13 Temmuz 2025

Sözcükler başka yazılır, başka okunur

Her bir sözcük bir buzdağına benzer; suyun altındaki devasa bölüm gibi, kelimelerin de işitenin, okuyanın bilemeyeceği, bazen hatta kullananın bile farkında olamayabileceği bir bilinçaltı anlamı vardır

Oscar Wilde, kitaplığımda sık sık gözüme ilişen yazarlardan. Dahası, zihnimde büyüyen bir soru işaretinin huzursuzluğuyla kütüphanemin önünde, kitapların sırtlarına bakıp dururken bir deniz feneri gibi ışıldayıp bana yardımcı olabilen yazarlardan o. Düşünsel derinliğini edebiyatla buluşturan; kelimelerin içini doldurmasını bilen yazarlardan da denebilir. Onun "Sözcükler başka yazılır, başka okunur" cümlesi, kelimelerin bir kaleydeskop gibi her durumda başka bir anlama dönüşmesini anlatır bana hep.

Sözcükler ve onların hayatımızdaki yerinden söz ediyorduk bir arkadaşımla. Yalnızca edebiyatla çerçevelenemeyen, günlük hayat içinde de varlığımız için tutunacak bir dal olan sözcüklerden; tür olarak hayatta kalabilmemizin temel gereçlerinden biri olan dilden söz ediyorduk. Geçmişte, derslerimde, dille anlamın buluşmasını konuşurken, evrendeki varlıkları, nesneleri ve onların bağımsız ya da birbiriyle ilişkili devinimlerini sonsuzlukla tanımlayabildiğimizi ama onları anlamlandırmak için kullandığımız dilin ne kadar sınırlı olduğunu, bunun anlama, kavrama, ifade etme yeteneğimizi nasıl kısıtladığını örneklemeye çalışırdık. Bunu hatırlattım arkadaşıma. Hayat sonsuz bir hızla çoğalıp derinleşirken, zavallı dil buna sözcük mü yetiştirebilirdi? Yaşamımıza katılan, zihnimizde kendine bir yer edinen her yeni sözcükle dünyamız biraz daha zenginleşiyordu bu yüzden.

Oscar Wilde

Bir başka açıdan baktığımızda; dünya için "önce bir toz ve gaz bulutuydu" deniyor ya, bu hayat dediğimiz olgu için de geçerli. Sadece nesneler ve varlıklar varken bir hayat yoktu diyebiliriz, mecazi anlamda. Ne zaman ki bir spermin yumurtayla buluşması gibi, nesneler ve varlıklar anlamla buluştu; işte o zaman zihnimizde bir hayat başladı. İç dünyamız duygularla zenginleşti. Ve işte o zaman söz değerini buldu.

Bunları konuşurken birden aklıma gelmişti: Oscar Wilde, Fuat Sevimay'ın ustalıklı çevirisiyle yayımlanan Sosyalizm ve İnsan Ruhu'nda şöyle diyordu: "İnsanoğlunun gerçek mükemmelliği, sahip olduklarında değil, insan olarak ne olduğunda saklıdır." Doğruydu; ancak bu tanımlama hayatta sahip olduğumuz nesnelere ilişkindi. Sahip olduğumuz dil ise ne olduğumuzu saklayan (ve bazen ele veren) bir olguydu. Bir adım daha ileri gidersek; bizi biz yapan belki de kelimelerimizdi; kendimize açılan yolu başkaları için aydınlatan da onlardı. 

Oscar Vilde, "sözcükler başka yazılır, başka okunur" derken, dış dünya ile iletişim kurmak amacıyla kendimizi ifade etmeye çalıştığımızda çoğu zaman içine düştüğümüz umarsızlığa mı değiniyordu bilinmez ama kullandığımız hiçbir sözcük gerçekten de tam olarak anlatmak istediğimizi ifade edemez. Çünkü kendi içimizde kurduğumuz son derece kişisel dünyamızda sözcükler bambaşka anlamlara gelebilir. Her bir sözcük bir buzdağına benzer; suyun altındaki devasa bölüm gibi, kelimelerin de işitenin, okuyanın bilemeyeceği, bazen hatta kullananın bile farkında olamayabileceği bir bilinçaltı anlamı vardır. Gün içinde ulu orta, çok da düşünmeden, karşımızdakinin nasıl anlayacağını hesap etmeden kullandığımız ve çabucak eskittiğimiz dilin gerçekte bambaşka anlamlar içerebileceğini söyleyen Jung, kelimeleri "sözcük çağrışım yöntemi" ile bilinçaltına inen merdiven olarak kullanır. Bu işin bilimsel yanı; gündelik hayatımızda ise duyguların dışavurumu ve kelimelerin taşıdığı anlamların yönlendirdiği tercihler söz konusudur. Başka türlü söylersek; her cümlede düşünülmüş ama vazgeçilmiş bir sözcüğün boşluğu vardır. O boşluğu jest ve mimiklerle doldurmaya çalışırız bazen. Bir özürle, bir teşekkürle, belki bir gülümsemeyle doldurmaya çalışırız. Belki bir şarkıyla, bir şiirle, belki hatta bir dokunuşla doldurmaya çalışırız. Ah, yetmeyen kelimeler!

O yetmeyen kelimelerdir ki hayatın sonsuz akışı içinde kendimizi de karşımızdakini de anlamak için çabalamamızın yine de yegâne aracıdır. Hayatımıza istediğimiz gibi günler, aylar, yıllar ekleyemeyiz ama yaşadığımız günlerin içine yepyeni anlamlar, hayatlar katabiliriz kelimelerle. Ya da Teoman'ın şarkısındaki gibi: "Biliyorum artık çok zor/ Kuracak yeni bir hikâyem yok/ Yine de uğraşıyorum rastgele/ Bu eskimiş kelimelerle" der ve avunuruz.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Hangi tabular yıkıldıysa, daha beterleri yükseldi

Pınar Kür her öyküsünde, romanında bir anda toplumsal gerçeği yüzümüze çarptığı gibi, bireyin iç dünyasına tedirgin edici bir cesaretle girebiliyor, bulduklarını birçoklarınca "cüret" denebilecek açıklıkla anlatabiliyordu

Dimdik yaşadım, sen de beni dimdik kucakla, al götür

Nice Aziz Nesinlik olay yaşadık, yaşıyoruz. Kendi yaşamını hiçe sayarak bazen öfkeyle, bazen gülümseyerek söylediği, yazdığı, uyardığı tehlikeler bir bir gerçek oldu. Bugün, ülkemizin gerçek aydınlarından biri olan Aziz Nesin'i ne kadar anlayabildiğimizi sorgulama zamanıdır

Aynı gökyüzü, aynı keder

Adları hiç önemli değil. Onlardan biriydi çakmağını çakıp Madımak Oteli’nin perdelerini tutuşturan. Sonra onu izledi diğerleri. Kaderi kedere dönüştürmüşlerdi

"
"