20 Nisan 2025

Kalemini cebine koyup kalbini eline alarak...

Gözlemlerimle biliyorum ki birçok yazar ve şair, toplumsal mücadelenin yükseldiği, coşkulu bir nehir gibi aktığı zamanlarda kalemini cebine koyup kalbini eline alarak alanlara çıkıyor; çünkü hayat edebiyatın biricik kaynağıdır, çünkü özgürlük mücadelesi bir edebiyatçı için kelimelerinin sonsuzluğu demektir

Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir, 1968'de Cause du Peuple adlı devrimci gazeteyi satıyor

Üretkenliğiyle tanınan bir yazar arkadaşımla söyleşirken "Son haftalarda tek cümle yazamadım. Adaletsizliğin girdabındaki ülkenin haline üzülmekle, gençlerin parlak direnişinin heyecanı arasında gidip geliyorum ve özellikle gençleri izlemek, onların yanında durmak, yazıyor olmaktan daha anlamlı geliyor" demişti. Buna şaşırmadığımı söyledim. O, karamsarlıkla iyimserlik arasında çarpışan duyguların ortasında kaldığını anlatırken benim aklıma Nurettin Eşfak gelmişti. Nâzım Hikmet'in Kurtuluş Savaşı Destanı'nda Dördüncü Bab'da konuşur Nurettin Eşfak. Ankara'da, Kuyu Kahve'de oturmuş bir mektup yazmaktadır:

Kardeşim,

Sana bu mektubu Ankara'da Kuyulu kahvede yazıyorum.

Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon

                     kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,

Dışarda yağmur...

Mektepten istifa ettim.

Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.

Çocuklarımıza Türkçe okutmak,

öğretmek, sevdirmek onlara

              dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,

                                                       kendi dillerini,

                                                                güzel şey,

                                                                  büyük şey.

Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cephede

                                                            daha büyük

                                                            daha güzel.

Biliyorum :

            iş bölümünden bahsedeceksin.

Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek,

bozkırda ateş hattına girmek

                                       haksız ve hazin

                                                 bir iş bölümü.

Nuretten Eşfak'ın "haksız ve hazin bir iş bölümü" dediği tam da arkadaşımın içinde çarpışan duyguları anlatıyordu aslında. Yazar yalnızlığın kozasında kelimelerle yol alsa da, o yalnızlıkla yan yana duran ve her an onun yerine geçebilecek olan çoğul olma hâli dört duvarı aşıp odaya dolmuyorsa, kitlelerin heyecanı kelimelerin sesi haline gelmiyorsa, ne yazılsa eksiktir, ne söylense yarımdır. Fransız yazar Annie Ernaux "Yazmak benim gözümde geniş anlamıyla her zaman siyasi bir eylemdir. Dünyanın ve bireylerin resmini çizmek, Roland Barthes'ın söylediği üzere dilini hangi toplumsal çevreye dahil edeceğini seçmektir" derken yazarın yazınsal dilinin soyut, uzak, bireysel bir dünyaya ait olmaktan toplumsal olmaya doğru yol almasını gerektiğini vurguluyordu.

Büyük edebiyat yapıtlarına biraz da bu gözle bakmak gerekmez mi? Yaşar Kemal, okurların çoğunun gözünde "masum deli" olan Don Kişot için "Okuyunca yeni bir dünya buldum. Günlerce etkisinde kaldım. Cervantes bütün insanlığımı, yüreğimde sakladığım birçok gizi açıklamıştı. Bir karanlığa gömülmüş, sonra da içimde bir yücelme olmuştu” demişti. Büyük yazarları hatırlayın; tümü bir şekilde politik mücadelenin içinden süzülüp gelmişler ve bunu ustalıkla "insanlığın hâli"ne evriltip yazmışlardı. Dostoyevski'de de Tolstoy’da da, Victor Hugo'da da; hepsinin yapıtlarındaki o büyük büyük cümleleri kazıyın altından ateşli fikirler çıkacaktır.

Tam burada Jean Paul Sartre'ın Bulantı'daki o cümlesini hatırlıyorum: "Yapayalnızım ama bir kente yürüyen ordu gibiyim..." Bu cümleyi yazdıktan çok yıllar sonra büyük aşkı, sevgilisi yazar Simone de Beauvoir ile meydanlardaydı. Avrupa 68 öğrenci eylemleriyle sarsılıyordu. Büyük bir devrimci dalga tsunami gibi yaklaşıyordu. Fransa'da yasaklanan Cause du Peuple adlı devrimci gazeteyi gençlere, komünistlere destek vermek amacıyla sokak sokak, meydan meydan dolaşarak satmaya başlamıştı. Onun Fransız toplumunu sarsan bu eylemi, gençlerin özgürlük hareketini daha bir ateşlediği gibi birçok sanatçıyı da harekete geçirmişti. Örneğin sonraki yılların Oscar'lı yönetmeni François Truffaut’nun “Bu eylemi Sartre ile birlikte yapmak bir onurdur" dediği söylenir. Sartre, gazeteyi satarken kısa süreliğine gözaltına da alınır ama özgürlüğünden alıkonulamaz. Zira bu Sartre'ın ilk toplumsal eylemi değildir. Bundan önce de, Cezayir, Fransa'ya karşı bağımsızlık savaşı verirken, yazar bütün kalbiyle Cezayir'i desteklemekle kalmamış, sokaklarda bildiri de dağıtmıştı.  Dönemin Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle'e, Sartre'ın tutuklanmasının protestoların önünü alacağını söylediklerinde "Sartre tutuklanamaz, o Fransa'dır" dediği bilinir.

Bizim edebiyatımızda da her kuşağı derinden etkilemiş büyük yapıtların çoğunluğu direnişin, mücadelenin izlerini taşırlar. Onları kaleme alan yazarlar da o mücadelenin içinden süzülüp gelenlerdir.1970'lerde on binleri dolduran alanlarda çınlayan Nâzım Hikmet, Ahmet Arif, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin şiirlerini alev almış birer kelime topu olarak görmek mümkündür. O yazarlar ve şairlerdir ki ister evleri olsun ister bir hücre; dört duvar arasındaki yalnızlıklarını çoğulluğun sonsuz ufkuyla buluşturabilenlerdi. Çünkü susmak, çünkü görmemek, umursamamak kelimelerin rengini soldurur, büyüsünü yok eder.

Gözlemlerimle biliyorum ki birçok yazar ve şair, toplumsal mücadelenin yükseldiği, coşkulu bir nehir gibi aktığı zamanlarda kalemini cebine koyup kalbini eline alarak alanlara çıkıyor; çünkü hayat edebiyatın biricik kaynağıdır, çünkü özgürlük mücadelesi bir edebiyatçı için kelimelerinin sonsuzluğu demektir. Yazarların, şairlerin yapayalnızlığını bir ordu kadar çoğulluğa dönüştüren "adalet" kelimesi de bugünlerde bir kelimeden çok daha fazlasını simgeliyor ülkemizde.

 

 

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yazılmamış bir romanın iki kahramanı

Kritovulos’un Fatih’i, fethederken fethedilmeyi de göze alan bir kahraman. İyi bildiği Yunancanın yapıtlarını özgün biçimiyle okuyan, İstanbul’da bilim insanlarıyla, sanatçılarla sohbetlerinde pekiştirdiği “Helen uygarlığı”na ilgisini hep koruyan biri

Hayat bildiğimiz bir hikâyedir

Hikâyenin bir yerinde sormak gerekir: Dört mevsim var doğada; peki ama beşinci bir mevsim beklentisi yok mudur insanın içinde?

Hikâye denilen gerçek

Çocukluğumda her bahar, aynı bacanın, aynı direğin üstünde görürdük leylekleri. Kasabanın dekorunu tamamlayan doğal ögeydiler ve bizden biri gibi yaşarlardı birkaç ay

"
"