29 Haziran 2025

Aynı gökyüzü, aynı keder

Adları hiç önemli değil. Onlardan biriydi çakmağını çakıp Madımak Oteli’nin perdelerini tutuşturan. Sonra onu izledi diğerleri. Kaderi kedere dönüştürmüşlerdi

İbn Haldun'un "coğrafya kaderdir" sözü, son yüzyılda çok daha fazla anlam kazandı; çünkü uluslar kendi varlıklarını yaşadıkları coğrafyayla özdeşleştirerek inşa etmeyi hızlandırdı, varlık nedenlerini bunun üzerine oturttu, kendini diğerlerinden ayıran sınırları kesinleştirdi ve o sınırları genişletme derdine düştü. Ama hiçbir ulus acıları yok edemedi; kimse mutlu olmadı. İnsanlığın uygarlık yolundaki birikimi, varlığını inşa ederken yaşanan kaosu aşmada yeterli olmadı, olmuyor. Coğrafya yaşayanlar için kaderdir ama aynı zamanda Şeyhmus Diken'in bir kitabına ad olduğu gibi coğrafya kederdir. Biz, Anadolu insanı, bunu yüzyıllardır derinden yaşayarak toplumsal belleğimize kaydettik. Yaşadığımız topraklar iki arada bir derede kalmışlığın coğrafyası. Hep burada olanlar, buraya gelenler, buradan gidenler; birbirimizi ite kata; kendi varlığımızı ötekine egemen kılmayı önceleyerek yaşadık durduk ve bu toplumsal hayatımızda durmadan kanayan yaralara yol açtı.

Bu onulmaz yaralardan biri de 32 yıl önce Sivas'ta açılmıştı. Bu ülkenin düşünen, yazan, çizen insanlarının hiç ama hiç aklından çıkmayan o katliamla ilgili yazmak bile öyle zor ki. Hele de hatırlayanlar için! 2 Temmuz 1993'te Anadolu'yu saran akşam karanlığı sadece toplumsal belleğimizde değil, kişisel hafızamızda da simsiyah bir leke olarak kaldı, silinmiyor, sileneceği de yok! Çünkü, kimini yapıtlarından bildiğimiz, kimini birebir tanıdığımız onlarca insan yakılmıştı. Bu son cümle bile tek başına ruhumuza çöreklenmiş o karanlığın hiç aydınlanmamasına sebeptir! Öte yandan, biraz yakın tarih okuyanlar, geçmişe nesnel bakmaya çalışanlar için bambaşka bir karanlık görüntü ortaya çıkmıştı ertesi gün gazetelere yansıyan fotoğraflarda. O yangını çıkaranları, o nefret dolu haykırışları, kendinden başkasına yaşam hakkı tanımayan duruşları, ölümü kutsayan bakışları biliyorduk; sadece o fotoğrafta değildiler, yakın tarihimizin bütününe yayılmışlardı. Asıl korkunç olan buydu!

Sivas'ta, Madımak Oteli'nin önünde duranları tek tek hatırladık hepimiz: Biri 1949 yılında, mahkeme salonunda görülmüştü ilkin. Donuk gözlerle çevreyi gözlüyordu sanık sandalyesinde. Duruşunda tekin biri olmadığı hissini veren bir tuhaflık vardı. Yüzünde anlaşılmaz bir rahatlık olduğu fark ediliyordu. “Memlekete komünizmi getirecekti” diyordu. Rahatlığının nereden kaynaklandığını yıllar sonra anlayacaktı, o gün mahkeme salonunda bulunanlar. “Sabahattin Ali’yi ben öldürdüm” diyordu ama ardındakileri, bağlantılarını, buyruğu kimden aldığını bütün tetikçiler gibi gizliyordu. Herkes biliyordu ki bu katil yalnız değildir, tek değildir, bir kişi değildir…

Sivas'ta, elinde benzin bidonuyla vahşi bir sırtlan gibi bekleyenlerden birini başka bir suçtan yakalanıp diğer suçlarını itiraf etmeye başladığında tanımıştık. Bedreddin Cömert'i öldürdüğünü rahatlıkla söyleyebilmişti. O Bedreddin Cömert ki edebiyat alanında parlak bir akademisyendi. Suçu devrimci olmaktı. “Nasıl ki emekçi halkın egemenliğini istiyoruz, aynı şekilde emekçi halkın ifadesi olan bir sanatı da istemek hakkımızdır” diyordu Cömert. Adları hâlâ kimilerince “kahraman” sayılıp sokaklara adları verilenlerin onu katletme buyruğu verdiklerini katilin itiraflarından öğrendik. 

Kimdi, her yeri, herkesi öldürmeye ya da yakmaya kararlı bu insanlar? Kimler yönlendiriyordu onları? Savcı Doğan Öz de 1978 yılında bu soruyu sormuştu. Hukuka inanan bir savcıydı. Sorularının ardında yanıt belirmeye başlayınca, aynı kişiler, yıllar sonra Madımak önünde ellerinde benzin bidonları ile göreceğimiz kişiler, evinden çıkıp arabasına bineceği sırada katlettiler onu. Sorduğu soru yanıtsız kalmalıydı; kaldı da. Hukukun gereğini yapabilse, Cevat Yurdakul da katledilemeyecekti, Musa Anter de. Aynı soruların peşindeki Uğur Mumcu da yaşıyor olacaktı, işçi sınıfının gür sesini meydanlarda haykıran Kemal Türkler de…

Olmadı; 1980'de Türkçenin tarihin derinlerinden gelen tadını öykülerinde hissettiren Ümit Kaftancıoğlu kurşunlandı. Katili bulundu, tutuklandı. “O solcuydu, komünistti, onun için öldürdüm” dedi, bitmeyen bir ezberle. Mahkeme heyeti, tıpkı Sabahattin Ali’nin, Bedreddin Cömert’in katilinin karşısındaki heyet gibi tedirginlikle sordu: Kim azmettirdi seni? Katil, tek tek isimler saydı ama onlar yok sayıldı. Katil, ömür boyu hapse mahkûm edilmişse de tıpkı Sabahattin Ali’nin katili gibi birkaç yıl sonra serbest bırakıldı. Onu da Madımak önünde görmüş olabiliriz!

Böyle böyle 2 Temmuz 1993’e geldik. İçimizde derinleşen yarayı, büyüyen sancıyı yok saymamız olanaksız; tarihe bakınca, acılar zincirinin hepimizin gözü önünde birbirine eklendiğini görmemek imkânsız.

O fotoğrafı hatırlayın: Otel yanmaya başlıyor ve önünde yüzlerce kişi ateşin artması için çabalıyor. Sabahattin Ali’nin katili de oradaydı, Bedreddin Cömert’in de, Doğan Öz’ün de. Abdi İpekçi’nin katili mi en öndeydi? Bahriye Üçok’a bombalı paketi yollayan mı tutuyordu benzin bidonunu elinde? Metin Göktepe’yi katledenler mi çakmakları elde fırsat kolluyordu yoksa Hrant Dink’i hayattan koparanlar mı?

Evet, gördük; onlardı, kesinlikle onlardı, tanıyoruz. Adları hiç önemli değil. Onlardan biriydi çakmağını çakıp Madımak Oteli’nin perdelerini tutuşturan. Sonra onu izledi diğerleri. Kaderi kedere dönüştürmüşlerdi. Asıl unutmamamız gereken bu. Zira, bu memlekette hayat tıpkı o ateşin içinde yitirdiğimiz Behçet Aysan’ın dizelerindeki gibidir:

"bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti
değişen hiçbir şey yok,
ölüm hariç.
aynı gökyüzü, aynı keder"

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sin Palabras: Kelimeler olmadan

Fotoğraf da kâğıt ve mürekkepten oluşur ama mucizevi bir şekilde kelimeler olmadan anlatır hayatı. Belki bir doğum günü, belki bir düğün, belki bir ayrılık öncesi son hatıra: "Bu suretim hatıra olsun size..."

İnsan, kâğıt ve mürekkep

Mektuplardaki seslenişler; arzular, hayaller, beklentiler şimdilerde bir tuşa dokunarak saniyeler içinde ulaşıyor istenilen kişiye. Yazılma ve gönderilme hızında da tüketiliyor haliyle. Peki mürekkeple buluşmuş kâğıtlarımızın azalması hayat yoksulluğu değil midir?

Doç. Dr. Bahriye Çeri ile söyleşi: İstanbul'u edebiyatın izinde gezmek heyecan verici

Doç. Dr. Bahriye Çeri, "İstanbul Edebiyat Haritası'nın ilk baskısı yayımlandıktan sonra da peşini bırakmamıştım. 17 yıldır, nerede, ne okusam hep bu bağlamda bilgilere baktım, araştırmaya devam ettim ve gördüm ki çalışmayı çok daha geliştirebiliriz. İkinci baskı böylece ortaya çıktı" diyor

"
"