruz. En sık ve hatalı kullandığımız kelimelerin arasında "Atıyorum" çıkması tesadüf değil o zaman. Beş saat atmadan nasıl konuşacağız? Peki, beş saat okuyor muyuz? Ona da hayır. Japonya'da kişi başına düşen kitap sayısı 25, Fransa'da 7. Türkiye'de yılda 6 kişiye 1 kitap düşüyor. Türkiye'de kitap, ihtiyaç listelerinin 235. sırasında. E tabii, "kitap pahalı, bizim durumumuz yok" bahanesini hemen buraya ağız birliğiyle yapıştıralım. Bundan bıktıkları için bence artık, ekonomik gelir ile kitap satın alma oranlarını karşılaştırıyorlar. Ve biz, bu denklemde en yoksul Afrika ülkeleriyle aynı sıraya düşüyoruz. E, durumumuz var yani.

Hızımı alamadım, hadi bir veri daha: Türkiye'deki evlerin yüzde 95'inde yetişkin kitaplığı yokmuş, biliyor muydunuz?

Niye konuşamıyoruz sorusuna yanıt bulduğumuza göre gözyaşları içinde bir soru daha sorabiliriz: Kardeşim senin kullandığın Türkçe benim kulağımı tırmalamak zorunda mı? Kızılcık Şerbeti'nde Alev, "hayırlı günler" dini mesajının günlük konuşma diline sızmasını protesto etmek için "Biz güno'dan devam" dedi. Ekran başında "Ya Alev kale boş, vur gol olsun, ne günosu" deyiverdik. Bu arada Alev, Allahını seviyorsan şu Abdullah Bey'in peşini bırak.

Yalnız değiliz. Türkiye'de her iki kişiden biri kendini ifade etmekte zorlanıyor. Her üç kişiden biri mesajlaşırken kısaltma kullanıyor. Ve neredeyse hepimiz (yüzde 80) kelimelerin kökenine zerre bakmıyoruz. Bunları okulda öğrenmemiz gerekmiyor muydu? Öğrenemedik işte. Öğretmediler. Konuşamayan Türkler, yaldızlı diplomalar cenneti.

Hadi öğretmenlerin eli kolu müfredatla, sistem sorunlarıyla bağlı. Peki aileler? Konuşma becerisi doğrudan anneye bağlı. Annenin eğitim düzeyi yükseldikçe de çocuklarının konuşma becerisi fark atıyor. Peki, bundan şeyin haberi var mı, hah annelerin? Biz hâlâ kadınların diploma ve çalışma hayatına atılmaları önündeki engelleri aşamadık, hangi çocuk, hangi dil, hangi konuşma? Ev ortamına bakınca kardeşlerin etkisini de ölçmüşler. Kardeş sayısı artıkça da, konuşma becerisi düşüyormuş. Bu bizi şaşırtmaz. Biz Türkiye'de kardeşlerimizle dövüşürüz, konuşmayız. Anlaşmak için de emir kipleriyle dolu 30 kelime yeter: Gel, git, sus, çık, bırak, uza…

Ailelerde de durumuz yok, belli oldu. Peki, MEB ne yapıyor? Milli Eğitim Bakanı, göreve geldiğinden bu yana Türkçeyi kullanım düzeyini eleştiriyor. Eğitim yılı başında "Bu yıl kendimizi Türkçenin doğru kullanılmasına adadık" demişti. Peki, ne oldu? Seçmeli din dersi koydular apar topar liselere. Seçmeyin kardeşim diyebilirsiniz. Meğer, zorunlu-seçmeliymiş. Yani; zorla seçtiriliyorum kardeşim. E hani berbat konuştuğumuz Türkçeye adanmıştınız, en yüksek notların alındığı din dersi ne ara zirveyi kaptı? "Bakanlık olarak üzerimize düşeni yapalım diyoruz" diyor sayın bakan. Ah, sayın bakan.

MEB'in Türkçe Öğretim Programı hedefi şu: "Türkçeyi doğru, etkili ve güzel kullanan, eleştirel ve yaratıcı düşünebilen, bilgiyi kullanabilen, üretebilen, girişimci, kişisel ve sosyal değerlere önem veren bireyler yetiştirmek". Hedef, mükemmel bir Türkçe ile açıklanmış. Peki sonuç? Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı'na (PISA) göre Türkiye, okuduğunu anlama becerisinde 37 OECD ülkesi içinde 31. sırada! Barış Manço'nun dediği gibi; ve sonunda dünya kapkaranlık olmuş, tam istedikleri gibi, hey heeyyy günaydın çocuklar

İddia ediyorum; yıllardır gençler kompozisyon yazmayı bilmeden üniversitelerden mezun oluyor. Giriş-gelişme-sonuç en basit kuralını bilmedikleri için, konuşamadığını, konuyu sürekli dağıttığını, 100 kelimeyle hayat sürdüğünü tahmin ettiğim koca koca doktorlar, mühendisler, ekonomistler tanıdım. Vitesi boşalmış dar çene ordusu.

Toplu taşıma araçlarında etrafınızdaki konuşmaları dinliyor musunuz? Dinleyemezsiniz. Çünkü konuşmuyorlar. Metrolarda, otobüslerde sinir bozucu bir sessizlik var. Herkesin elinde telefon, kulağında kulaklık. Konuşmuyoruz. Oğlum WhatsApp'ta sadece bir kez "slm, nbr" gibi bir şey yazdı. Ben, "Dilber Ay - Senin Karşısında Kim Var"a bağladım. Tavsiye ederim, ortalık toz duman oluyor. Sosyal medya uydurma dili; dönüşüm, gelişim, zekâ ürünü falan değil, kusura bakmayın. Bahar'ın deyimiyle alelen dangalaklık. Oysa jargon güzel bir şeydir. Ama bunlar jargon falan değil. Resmen zehir. Özensiz konuşuluyor. Alelacele. Uydurmak suretiyle. Kimse kimsenin ne dediğini anlamıyor. Konuşamıyoruz.

Sunucu Tunç Arslanalp, bir konuşmasında şu örneği vermişti: "Ben Gaziantep Baklava Shop diye bir dükkan gördüm bu ülkede. Baklavacı yazsana şuraya kardeşim!" Yazamayız. Çünkü hepimiz Baklava Shop'uz.

Dil, "demek"ten geliyormuş. O halde "Türkçe konuş, anlamıyorum" demenin vakti geldi. Geçti hatta. Çok geçti.

En güzel "Ne güzel dedin!"ler sizin olsun.


Bir not:

Türkçe yazıldığı gibi okunan bir dil değildir. Okunduğu gibi de yazılmaz. Biliyorum. Bu sefer "bağzı" yazmamaya çok gayret ettim. Çok okur mesajı geliyor, "espri yapıyorsunuz biliyoruz, yapmayın, doğrusunu yazın" diye. Hiç "bazı" yazmadım, dikkatinize sunarım…

Bu arada son yazıma alkış emojisi gönderen Mehmet Yılmaz'a "Olmuş mu" yazdım, "Çok güzel. Çok uzun!" dedi. Hayatımda aldığım en güzel iltifat, en ağır sınava dönüştü. Yazarken vuruş hesabı yapmaktan gözüm çıktı. Olmuyor, ben kısa yazamıyorum. Çok da konuşurum zaten. Buraya kadar okuduysanız teşekkür ederim. Bir de dinlemek zorunda kalanlar var.

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sen saçmalamıyorsun, biz nankörüz!

Üslup, Latincedeki "kazık, ucu sivri kalem" anlamına gelen stilus kelimesinden türemiş. Yani daha kökeninde hayır yok. Peki, bize kürsüden bangır bangır söylenen, kalbimize hançer gibi saplanan onca sözün genel bir üslup sorunu olduğunu söyleyen iletişim bilimciler mi haklı, yoksa her sözün kasıtlı, siyasetin de bir din olduğunu savunan siyaset bilimciler mi?

Gaye Erkan > 10 milyon çalışan kadın

Anasıydı, babasıydı, tokat atmaydı, işlere karışmaydı, kovmalardı… Tüm bunları sakince bir kenara koyalım, büyük resimden çıkalım ve sadece şu konuya odaklanalım: Merkez Bankası Başkanı, emzirme döneminde olduğundan bebeği yanında olsun şartı koşuyor, bakıcılara değil ailesine teslim etmek istiyor, bankada özel bir düzen kuruluyor. Vallahi ben "helal olsun" dedim. Siz? "Tabii yaaa, kadın emziriyormuş, o zaman olur" mu dediniz? Peki, biz neyiz, pardon? Türkiye'de çalışan milyonlarca anneye sesleniyorum, çocuğunuzu alın ve çalıştığınız kuruma gidin. Karşı çıkan, kızan, söylenen olursa elinizde tapu gibi emsal karar var

Asıl siz kimsiniz?

Kızıl Goncalar'ı "örtmenim bu dizi beni rahatsız ediyoo" diye RTÜK'e şikayet edenlere teessüf ederim. Çünkü bir şeyin üzerinden konuşunca, o şeyi konuşmuş olmuyoruz. Yani tarikatları konuşacaksak açık açık tarikatları konuşalım, Kızıl Goncalar üzerinden konuşunca olmuyor