13 Mayıs 2025

Ahmet Özer: Bugün en büyük üzüntüm içeride olduğum için barış sürecine fiilen katkı veremiyor olmamdır, ‘Golik’ten suç çıkar mı?

CHP’den Esenyurt Belediye Başkanı olarak seçilen, 30 Ekim’de gözaltına alınarak tutuklanan Ahmet Özer: Öcalan’ın mektubu yüzlerce ulusal ve uluslararası basın mensubu önünde okunuyor. Bahçeli bu görüşleri çok önemli ve değerli buluyor. Ben ise sırf 11 yıl önce adım İmralı görüşmelerinde geçti diye hapiste tutuluyorum. Bu ne yaman çelişki. Bunun izahı var mı? Üstelik o görüşmede adı geçenlerden biri de şimdiki Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş

CHP’nin geçen cumartesi günü Van’da yaptığı mitingde partinin genel başkanı Özgür Özel’den önce otobüsün üstünden bir mektup okundu. Mektubun sahibi 30 Ekim’de gözaltına alınan ardından tutuklanan partiden Esenyurt Belediye Başkanı seçilen Ahmet Özer idi. Özer Van doğumlu, hayatının çoğunu akademide geçirmiş bir isim. Avukat kızı Seraf Özer tarafından okunan mektupta şu mesajları verdi: 

“Değerli hemşerilerim, bir şafak operasyonuyla alıp Silivri zindanına koydular. Başkanı olduğum Esenyurt Belediyesi’ne ise kayyum atadılar. Halk iradesini gasp ettiler. Türkiye’nin en büyük ilçesini Vanlı bir Kürdün yönetmesini hazmedemediler. Batıdaki Kürtlere temsil hakkı verdik diye bizleri yargılıyorlar. 100 bin Vanlının yaşadığı Esenyurt’ta Kürtler temsil hakkı almışsa biz bundan ancak gurur duyarız. Cumhuriyet Halk Partisi, Kürtlere temsil hakkı verdi diye bize karşı kumpas kurdular. Demokratik Güç Birliği ile terörize ediyorlar. 'Kürtler, batıda kendilerini temsil edemez' diyorlar. Oysa demokrasinin ilk şartı temsildir, adalettir. Adalet ve temsiliyet zaafa uğrarsa devlet zaafa uğrar.”

Özer’in tutuklanması, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim’de Meclis’te yaptığı Kürt sorununu yeni boyuta taşıdığı konuşmadan yaklaşık bir hafta sonra gerçekleşti. 20 Şubat’ta yayınlanan 83 sayfalık iddianamede Ahmet Özer’e ‘silahlı terör örgütü üyeliği’ iddiasında bulunuldu. 12 yıl önceki telefon görüşmelerinden gizli tanıklara, bir önceki çözüm sürecinde isminin bilgisi dışında anılmasına çeşitli gerekçeler ileri sürülmüş. Bir de ‘ele geçirilen’ bir mizah dergisi konusu var. Adı Golik. Ahmet Özer sorularımı yanıtlarken bu konuya da değindi:

“İsmini ilk kez sorguda öğrendiğim GOLİK diye bir mizah dergisi. Golik Kürtçede ‘buzağı’ demek. Yasaklı da değilmiş. Derginin sahipleri tanıtım amaçlı TBMM de dahil olmak üzere birçok yere gönderdiklerini açıklamışlar. Kaldı ki benim varlığından dahi haberim yok. Sırf ismi Kürtçe diye bir dergiyi derdest etmek, ondan suç üretmek bir taraftan bizim de desteklediğimiz barış süreci, öte taraftan Golik adında yasaklı olmayan bir dergiden suç isnadı? Ne diyeyim. Her şey apaçık ortada değil mi?”

Türkiye başka bir döneme geçiyor. PKK silahsızlanma ve fesih kararını aldı. Bir yandan da gizli tanıklı iddianamelerle ‘kent uzlaşısı’ merkezli davalar sürdürülmeye çalışılıyor. Önümüzdeki hafta cuma günü, 23 Mayıs’ta 14. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki ilk duruşması var Ahmet Özer’in. Bu duruşma öncesi avukatları aracılığıyla aşağıdaki soruları yolladım. Yanıtları aynen aktarıyorum:

Ahmet Özer, kızı ile avukat Seraf Özer ile beraber Silivri'de

 

-22 Ekim’de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Meclis’ten yaptığı çağrıyla Kürt sorununun çözümü arayışlarında yeni bir sürecin içine girildi. Bundan tam sekiz gün sonra CHP ile DEM Parti’nin Kent Uzlaşısı üzerinden bir soruşturma başladı. İlk olarak da siz gözaltına alınıp tutuklandınız. Birbiriyle çelişir gözüken bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?

9 Ekim 2024 tarihinde İstanbul’a yeni başsavcı atandı. 22 Ekim de Bahçeli Meclis’te o çok tartışılan nevi şahsına münhasır konuşmayı yaptı. 29 Ekim’de hem Esenyurt Meydanı’nda Cumhuriyet Bayramı’nı kutladık, hem de İstanbul Valisinin daveti ile düzenlenen 29 Ekim resepsiyonuna katıldım. 30 Ekim sabaha karşı bir şafak operasyonu ile gözaltına alındım daha savcılıkta ifade verirken Esenyurt’a kayyum atandığı haberleri yandaş medyada çıktı, boş ve düzmece bir dosya ile jet hızı ile tutuklandım ve yandaş medyanın önceden yazdığı gibi bir gecede vali yardımcılığına terfi eden kişi sabahleyin Esenyurt’a kayyum olarak atandı. “Ver belediyeyi, gir içeri suçunun ne olduğuna sonra karar veririz” deyip tutukladılar beni. Dosya boş, iddialar mesnetsiz olunca da o zamana kadar olmayan ve bana ne kollukta ne savcılıkta ne de hakimlikte hiçbir beyanı sorulmayan bir yalancı gizli tanık icat ettiler.

Bütün bunlar bu davanın siyasi bir dava olduğunun amacının seçimle alamadıkları Esenyurt’u kayyumla ele geçirmek olduğunun ayan beyan göstergesidir. Ayrıca bizim Esenyurt’ta kısa sürede yaptığımız hizmetlerin yarattığı sinerjiyi yok etmek istediler. Benim bir Kürt akademisyen ve siyasetçi olarak halkla kurduğum bağı hazmedemediler.

Bir yerden alınan talimatla operasyonu alelacele başlattılar. Önce beni suçlu ilan edip sonra delil aramaya koyuldular. Uyguladıkları düşman ceza hukuku kamuoyu vicdanında mahkum oldu. Bu gayri hukuki işlemlerin, soruşturma sürecinde uygulanan bu yanlışların, kovuşturma sürecinde giderileceğine, bana karşı uygulanan bu haksızlık ve hukuksuzluğun son bulacağına inanıyorum.

Gelelim çelişkili görünen duruma. Bahçeli’nin çıkışı AKP’de oy kaybı yaşayacağı endişesi yarattı. Bu nedenle terörle mücadeleyi sürdürüyor görüntüsü altında kayyum atamalarına başladılar. Bahçeli’nin ısrarını sürdürmesi Öcalan ve DEM’in, Bahçeli’nin başlattığı girişime sıcak bakması, sürecin hızla yol alması ve Öcalan’ın açıklaması AKP ve Erdoğan’ın bu gelişmelerden doğacak siyasi kazanımları hanelerine yazmak için süreci açıktan sahiplenmeye götürdü.

Ne ki, bu sürecin ihyası ister istemez hukuka dönmeyi ve demokratik adımlar atmayı gerektirir. Oysa halkın rızasını kaybeden ve yönetimini ele geçirdiği zor tekelini kullanarak sürdürmeye çalışan bir iktidarın bu adımları kolaylıkla atması beklenemez. Çünkü 7 Haziran 2015 seçimleri acı deneyimi var. Ve akıllarında rakiplerini kendisinin belirlediği, iktidar alternatifinin zayıf olduğu her koşulda seçimi kazanabilecekleri bir modele geçmek var.

O nedenle Esenyurt ile başlayan süreç, İmamoğlu ile devam etti. Bu sürecin ikinci amacı İmamoğlu’nun diplomasını iptal edip hapse atarak rakibini elimine etmek, üçüncü amaç da iktidarın alternatifi olan CHP’yi terör ve yolsuzlukla ilişkilendirerek yıpratmak ve içini karıştırarak kayyum tartışmaları yaratarak enerjisini içinde tüketerek zayıflatmak, alternatif olmaktan çıkartmaktır.

Bu amaçlar hukuka dönme ve demokratikleşme ile çelişen hususlardır.

Çözüm ise hukuk ve demokratikleşmeyi gerektirir. İktidarın asıl karar vermesi gereken nokta budur. Türkiye’nin bundan sonraki seyrini de bu ikilemi iktidarın nasıl gidereceğine bağlı şekillenecektir.

-Liseyi bitirene kadar Van, Hakkari, Diyarbakır’da gerçekleşti eğitim hayatınız. 1960 doğumlu olduğunuz düşünüldüğünde başta 80 darbesi pek çok şahitliğiniz olmalı büyüdüğünüz yerlerde. Nasıl hatırlıyorsunuz o dönemleri?

Bu sorunuzu yaşamımızı her veçhesi ile etkileyen Kürt Sorunu bağlamında cevaplamak isterim. Ülkemizin en önemli sorunu Kürt sorunudur. Kürt sorunu başta darbeler olmak üzere pek çok devlet uygulamasının da niteliğini belirlemiş, uygulamalar da bu çerçevede bölgede yaşananlara yansımıştır. Bu sorunu güvenlikçi politikalarla çözmeye çalışan akıl, sorunu çözmediği gibi daha fazla gözyaşı ve acıya neden olmuştur. Herkes gibi biz de bulunduğumuz konum ve duruma göre bu süreçlerde kendimize düşen payı aldık tabii.

Kürt sorununun ise tarihsel süreç içerisinde üç çözüm yolu tartışılagelmiş. Bunlar bastırma, ayrılma ya da demokrasi ve barış içinde bir arada yaşamaktır.

Ben daha sonraki eğitim yolculuğunda ve akademik hayatta ne bastırma ne de ayrılmadan yana oldum. Ben hep üçüncü yol olan ve bütün halkların yararına olan barış ve demokrasi içinde bir arada yaşamaktan yana oldum. Zira güvenlikçi politikalar sorunu çözmek yerine büyüttü, bugüne getirdi. O yüzden hep “Ne kadar çok ölüm o kadar az çözüm, ne kadar az ölüm o kadar çok çözüm” dedim. Bir akademisyen olarak bu işin panzehrinin gerçek bir demokrasiden, adil işleyen, herkesin hakkını teslim eden bir hukuktan geçtiğini savundum, çalışmalarımda daima buna yer verdim. Makalelerimde bunu yazdım.

Bugün gelinen noktada acı da olsa ağır bedellerden sonra bu noktaya gelinmiş olmasını memnuniyetle izliyorum.

Tek üzüntüm, çatışmaların çözümü ve Kürt sorunu üzerine çalışan bir akademisyen olarak dışarıda olup bu sürece katkı vermem gerekirken gene çok çelişkili ve absürt bir biçimde haksız hukuksuz biçimde içeride tutuluyor olmamdır.

Bir tek kişinin bile toplumsal barışa yapacağı katkının ne denli büyük olabileceğini çok vakitsiz kaybettiğimiz değerli dostum Sırrı Süreyya Önder’in şahsında gördüm ve yaşadık. Bugün en büyük üzüntüm içeride olduğum için barış sürecine fiilen katkı veremiyor olmamdır.

Düşünsenize 11 yıl önce İmralı’da gene bugünkü heyet üyeleri Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan ile Öcalan arasında geçen bir konuşmada çözüm sürecine katkı vermesi gereken aydın akademisyenler arasında, üstelik iradem dışında üçüncü şahıslar arasındaki görüşmede adım geçiyor diye tutukluyum. Öte taraftan tam da bu nedenle bir barış süreci yürütülüyor, Öcalan’ın mektubu yüzlerce ulusal ve uluslararası basın mensubu önünde okunuyor. Bahçeli bu görüşleri çok önemli ve değerli buluyor. Ben ise, sırf 11 yıl önce adım İmralı görüşmelerinde geçti diye hapiste tutuluyorum. Bu ne yaman çelişki. Bunun izahı var mı? Üstelik o görüşmede adı geçenlerden biri de şimdiki meclis başkanı Numan Kurtulmuş. Oysa adaletin tecellisinin vazgeçilmez koşulu eşitliktir. Tarafsız ve bağımsız yargıdır. O da bugün yok maalesef.

Bizleri iktidara muhalif diye elimine etmek, hapse atmak hem demokrasinin ruhuna uymaz hem de bu hukukun ve yargının görevi değildir. Zira demokrasinin ruhu adalettir. Adalet zaafa uğrarsa devlet zaafa uğrar. Zaafa uğrayan bir devlette ise toplumsal barış bozulur. O nedenle adalet sadece mahkeme salonlarının konusu değil. Adalet bireylerin devlete olan güvenini, toplumun birbirine duyduğu saygıyı ve sosyo-ekonomik istikrarı da belirler.

Dolayısıyla zincirlenmiş, zor ve derin çelişkilerin yaşandığı zamanlardan geçiyoruz. Dilerim ki bütün bu çelişkiler ülkenin gerçek bir demokrasiye kavuşması ile çözülür. Aksi taktirde hukuk kaybederse herkes, hepimiz kaybederiz. Kazandığını sananlar bile…

-22 Aralık 1994’te partileşen iş insanı Cem Boyner’in liderliğindeki YDH’de kurucuydunuz. Boyner iş insanları içinde Kürt sorununu en net dile getiren isimlerden biri oldu.  “Türkiye'de bizi yönetenler 60 yıldır Kürt olmadığını öne sürdüler. 60 yıldır Kürt yok diyenler şimdi Kürt sorunu yok diye konuşuyor. Güneydoğu'da izlenen politikalar yanlış. Yanlış olduğunu anlamamız için binlerce kardeşimizin daha ölmesi mi gerekiyor? 20 yaşındaki gençlerimiz 70 yaşındakilerin yüzünden ölmemeliler’ ona ait cümleler. Hem YDH deneyiminiz hem bireysel olarak baktığınızda sorunun toplumsallaşması yolundaki engelleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yukarıda kısmen değindiğim bu sorunuza YDH ve Cem Boyner bağlamında değinmek gerekirse şunları söylemek mümkün; Cem Boyner yetenekli bir insandı, cesur bir çıkış yaptı, bir çözüm gücü de olabilirdi ama çabuk havlu attı. İki nedenle. Birincisi iş adamı mantalitesi ile hemen sonuç alacağı zehabına kapıldı. İlk seçimde sonuç alamayınca bütün motivasyonunu kaybetti ve bıraktı. İkinci olarak da o zaman Sakıp Sabancı’nın kardeşi öldürüldü. Onu da bir nevi tehdit gibi algıladı.

Çözüm istemeyen bazı militarist güç ve görüşlerin Boyner’in konuşmalarından rahatsız olup “sen bu işlere karışma, git kumaşını doku” dediklerini duyuyorduk. Kolay değil, o da ürktü tabii. Yoksa söylemleri yerinde, çıkışları cesur, çözüm önerileri bugün bile geçerliliğini koruyan nitelikteydi. Türkiye için iyi sonuçlar verebilirdi olmadı maalesef.

Ölümler konusuna gelince. Bir söz var hani; “Barışta oğullar babalarını, savaşta ise ne yazık ki babalar oğullarını gömer”. Eğer savaşları, çatışmaları çıkaranların çocukları savaş ya da çatışma alanlarına gitse, o savaşlar çatışmalar asla sürmez. Başkalarının kanı üzerinden vatan memleket Sakarya edebiyatı kolaydır. Hele bunun siyasetini yapmak ise züldür.

Artık silahlar gömülmeli, artık kimse ölmemeli… Ülkeye barış gelmeli. Barış süreci, bu şans mutlaka iyi değerlendirmeli.

Bir tek insan acı çekiyorsa bütün insanlık acı çekiyor demektir. Bir tek kişi özgür değilse hepimiz özgür değiliz. Bir tek insan acı çekmesin diye kendimizi barışa adamalıyız.

Hep birlikte özgürlük için mücadele etmeliyiz. Zira iki şeyden tasarruf edilemez. Biri sağlık, diğeri ise özgürlüktür. Sağlıktan tasarruf ölümü, özgürlükten tasarruf ise esareti getirir.

Dağlar, taşlar, insanlar hatta ölüm bile yoruldu bu gidişattan, artık barış zamanı, artık barış kazanmalı. Herkes bu konuda üstüne düşeni, hiçbir hesap gütmeden yapmalıdır.

-Bahçeli’nin konuşmasıyla başlayan Öcalan’ın 27 Şubat çağrısı ile devam eden yeni süreci nasıl görüyorsunuz? Bunu kimileri ‘CHP merkezli operasyonlara bakarak iktidara güç verdiği için’ başta DEM Parti eleştiriyor. CHP’nin son süreçteki durduğu noktayı nasıl görüyorsunuz?

Bilirsiniz herkesin bir derdi var, değirmencinin ise su derdi var. Kürtlerin derdi barıştır. Çünkü Kürtler çok büyük acılar yaşadılar. Dediğim gibi, artık ölüm bile yoruldu bu işten. En güzel şarkı barıştır şimdi. Dolayısıyla DEM’in barışı savunması, barışın yanında yer alması son derece önemli. Zira eğer bu sorun çözülürse ve ülke gerçek bir demokrasiye kavuşursa içinde Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi, Arabı, Sünnisi, Alevisi herkes ihya olur. Ama bunun için niyet önemli. Niyet samimi mi yoksa belli bir ajanda için mi yapılıyor? Bu ayrım önemli. Zira bu sorun siyasal çıkarlar, partisel çıkarlar düşünülmeden ele alınırsa ancak başarılı olur. Toplumsal olarak kabul görür. Sonra empati yapmalı her iki taraf da. Kürtlerin onurunu, Türklerin hassasiyetlerini dikkate alan bir çözüm olmalı. Artık barış dili kullanılmalı. Zehirli olan ve ortamı zehirleyen savaş dili terk edilmeli. Ve artık bir bölünme paranoyası da olmayacağına göre kardeşlik sözde kalmamalı, bir hukuka bağlanmalı.

Bir hesap kitaptan uzak, bunlar yapıldığı takdirde kaybedeni olmaz, herkes kazanır. Herkes, bütün partiler böyle bakmalı. Zira iyi savaş, kötü barış yok. Barışta herkes kazanır.

Niza olsun diye söylemiyorum ama bazı sıkıntıların, kaygıların altını da çizmek lazım. Hatta sormak lazım Kürt sorununun varlığı bile kabul edilmeden bu sorun nasıl çözülecek diye.

Tabii sorunun çözümü ile silahların gömülmesini de birbirine karıştırmamak lazım. Bu noktada en doğru tavrı CHP, Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu ikilisi gösteriyor.

Silahların gömülmesine, barışa evet. Ama Kürt sorunu silahların bırakılmasıyla otomatik olarak çözülmez. Sorun vardır ve bu sorunu biz çözeceğiz demeleri çok kıymetli. DEM’in bu söylemi de takip etmesi ve yeri geldiğinde gereğini yapması gerekir.

-Daha önce anlattınız ama okurlar açısından bir bütünlük olması açısından gözaltına alındığınız sabah yaşadıklarınızı anlatır mısınız?

Bir devletin dini adalettir. Demokrasinin ilk şartı adalettir. Adalet zaafa uğrarsa devlet zaafa uğrar demiştim. Adaletin vazgeçilmez koşulu ise bağımsız ve tarafsız yargıdır. Ona göre hukukun işletilmesidir. Hukuk eğer kendisine zulme karşı savaşın bilimi olmazsa, kendisi zulmün aracı olur. Bugün hukuk, iktidar tarafından hem araçsallaştırılıyor hem de muhalefeti sindirmenin aracı olarak kullanılıyor. O yüzden toplum artık hukuka güvenmiyor. Hukuka güvenmeyenlerin oranı yüzde 70. Bu çok tehlikeli bir durum. Çünkü bir devletin direği, toplumu bir arada tutan temel çimentosu hukuktur. Hukuk çürürse toplum çözülür, devlet zaafa uğrar. Demokrasi çöker. Herkes enkazın altında kalır.

Bu kapsamda bize yapılan hukuksuzlukların haksızlıkların hangisini sayayım. Çağırsalar gideceğim yere bir şafak operasyonu ile 20 polisle baskın yaparak konut dokunulmazlığım ve özel hayata saygı hakkım ihlal edildi, 1,5 milyonluk bir kentin yöneticisini, seçilmişini adeta bir canlı bomba yakalar gibi alıp götürdüler ve jet hızıyla tutukladılar, ne olduğunu anlamadım bile.

Polisleri odamda uykulu gözlerle hava karanlıkken karşımda bulunca ilk aklıma gelen şu oldu: “çocuklarıma bir şey mi oldu” Hayatımda mahkeme yüzü görmemiş, yıllarca kamuda ve üniversitede üst düzeyde görevler yapmış biri olarak o muameleyi hiçbir zaman içime sindiremedim ve unutmayacağım.

Ne kadar görevime bağlı olduğumu bilen eşim bu duruma isyan ederek “Yıllarca bizden, ailesinden fedakârlık yaparak bu ülkeye, bu halka yaptığın hizmetlerin karşılığı bu mu!” diye çok feveran etti, polislere çıkıştı, hala kulaklarımda çınlıyor.

Bir devlet vatandaşına zulmetmemeli. Hukuk kendi vatandaşına kumpas kurmamalı. Zira o bir gün herkese lazım olacaktır. Ancak bizi baştan itibaren düşman gibi kodlayanlar, soruşturma sürecinde bütün haklarımızı çiğnediler. Bize adeta düşman ceza hukuku uyguladılar. Lekelenme hakkımızı acımasızca ihlal ettiler. Güya dosyada gizlilik var diye bize tek bir belge göstermeyen iddia makamı tüm uydurma iddiaları medyaya sızdırdı. Zira biz algı operasyonunun parçası olan yalanları çarşaf çarşaf yayınlayan bu yandaş medyadan öğreniyorduk. Süreç olgularla değil algılarla yönetildi. Üstelik bizi peşinen suçlu gibi göstererek masumiyet karesini çiğnediler.

-Hakkınızda ‘ihaleye fesat karıştırma’ iddiasıyla başka bir soruşturma ve ikinci bir tutuklama kararı var. İki tutuklamayı ve iddiaları nasıl yorumluyorsunuz?

İhaleye fesat karıştırmakla ilgili dosyada hakkımda tek bir iddia, tek bir isnat ve tek bir ifade yokken sırf içi boş terör dosyasından tahliye olursam tutukluğumu devam etsin diye bu dosya ile yedekleme yaptılar.

Savcı dosyada olmayan iddia, isnat ve kanıtların dışında, dosya ile taban tabana çelişen bir suç isnat ederek tamamen hukuka aykırı biçimde tutuklamaya sevk etti.

  1. Dosyada iki mülkiye müfettişinin raporunda “Başkan Özer’in ihaleye dair hiçbir hukuki ve fiili sorumluluğu” yok tespitine paralel şekilde aleyhte herhangi bir isnat veya tespiti bulunmuyor.
  2. Savcı buna rağmen dosyayı 3 kişiden oluşan bir bilirkişi heyetine göndermiş, bu üç bilirkişi de Ahmet Özer’in ihaleye fesat karıştırma konusunda hiçbir hukuki ve fiili sorumluluğu yoktur demiş.
  3. Üç bilirkişiden biri, olsa olsa görevi ihmal suçundan bahsedilir demiştir ki bu da tutuklama kapsamı içinde değildir. Kaldı ki bu tespit de doğru değil. Zira eğer ben sürece müdahil olsaydım asıl o zaman suç işlemiş olurdum.
  4. Dosyadaki diğer kişilerin, komisyon üyelerinin hiçbiri Başkan Özer’in dahli olduğuna dair tek bir beyanları olmamış. Hepsi de başkanın “İhale ile ilgili başkanın bize ne yazılı ne de sözlü bir telkini ya da beyanı olmamıştır” diye ifade vermişlerdir.
  5. Bütün bunlara rağmen savcı adeta kendiliğinden suç icat etme yoluna gitmiş ve ihaleye fesat karıştırma suçlaması ile tutuklamaya sevk ederek konu nöbetçi sulh ceza hakimliğine intikal etmiştir. Bu da bu yargılamanın hukuki değil siyasi olduğunun en bariz ispatıdır.
  6. Ayrıca bizim yönetimimiz ihaleyi yapmış ancak itiraz üzerine başlatmamış, hak ediş yapmamış, tek kuruş ödeme yapılmamıştır.
  7. Kayyım 31 Ekim 2024 tarihinde atandıktan sonra aralık ayı için 21/B yi uzatmış, ocak ayı itibariyle de yer teslimi yaparak ihaleyi başlatmış ve ödeme yapmıştır. Bir suç varsa kayyım işlemiştir. Ne var ki çifte standart burada da kendisini gösteriyor.

-Sizin sorgunuza katılan savcı ‘Dağ Sancısı’ kitabınızı okuduğunu söylüyor. Hem bu kitap hem yeni bir kitap taslağı hem de kimi dergiler suç delili olarak gösteriliyor. Dağ Sancısı kitabınızın tanıtım bülteni de oradaki kimi ifadeler de aynı şekilde. Yazıdan, kitaptan ortaya konmaya çalışılan suç isnatları size ne düşündürüyor?

  1. yüzyılın ilk çeyreğinde bir romandan suç üretmek iki şeye işaret ediyor.

1- Türkiye’nin AKP idaresinde 23 yıldan sonra düşünce ve ifade özgürlüğü açısından geldiği yeri gösteriyor.

2-Dosyanın boş olduğunu, doldurmak için çaresizce böyle deliller ile dosyanın içini doldurmaya çalıştıklarını gösteriyor.

Dağ sancısı tamamen kurguya dayalı bir aşk romanı aslında. Tek suçu içinde gerilla lafı geçiyormuş. Oysa içinde eşkıya, kanlı, terörist lafları da geçiyor? Şimdi bu amiyane deyimle laf mı? Nasıl bir ülkede yaşıyoruz, nereye gidiyoruz. Bir edebi eserden bir suç örgütü üyeliği üretmek neyle izah edilebilir? Nasıl bir aklın ürünü? Bu zaten her şeyi ortaya koyuyor.

Aynı şekilde benim haberimin bile olmadığı, ismini ilk kez sorguda öğrendiğim GOLİK diye bir mizah dergisi. Golik Kürtçede ‘buzağı’ demek. Yasaklı da değilmiş. Derginin sahipleri tanıtım amaçlı TBMM de dahil olmak üzere birçok yere gönderdiklerini açıklamışlar. Kaldı ki benim varlığından dahi haberim yok. Sırf ismi Kürtçe diye bir dergiyi derdest etmek, ondan suç üretmek bir taraftan bizim de desteklediğimiz barış süreci, öte taraftan Golik adında yasaklı olmayan bir dergiden suç isnadı? Ne diyeyim. Her şey apaçık ortada değil mi?

Bu durumu okurların izanına ve vicdanına havale ediyorum. Ön yargı ile yürütülen soruşturmanın, kovuşturma aşamasında düzeltileceğini inanmak istiyoruz. Zira hukuktan başka sığınacak bir yerimiz yoktur. Eğer hukuk kaybederse hepimiz kaybederiz.

-Geçen günlerde sosyal medya hesabınızdan bir çağrı yaptınız. ‘Bir siyasi kumpasla gözaltına alınıp tutuklanmamın üzerinden tam 6 ay geçti. 14 Mayıs’ta kayyuma karşı açtığımız ‘kayyum işleminin iptali’ talepli dava var. 23 Mayıs 2025 Cuma günü saat 10.00’da Silivri’de ise bu sözde terör dosyası ile ilgili duruşmam var. Hak, hukuk ve demokrasiden yana bütün dostlarımı bekliyorum.” Mahkemede nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?

14 Mayıs kayyuma karşı açtığımız iptal davası, idari davanın günü. Asıl mahkememiz ise 23 Mayıs’ta, 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde. Duruşma önce Çağlayan’da olacaktı, dava sonra her ne hikmetse Silivri’ye alındı.

Bizim davamız olumlu ya da olumsuz diğer davaları da etkileyecek, ilk olması bakımından. Bu davalar herkesin malumu siyasi. O nedenle siyasetle ancak püskürtülebilir. Bu noktada kamuoyu desteği önemli. Bizim davamız kamuoyu vicdanında mahkûm olmuştur.

Esenyurt’ta yapılan bir araştırmaya göre halkın yüzde 81’i bizim haksız yere tutuklandığımızı düşünüyor. Yanı sıra bu pazar seçim olsa yüzde 50 ile aldığımız seçimi yüzde 65 ile alacağımızı gösteriyor anketler. Herkes bu operasyonun Esenyurt’a kayyım atamak için planlandığını biliyor. Biz her şeye rağmen hukuka güvenmek istiyoruz. Çünkü bütün olan bitene rağmen hukuktan başka sığınacak bir yerimiz yok, kimsenin yoktur.

Vesselam tekrarda yarar var. Devletin dini adalettir. Demokrasinin ilk şartı da. Adalet zaafa uğrarsa devlet zaafa uğrar. Adaleti olan güvenin %20‘lere düştüğü yerde zaaf yok denebilir mi?

Kimse halktan aldığı yönetme yetkisini kendi kişisel çıkarları için kullanamaz. Aslolan halktır. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ve milletin olacaktır.

-19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu ve yakın çalışma arkadaşlarına başlatılan geçtiğimiz günlerde ikincisi gerçekleşen yargı operasyonlarının Türkiye’nin geleceğini nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

İmamoğlu’na yapılan yargı operasyonları Türkiye’yi siyasi, ekonomik ve diplomatik açıdan daha şimdiden çok olumsuz etkiledi. Siyasi olarak hukukun üstünlüğünün yerine üstünlerin hukukunun geçerli olduğu bir dönemin içine girdiğimiz açıkça görüldü. Ayrıca her bakımdan büyük bir belirsizlik var. Hukukun belirsiz olduğu bir yerde hukuk da özgürlükler de yoktur. Bir devlette hukuk yoksa, adalet yoksa birilerinin özgürlüklerini koruyacak hiçbir güç yok demektir.

Adalet bir ülkenin ruhudur. İktidar halkın rızasını kaybetti, dolayısıyla yönetme meşruiyetini de kaybetti. Ele geçirdiği devletin kurumlarını ve zor tekelini rızanın yerine ikame ederek iktidarını sürdürmek istiyor.

Türkiye özenilen başka ülkelere benzemez. Türkiye’nin dinamikleri böyle duruma izin vermez. Bunu 19 Mart darbesi Saraçhane direnişi ile gösterdi zaten. İktidarın bu gidişatı görüp yanlıştan dönmesi gerekir. Aksi taktirde demokratik açıdan kapanması zor derin sosyal yaralar meydana gelebilir. Ülke açısından daha şimdiden telafisi zor durumlar oluştu. Bu hukuksuzluk zaten kötü durumda olan ekonomiyi vurdu, krizi derinleştirdi, bir ekonomik bunalıma doğru gidiyoruz.

Yurt dışından para aranan bir dönemde kişisel hırslar yüzünden 55 milyar $ heba oldu. Faiz, döviz fırladı. Pahalılık arttı, yoksulluk katlandı, açlık dayanılmaz boyutlara ulaştı. Türkiye’nin kredi notu düştü, sabit sermaye yatırımları durma noktasına geldi. İşsizlik aldı başını gidiyor. Gençler ülkeyi terk etmek istiyor. Böyle bir ortamda bile sorumlu makamlarda olanlar, yönetenlerin yanlışlarını söylemek yerine onları alkışlayarak ülkeyi uçuruma sürüklüyorlar. Cumhurbaşkanı hükümet sistemi gerçeklikten koptu, siyaset durdu, merkeziyetçi bir yapı oluştu, oluşan bu yapıda seçilmişlerin yerine bürokrasi ülkeyi yönetmeye başladı.

İş yapan kurumlara ve işletmelere yurt dışı yasağı konulan bir ortama kim yatırım yapar. Ekonomik istikrarın temeli siyasi istikrardır. Siyasi istikrar tek adama değil demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygıya dayanır. Bir an önce bunlara dönülmezse varılacak yer pek iyi değil ve kimseye huzur getirmeyecek.

Bu katı, bürokratik merkeziyetçi yapıyı değiştirmemiz gerekiyor. Yasama, yargı ve yürütme vesayetten kurtarılmalıdır. Katılımda adalet, bölüşümde adalet, tanınmada adalet olmalı. Ve hepsinden önce hukuk sistemi adil olmalıdır. Bizim en büyük beklentimiz budur. Adalet, adalet, adalet…

 

 

Murat Sabuncu kimdir? 

Murat Sabuncu İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi bölümünü bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi'nde İşletmecilik Sertifikası programını tamamladı. İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde Medya ve İletişim Sistemleri konusunda yüksek lisans yaptı.

Dergi, gazete, radyo, televizyon, internet haber sitelerinde muhabirlik, editörlük, yayın koordinatörlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı yaptı.

En uzun süre Milliyet gazetesinde çalıştı. Tempo dergisinde genel yayın yönetmenliği, Fortune dergisinde kurucu yönetmenlik yaptı. Skytürk 360'da ekonomiden politikaya değişik programlar hazırladı, sundu. Halk TV'de yorumculuk yaptı. 

Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni oldu, ikinci ayında tutuklanıp Silivri Kapalı Cezaevi'ne gönderildi. Hapsedildiği cezaevinde 1,5 yıl tutuklu kaldı. 

T24'te köşe yazarlığı, yapıyor. 2016 yılından beri pasaportu ve sürekli basın kartı verilmiyor. Yargıtay'ın iki kere verdiği beraat kararına rağmen 7,5 yıl hapis cezası talebi içeren dosyası, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nda bekliyor.

Bölgeden tanıklıklarını ve izlenimlerini "Gazze: Mahsuscuktan Bir Aşk Hikâyesi" adıyla yayımlanan kitabında paylaştı. Sedat Simavi Gazetecilik Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti "En İyi Köşe Yazısı" ödülü ve Ayşenur Zarakolu Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü sahibi. Sorbonne'da hukuk doktorası yapan avukat oğlu, Nuri isimli bir kedisi var.

 

Yazarın Diğer Yazıları

TÜSİAD’da görüntü kuvvetli, ses 'eskisine göre daha zayıf', mesajlar dolaylı; ana konular, belirsizlik ve stratejik otonomi

Toplantıda simgesel anlamda önemli bir katılım vardı; TÜSİAD üyeleri yargılanan başkanlarını yalnız bırakmadı, dayanışma mesajı verdi...

‘Ötekinin’ mutsuzluğuna, acısına kayıtsız kalanların memleketinde ağlayabilen lider olmak

Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması sonrası sokağın sesini duyan, bunu siyasetinin merkezi haline getiren bir isim oldu. Ferdi Zeyrek’in haberini aldığı ilk andan itibaren hastanede, ailesinin yanında, vefat ettikten sonra cenaze arabasında, camide, mezarın içinde bir siyasetçi-lider olarak değil acıyı yaşayan bir ‘insan’ olarak var oldu. Güçlü olmanın bir simgesi olarak ‘ağladı’, toplumun kendini tanıması anlamında yeni bir aşamaya geçti

Özgür Özel’e Kılıçdaroğlu’nun çıkışlarını sordum: 31 Mart gecesi TRT birinci partiyi söyledi, delege söyledi, anketler ve meydanlar söylüyor, bana burada laf düşmez

Özgür Özel ’30 Haziran’daki davayla’ ilgili şunu söyledi: Bu davayı sonuç odaklı değil süreç odaklı bir dava olarak görüyorum. Partiyi tartıştırmak en büyük kazanımları. Bu yüzden akıllı olup partiyi tartıştırmamak lazım

"
"