06 Temmuz 2025
Aziz Nesin
Aydın, kime denir? Bu sorunun yanıtı bizim ülkemizde muhtelif. Genellikle üniversite bitirmiş kişilere (merdiven altı üniversiteler dahil) aydın deniyor. Hele yüksek lisans, doktora filan varsa, basbayağı aydın yani. Anadolu kentlerinde birkaç kitap yayımlamış olmak da bazıları için aynı sıfatı yüklenmeye yeterli sayılıyor. Yani diplomalarla, belgelerle, kitaplarla ölçülebilen bir şey bizde aydın olmak. Sosyal medyada ya da televizyonlarda şu cümleleri duymak sıradan oldu: "Ben bir aydın olarak..." Son yıllarda bir de "kanaat önderi" diye bir kavram uyduruldu. Daha çok küçük kentlerde boy gösteren bir sıfat bu. Her şeyi bilen, ağır abi gibi bir şey! Oysa aydın olmak gerçekte bambaşka bir olguya karşılık geliyor. En başat ölçüt, düşünsel ve sosyal konfor alanının içinde hapsolmamak, özgür ve özgün fikirlerle ortada olmak denebilir.
Türkiye'de aydın olmak denince ilk akla gelen adlardan biri Aziz Nesin'dir. Tam 30 yıl önce bugün yitirdiğimiz Aziz Nesin. 2 Temmuz Madımak Kıyımı yıldönümlerinde yeniden yeniden konuştuğumuz, andığımız Aziz Nesin. Kitaplarını eline almamış herhangi bir okuryazarın olmadığı Aziz Nesin. Adıyla bir özdeyişe dönüşmüş Aziz Nesin.
Yusuf Ziya Ortaç, Aziz Nesin'i anlatırken onun için değil de sanki gerçek bir aydın için betimleme yapmıştı: "O, Türkiye'de yalnız üç yerden yakınlık görmüştür: Biri okurlarından. Ama bu yakınlık, sağdan soldan gelmiş mektuplar ve gönüllerde gizlenmiş sevgilerden öteye gitmez. Öbür iki yakınlık ya emniyet müdürlüğünün yakınlığıdır ya sıkıyönetimin!"
Aziz Nesin'le ilgili anılarını "Asılacak Adam Aziz Nesin" adıyla kitaplaştıran Demirtaş Ceyhun, ülkemiz aydınının kaderini eksiksiz yaşayan Aziz Nesin'in çileli hayatını şöyle özetlemişti: "Aziz Nesin İnönü döneminde Birinci Şube'ye götürülmüş, gözaltına alınmış, tutuklanmış, hapsedilmiştir. Polislerce evi didik didik aranmıştır. Menderes'in (güya demokrasi) döneminde gözaltına alınmış, tutuklanmıştır. Cemal Gürsel döneminde tutuklanmıştır. Süleyman Demirel döneminde (...) Birinci Şube'de gözaltına alınmıştır. 12 Mart fırtınasında başı derde girmiş midir bilmiyorum ama 12 Eylül'de yurtdışında bulunduğu için gözaltına alınmaktan kılpayı kurtulmuştur. Çatalca'daki Vakıf'a gelen güvenlik güçleri, kendisini bulamayınca, oğlu Ateş Nesin'i gözaltına almışlardır bu kez de."
Ceyhun'un özetlediği bu hayat serüvenine işsiz bırakılmayı, sürgünleri, tehditleri, kurşunlamaları da eklemek gerek elbette. Ancak o tüm bunları trajik bir olay olarak yansıtmamış, tersine sonradan bir özdeyişe dönüşecek "tam Aziz Nesinlik olay" olarak ti'ye almıştı. Tam üç kez öldürülmek üzere kurşunlandığından söz eder hayatını anlatırken. Bunu bile gülmece ürünü olarak yazmıştır. Sanki gerçekte namlular ona doğrultulmamıştır da romanlarından, öykülerinden bir bölümdür anlattığı: "İstanbul'dan Çatalca'ya döneceğim. Topkapı'dan bir otobüse bindim. Tam Büyükçekmece'ye yaklaştığımız sıralarda çok sıkıştım. Çatalca'ya kadar dayanmam olanaksız, neredeyse altıma edeceğim. Çaresiz Büyükçekmece'de indim otobüsten. Akşam karanlığında çevreye de şöyle bir göz atıp ıssız bir elektrik direğinin dibine gittim. Görünürlerde kimse yoktu. Direğin dibinde çişimi ediyorum, birden ilerdeki taşların üzerinden kıvılcımlar çıktı" Elektrik kablolarının koptuğunu ve kısa devre olduğunu zanneder. İşini bitirir, ileride birilerini görür, yanlarına gider ve elektrik direğinde tel mi koptu, diye sorar. Adamlar hayretler içinde "Farkında değil misin, birileri seni kurşunladı" derler.
Devlet, onu hapisle, sürgünle, işsizlikle, açlıkla, kurşunlara hedef göstererek engellemeye çalışırken, gerçek bir aydın ve özgür fikirli bir yazar olmanın bedelini zaman zaman sol kesimin şimşeklerini de üzerine çekerek ödemiştir. 1977'de, Vatan gazetesinde masal üslubuyla "Büyük Grev" adında bir öyküsü yayımlanır. İşçileri greve çıkaran, ancak uzun süre direnemeyen, patronun stokları eritmesini sağlayan ve sonra grevi kazandık diye sona erdiren sendikayı eleştirmektedir. Dönemde en etkin sendikalarından olan Maden-İş'in grevini ima ettiği hemen anlaşılır. O günlerde sol camiada baskın güç olan TKP ile yakınlığı bilinen Maden-İş'in eleştirilmesi cesaret isteyen bir iştir. Yazarlar, şairler, gazeteciler, sendikacılar, TKP etkisindeki Politika gazetesinden yaylım ateşine tutarlar Aziz Nesin'i. Ne faşistliği kalır ne hainliği! Hatta Barış Derneği'nin bir gecesinde yüzlerce kişi tarafından yuhalanır, "Aziz Nesin sen Nesin?" sloganları eşliğinde salondan ayrılmak zorunda kalır. Sonraları öyküyle aynı adı taşıyan kitabında, hakkında yazılanları ve onlara verdiği yanıtları bir araya giterecektir. Bugün bu kitabı okurken düşünsel ve toplumsal konfor alanının dışına çıkabilme cesareti gösteren Aziz Nesin'i bir aydın olarak daha iyi anlayabiliyoruz.
Aziz Nesin, bilindiği gibi hayatının en büyük trajedisini Sivas'ta yaşamıştır. 2 Temmuz 1993'te Madımak Oteli'nde, "Sivas Aziz'e mezar olacak" diye saldıran güruh, onlarca yazar, şair, müzisyen ve genci yakmış, Nesin canını zor kurtarmıştı. Yine de düşündüklerini yüksek sesle söylemekten çekinmedi. Korkmamış mıdır hiç, diye sorulabilir. Bunun yanıtını ben günlüklerinde bulmam mümkün:
"Korku, en insani duygudur. Benim iktidarlara başkaldırışımı görenlerden kimi beni korkusuz insan sandılar. Oysa ben korkarım. Ne var ki bende, başkalarına yararlı olacaksa, doğru bildiğimi, inandığımı söylemek, açıklamak duygusu, korku duygusuna her zaman üstün gelmiştir. Korkarım, yine söylerim."
Korktu, söyledi, vazgeçmedi; ta ki 5 Temmuz 1995'e kadar. Son Konuğuma Mektup adlı öyküsünde ölüme şöyle seslenmişti:
"Bir yaşam boyu çektiklerimi az bulup bana bir de sen çektirmeye kalkma. Her ne çektimse hepsine güleryüzle katlandım, onları salt kendim bildim. Üzünçlerimi kendime sakladım, sevinçlerimi elle bölüştüm. Sonum da böyle olsun isterim (...) Dimdik yaşadım, sen de beni dimdik kucakla, al götür (...) Yaşamayı haketmeye çalıştığım gibi ölümü de haketmek istiyorum. Bu hakkı bana tanı! Çünkü bu sonsuz güzellikler açan güzelim dünyaya ben de gücümce güzellikler katmaya çalıştım."
Tam 30 yıl geçti onsuz. Nice Aziz Nesinlik olay yaşadık, yaşıyoruz. Kendi yaşamını hiçe sayarak bazen öfkeyle, bazen gülümseyerek söylediği, yazdığı, uyardığı tehlikeler bir bir gerçek oldu. Bugün, ülkemizin gerçek aydınlarından biri olan Aziz Nesin'i ne kadar anlayabildiğimizi sorgulama zamanıdır.
İbrahim Dizman kimdir? 1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi. 1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı. İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi. Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor. Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı. Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. Kitaplarından bazıları: Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020 Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018 Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016 Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016 30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010 Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007 Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006 Belgesel filmleri: Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010 Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012 Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016 Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018 Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020 |
Mektuplardaki seslenişler; arzular, hayaller, beklentiler şimdilerde bir tuşa dokunarak saniyeler içinde ulaşıyor istenilen kişiye. Yazılma ve gönderilme hızında da tüketiliyor haliyle. Peki mürekkeple buluşmuş kâğıtlarımızın azalması hayat yoksulluğu değil midir?
Doç. Dr. Bahriye Çeri, "İstanbul Edebiyat Haritası'nın ilk baskısı yayımlandıktan sonra da peşini bırakmamıştım. 17 yıldır, nerede, ne okusam hep bu bağlamda bilgilere baktım, araştırmaya devam ettim ve gördüm ki çalışmayı çok daha geliştirebiliriz. İkinci baskı böylece ortaya çıktı" diyor
Pınar Kür her öyküsünde, romanında bir anda toplumsal gerçeği yüzümüze çarptığı gibi, bireyin iç dünyasına tedirgin edici bir cesaretle girebiliyor, bulduklarını birçoklarınca "cüret" denebilecek açıklıkla anlatabiliyordu
© Tüm hakları saklıdır.