04 Kasım 2023

Ağlama Tolga, yalnız değilsin

Tolga Şardan, yargıda yolsuzluk haberini Uganda'da yayımlasaydı, bugün cezaevinde değildi. Çünkü Uganda Ceza Kanunu'nun "halkı yanıltıcı bilgiyi yaymak" ile ilgili 50. maddesine göre gazeteciye şu soruluyor: "Kendini ikna edecek kadar araştırıp, doğruluğundan emin oldun mu?" Bitti, soru bu kadar. Gazetecinin en büyük mahkemesi, kendi vicdanıdır. Bir kere bunu çözmüşler, bravo. Ayrıca kamu huzurunu bozacak somut delil aranıyor, şiddet eylemine mi neden oldu, gösteri mi yapıldı, buna bakıyor mahkeme… Bitti, bu da bu kadar. Eee; beni Uganda'ya özendiren hayat, sana da aşk olsun!

Biliyor musunuz, ben aslında komik yazılar yazmak istiyorum. Zira yazmak gibi bir niyetim hiçbir zaman olmamıştı, madem yazıyorum komik olsun bari dedim. Olmadı, olamadı. Niye? Çünkü Türkiye'de güzel başlayan her şey jet hızıyla biter. Ara vermeden tecrübe ettirdiğin için teşekkür ederiz. Mesela bu hafta liselerin durmadan değişen müfredatlarını yazmak istedim, aklımın bir köşesine sürekli espri yığıyordum. Bu sefer bu gidişatı kıracağım, gündem beni ele geçiremeyecek derken, Tolga Şardan'ı gözaltına aldılar.

Adliyede "Tolga abi yalnız değilsin" diye seslenenlere nasıl baktığını, sonra başını önüne eğip bir anda nasıl ağlamaya başladığını gördüm. Yine bir haksızlık, adaletsizlik duygusu içimi yaktı, geçti. Ben de ağladım. Siz ağlamadınız mı? "Tolga abi ne diyeceksin?" diyen bir meslektaşına da döndü, "Ne diyeyim abicim, gazeteciyiz biz, gazetecilik yapıyoruz" dedi. "Abicim" dediği sesin tonu da ağlattı beni.

Huzursuzluk, umutsuzluk, mutsuzluk sen bizim her şeyimizsin.

Gazeteciyiz biz. Öyle mi? Kimiz gerçekten? Benim en sevdiğim gazetecilik tanımı Marx'a ait. Bakınız çok havalı: "Ezilmişi temsil eden, sosyal ve siyasal gücün cellatlarına karşı koyan kişiye gazeteci denir." İster iğne deliği kadar söküğü gör, ister paramparça olmuş bir düzeni ortaya çıkar, cellatla karşı karşıya gelme cesareti olan kişi, gazetecidir. Cellatla savaşmayı bırak, karşı karşıya gelmek bile zor. Nasıl yapacak? Tek şartı var; özgür olacak, ayağına taş takılmayacak, bir kamu görevlisi gibi muamele görecek. Bağzı demokratik hayaller, bağzı sinir bozan gerçekler…

Tolga'yı cezaevine gönderen haber, MİT'in Cumhurbaşkanlığı'na sunduğu iddia edilen ve yargı sistemi içerisindeki yolsuzlukları anlatan raporla ilgili. Bu kadar. Adı geçen kurumların yalanlaması yok. Sadece tutuklamadan 15 dakika sonra İletişim Başkanlığı'nın "dezenformasyon var" dediği açıklaması var. Ama habere tekzip talebi yok. Ne raporu, rapor mapor yok diyen bir devlet görevlisi de yok. Doğru diyen de yok. Kulis haber tam olarak böyle netice veriyor zaten. Peki, bir gazeteci tam olarak beklendiği gibi, tam olarak olması gerektiği gibi mesleğini icra etmiş olmasına rağmen- tutuklamayı gerektirecek ne var? Türk Ceza Kanunu'nun 217/A maddesi var. "Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma" diye bir suç var. Tek tek bakalım; Halk var, e yayma da var, gazetecisiysen halka yayıyorsun, mecbur. Ama bilginin yanıltıcı olup olmadığına ilişkin elde bir ispat, bir karar, herhangi bir şey yok.

Bu yasa çıktığında, "gazetecileri hapse atarsınız siz bununla" diyerek ayağa kalkanlara mı, "yok artık!" diye yanıt verenlere mi inanalım diye arada kalmıştık. Yani arada falan kalmamıştık ama hadi kalmış gibi yapalım. Zaten artık herkese nasıl bir kal geldiyse, işte bugün Tolga o yüzden cezaevinde…

Ne yapalım, dünyadaki uygulamalarına bakalım. Sadece bizde olamaz ya? Milyon tane benzer düzenleme var. Tahmin edersiniz ki bazı ülkeler – İngiltere, Fransa gibi- haberin yanlış ve yanıltıcı olduğunun kesinleşmesi! durumunda erişim engeli veriyor. Bu kadar, orada duruyor. Ve yine tahmin edersiniz ki bazı ülkeler -Birleşik Arap Emirlikleri gibi – durmak yok, yola devam diyor ve hapis cezası veriyor. Uganda'da da var aynı düzenleme. Ceza kanunu diyor ki; eğer sanık (gazeteci) yayınlamadan önce haberinin doğruluğunu tespit etmek amacıyla, "kendisini ikna edecek" önlemleri aldığını ispat ederse cezalandırılmaz. Beni Uganda'ya özendiren hayat, sana da aşk olsun. Ne diyim…

Burada çok önemli bir detay daha var. Bu yasalar hazırlanırken şuna bakılıyor; yanıltıcı bilgi olduğuna kim karar verecek? Üstelik kamu iradesi haberi yalanlarsa, bunu koşulsuz doğru mu sayacağız? Ve hukukçular diyor ki, "sadece kamu iradesine bakarak mahkeme karar verirse bu hukuka aykırıdır." Niye? Çünkü mahkemeler bağımsızdır, günün siyasi iktidarına ‘mutlak doğruyu söylüyor' diye bakamazsın. Yargı bağımsızlığı diye tepinenler bu yüzden deliriyor işte. Ancak haberin kamu barışını bozduğu durumda işler değişiyor. O zaman da yargıya diyor ki; somut delil bul. Yürüyüşe mi neden olmuş, sokak kavgası mı çıkmış, gösteri mi düzenlemişler, adli makamlar sana yardım etsin, kanıtla, diyor. Buradaki sınırı da şiddet belirliyor. İşte, adalet diye tepinenler bu yüzden deliriyor.

Peki, biz Türkiye'de ne yapıyoruz? Ortada bir haber var, önemli iddialar. İstihbarat kabul edilip soruşturma açılmıyor. Öğrendiğini, bildiğini, gördüğünü yazan -üstelik iyi görür, hatta öyle bir görür ki şaşarsın- bir gazeteci, Tolga, habere erişim engeli dahi konmamışken, jet hızıyla cezaevine gönderiliyor. Bu konudaki şahsi fikrimi de söyleyeyim: Yıllarca aynı çatı altında çalışmış, yazdığı yazıları sıkı takip eden bir okuru olarak, ben Tolga'ya güveniyorum. Bugüne kadar yazdığı tek cümleden şüphe etmedim. Tek bir cümlesinin yalanlandığını, yalan haberden suçlu bulunduğunu hatırlamıyorum. Savcılık ifadesinde kendi de söylüyor zaten.

Haber; gerçek mi, yalan mı? Bu karar; hak mı, haksızlık mı?

Artık bu soruları hukuken yorumlamanın, gazeteciliğin esaslarını anlatarak kendimizi savunmanın anlamı olmadığını düşünüyorum. Bir önemi kalmadı çünkü biz hakikatle, gerçekle olan ilişkimizi yitirdik. Abuk subuk şeyler oluyor, "olabilir" diyoruz. Asla kabul etmeyeceğimiz saçmalıklar gözümüzün önünde yaşanıyor, "normal" diyoruz. "Bu tutuklamanın arkasında belli ki bir şeyler var, nereye çomak soktu acaba bu haber" diye soruyor, "Tabii ya, kesin öyle" diyoruz. Kabuldeyiz. Topluca delirdik.

İnsan aklıyla ilgili yapılmış milyonlarca çalışma var. Herhalde Türk aklına da bakmışlardır. Freud yaşasaydı, muhtemelen adamı çok haklı çıkarırdık. Çünkü Marx'ın gazetecilik tanımlaması gibi Freud'un da akıl ve kimlik tanımı şahane. Der ki, insanın üç bileşeni var: mantık, irade, bilinçaltı. Bizde mantık gitti ama iradeliyiz çok şükür. Kaldı iki, o zaman. Bilinçaltını çevremizdeki olaylar oluşturduğundan, çevremizin de maşallahı olduğundan haydi buyurun; kaldı bir. Tolga Şardan niye cezaevinde? Mantıklı bulanlar, bulmayanlara bu yüzden anlatmasın. Aklımızı böyle mahvettiniz. Daha da ellemeyin.

Vatandaşların, devletin neler yaptığı konusunda haberdar olma hakları, temel insani haktır. Yemek, içmek gibi, temel bir hak... Bakınız; Platon'un Devlet'i. Ama Orta Çağ'da her şeyi de bilmesinler canım anlayışı oluştu. Sadece bazı kişilerin bilme hakkına sahip olabileceğine karar verdiler. Neden olarak da yanlış ve zararlı düşünceler yayılırsa halk zarar görür, amacımız halkı korumak, dediler. Bağzı ülkelerde Orta Çağ'dan aynen devam... Avrupa'yı da sevmiyoruz, beğenmiyoruz, işimize de çok karışıyor diye atarlanıyoruz ya... O Avrupa diyor ki, gazeteciler saldırgan sözcükler kullanır, sert eleştiriler yapar, bu beklenen ve hatta olması gereken bir şeydir. Üstelik küçük para cezaları uygulanmasını bile doğru bulmuyorlar. Çünkü bu bir sansürdür ve gazetecilerin cesaretini kırar, diyorlar. Örnek AİHM kararları var. Mesela Thorgeirson davasında polisler için "kabadayılar, sahtekârlar, beceriksizler" diyen bir gazeteci yargılandı. Mahkeme, gazeteci elbette kışkırtıcı bir dil kullanabilir, ne var bunda? dedi. Türkiye basın özgürlüğü sıralamasında dünyada son sıralarda. Ve Türkiye'de işsiz gazeteci oranı her geçen gün artıyor. İletişim fakültelerinden her yıl mezun olan binlerce yeni gazeteci adayı da var ve onlar da başka işler yapıyor. Gazeteciler sadece işlerini yaptığı için gözaltına alınırsa, hapis cezası alırsa, neden yapsınlar? İşte gözdağı vermek, korkutmak denilince anlaşılmıyor, bir somut örneği de bu. Tam olarak Avrupa'nın korktuğu yerdeyiz.

Gazeteciliğe sansür anlayışına alternatif bir bakış getiren teolojik bir kuram var. Bizde kafaların neden karıştığını anlamak için önemli. "İnsan, tanrının verdiği akılla kutsandığına göre, iyi ve kötü arasında kendi başına seçim yapabilir, dolayısıyla okur vicdanının sesini dinler, kendi kararını verir" diyorlar. Ama "Devlet gazetecilere ceza versin mi?" sorusuna da sıcak bakıyorlar. Bu yüzden de çok eleştiri alıyorlar tabii, hani insan aklı ve vicdanı yeterliydi, böyle muamma olur mu, diye. Muamma görmemişler.

Yeni bir fizik yasası keşfedildi duymuşsunuzdur. Simülasyonda yaşıyor olabilirmişiz. Ay hadi inşallah!

Ve gazetecilerin özgürlüğünü, halkın bilgi alma hakkını engellemeye destek verenlere kötü bir haberim var. Basın tarihi boyunca yapılan çalışmalar, binlerce örnek şunu gösteriyor: Bir haberin engellenmesi, o haberle ilgili hakikatlerin ortaya çıkarılmasına hizmet ediyor. Üstelik bir gizem yaratıyor ve o gizem yasaklanan haberi insanların gözünde olağanüstü bir kıymete ulaştırıyor.

Daha da önemlisi bir haberin yaratması muhtemel hiçbir tehlike, sansürün, cezanın, yasağın kendisinden daha büyük bir tehlike değildir. Çünkü hakikatle ve özgürlükle savaşılmaz.

Ağlama Tolga. Yalnız değilsin.

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülünün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sen saçmalamıyorsun, biz nankörüz!

Üslup, Latincedeki "kazık, ucu sivri kalem" anlamına gelen stilus kelimesinden türemiş. Yani daha kökeninde hayır yok. Peki, bize kürsüden bangır bangır söylenen, kalbimize hançer gibi saplanan onca sözün genel bir üslup sorunu olduğunu söyleyen iletişim bilimciler mi haklı, yoksa her sözün kasıtlı, siyasetin de bir din olduğunu savunan siyaset bilimciler mi?

Gaye Erkan > 10 milyon çalışan kadın

Anasıydı, babasıydı, tokat atmaydı, işlere karışmaydı, kovmalardı… Tüm bunları sakince bir kenara koyalım, büyük resimden çıkalım ve sadece şu konuya odaklanalım: Merkez Bankası Başkanı, emzirme döneminde olduğundan bebeği yanında olsun şartı koşuyor, bakıcılara değil ailesine teslim etmek istiyor, bankada özel bir düzen kuruluyor. Vallahi ben "helal olsun" dedim. Siz? "Tabii yaaa, kadın emziriyormuş, o zaman olur" mu dediniz? Peki, biz neyiz, pardon? Türkiye'de çalışan milyonlarca anneye sesleniyorum, çocuğunuzu alın ve çalıştığınız kuruma gidin. Karşı çıkan, kızan, söylenen olursa elinizde tapu gibi emsal karar var

Asıl siz kimsiniz?

Kızıl Goncalar'ı "örtmenim bu dizi beni rahatsız ediyoo" diye RTÜK'e şikayet edenlere teessüf ederim. Çünkü bir şeyin üzerinden konuşunca, o şeyi konuşmuş olmuyoruz. Yani tarikatları konuşacaksak açık açık tarikatları konuşalım, Kızıl Goncalar üzerinden konuşunca olmuyor