11 Mayıs 2025

Zamanı düğümlemek

Bireyin kendi huzurlu, konforlu "zaman"ını bambaşka bir boyuta taşıyan bir akış de denebilecek olan toplumsal zaman, biraz da huzursuz edicidir. İnsanı diğer insanlarla yan yana durup ortak hafıza kurmaya çağırır; zihnini dürter, gel, der; körleşme, gözünü aç!

Belleğin Azmi, Salvador Dalí

Zaman kavramının katmanları nelerdir ve katmanlarda neler saklıdır, sorusu her zaman heyecan verici yanıtlara yol açmıştır. Aziz Augustinus, İtiraflar'da “Hiç kimse bana sormazsa biliyorum da biri sorup da ona açıklama yapmam gerektiğinde bilmiyorum. Buna rağmen bildiğimden eminim diyeceğim bir şey varsa o da şudur; hiçbir şey geçip gitmemiş olsa geçmiş zaman olmaz…” diyor. Değişik bir bakış açısı. Akıp giden, gelip geçen ve tanıklık edilen bir kavram olarak yansıtıyor zamanı. Oysa bir yere aktığı yok; belki de bazılarının ileri sürdüğü gibi bir helezon şeklinde yükselip gidiyor. Bizim ömrümüz de bir döngü şeklinde yükseliyor. Kimi zaman durup aşağıya bakıyoruz ve başımız dönüyor. Kendimizi aşağıda bir yerlerdeyken görüyoruz. Zamanda yolculuk gibi. Hiç eskimeyen o fantezi aslında gerçek. Zihnimiz sürekli bir zaman yolculuğu içinde. Hatırlama yetisini yitirmediğimiz sürece olağanüstü bir hızla zaman yolculuğu içindeyiz. Biz şu an'ı yaşadığımızı sanırken, o an aslında çoktan geçmiş zaman oluyor; biz onun geçmiş zaman olduğunu algılayana değin gelecek zaman önümüzde beliriveriyor. Bunu en yoğun şekilde yolculuklarda hissetmez miyiz; bir otobüsün, trenin, otomobilin penceresinden akıp giden manzara, geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanı bir arada yaşatır bize. Bu an'lar da birikip durur. Sonra dönüp bakarız; yani hatırlarız. Baktıkça hissettiğimizse gerçekte bir baş dönmesi halidir. Zamanın başımızı döndürmesi sanatın ruhu olabilir mi diye sormak isterim. Yaratıcılık o baş dönmesinin oluşturduğu bir şey değil midir? Eski bir fotoğraf, bir defterde unutulmuş bir cümle, bir pencerede silinmemiş bir çift göz, belleğimize çakılmış bir ses, geçmişten gelip bugüne düğümlenerek zihnimizi ateşleyip bir şiire, öyküye, romana şarkıya, resme dönüşebilir. Zamanı olduğu yerde durdurabilir, helezonun döngüsü sözcüklerle, seslerle, renkler ve çizgilerle yeniden şekillendirilebilir. Sanatın zaman ötesi olması da belki buradan geliyor.

Elias Canetti, biriken zamanı, şimdiki zamanın yaşanması olarak düşünmüştür. Körleşme'de "Ah, bir ortadan kaldırılabilseydi şu şimdiki zaman. Dünya üzerindeki tüm mutsuzluklar, yeterince gelecekte yaşayamamaktan kaynaklanıyordu" der. Romanın bir yerinde de "Bir gün gelecek, tek bir geçmiş tüm insanları barındıracaktı; geçmişten başka bir şey var olmayacaktı, çünkü herkes yalnızca geçmişe inanacaktı” der.

Bütün bunlar zamanın bireysel bir his olarak algılanmasından doğuyor. Canetti'nin kendi dünyamıza kapanmamızı da bir tür körleşme olarak görmesi bu nedenle. Ancak öte yandan toplumsal bir zaman da var. İbrahim Dizman Canetti de böyle düşünüyor olmasa tüm insanları tek bir geçmiş zamanın barındıracağına vurgu yapmazdı.

Bu ikili zaman algısını düşünmeme sebep Selda Bağcan'ın bir X paylaşımı. 19 Mart sürecindeki protestoların öncüsü gençlerin söylediği şarkılara gönderme yapan Bağcan "Yuh Yuh, yazılmasının üzerinden 60 yılı aşkın zaman geçmesine rağmen bugün Z kuşağı ile yeniden gündemde" diye yazmış. Bu paylaşımı okuyunca düşündüm: Bireysel zaman algısı ile toplumsal zaman algısı buluştuğunda mı akıp gideni düğümleriz? Örneğin bugün 70'li yaşlarının sonuna yaklaşan 68 kuşağı da, 1970'lerin hercümercinden geçmiş olanlar da, Gezi'de ağaçlara sarılanlar da ve İstanbul Üniversitesi'nden Beyazıt'a, oradan Saraçhane'ye akanlar da aynı şarkıları söylüyorsa bunun adı geçmiş ve şimdiki zamanı birbirine düğümlemek değil midir? Toplumsal duyarlılığı zamanın ırmağına bırakıp kuşaktan kuşağa geleceğe taşımak değil midir?

M.Heidegger, bu soruya yanıt verircesine zamanı insanın anımsaması, şimdiki an’ı yaşaması ve geleceği öngörme becerisiyle ilişkilendiriyor. Ayrıca, insanın kendi var oluşunu zaman içinde inşa ettiğini söylüyor. Bu, fikirler, hayaller, arzular, beklentilerle yoğrulmuş insanlık mücadelesi için de böyledir ve hiçbir toplumsal mücadele zamana yenik düşmez ne Türkiye'de ne başka bir yerde...

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Haluk Oral'la söyleşi-II: "Yazarların, şairlerin hayat zenginliğini biriktiriyorum"

Haluk Oral, Orhan Veli'nin "edebiyat tarihçisi bulsun" dediği kişilerin, "Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya" dediği konuların ve elbette Orhan Veli'den kalan izlerin peşinde yıllardır

Edebiyat arkeoloğu Haluk Oral'la söyleşi - I: "Ceviz Ağacı, saklanma değil, olağanüstü bir hasret şiiridir"

"İstanbul'u çok özleyen şairin hasret şiiridir. Güya sevgilisiyle buluşacakmış Gülhane Parkı'nda, polis gelmiş, o da ceviz ağacına tırmanıp saklanmış, Piraye gelmiş onu görememiş, tabii polis de bulamamış. Bu bir uydurma"

Yazılmamış bir romanın iki kahramanı

Kritovulos’un Fatih’i, fethederken fethedilmeyi de göze alan bir kahraman. İyi bildiği Yunancanın yapıtlarını özgün biçimiyle okuyan, İstanbul’da bilim insanlarıyla, sanatçılarla sohbetlerinde pekiştirdiği “Helen uygarlığı”na ilgisini hep koruyan biri

"
"