25 Mayıs 2025

Hayat bildiğimiz bir hikâyedir

Hikâyenin bir yerinde sormak gerekir: Dört mevsim var doğada; peki ama beşinci bir mevsim beklentisi yok mudur insanın içinde?

Casablanca filminde unutulmaz bir diyalog vardır; kadın, âşık olduğu Rick'e sorar "Dün gece neredeydin?" Rick, arkası dönük, umursamazlıkla yanıtlar kadını: "Çok uzun zaman geçti, hatırlamıyorum." Bu kez, "Akşama ne yapacaksın, seni görebilecek miyim?" diye sorar. Rick'in yanıtı, bir önceki soruya verdiği yanıtla birleşince daha bir anlam kazanır: "Akşama çok var, o kadar uzun süreli planlar yapmıyorum!" Bu yanıtı yaralı bir kalbin hayata ilişkin ümitsizliği olarak da okuyabilirsiniz ama filmden çekip alın, gündelik yaşamın içine yerleştirin; işte o zaman Nilgün Marmara size fısıldayacaktır: "Zaman geçmekte fakat hayat akmamaktadır."

Zaman ve hayat arasındaki görünen ve görünmeyen bağlar, tıpkı o unutulmaz filmdeki gibi sımsıkı sarar günlerimizi. Nilgün Marmara'nın dediği gibi gerçekten de zaman geçer, zaten tersi mümkün değil; ama hayat akmayabilir. Çünkü hepimizin hayat diye bildiği şey bize verilmiş hazır veridir; defalarca denenerek kanıtlanmıştır. Siz onu kendi bildiğinizce akıtamazsınız! Size ait olmadığı ve yönetemediğiniz için de belirlenmiş akışa çaresizce uyacaksınız. Doğacaksınız, çocukluk ve gençlik denilen pırıltılı zamanları yaşayıp sonradan özlemek için biriktireceksiniz; eğitim denilen zorbalığın tezgâhından istenilen şekle girerek çıkacaksınız. Sonra iş arayacaksınız, binbir güçlükle bulacaksınız. Uruguay'ın yakınlarda kaybettiğimiz eski cumhurbaşkanı Jose Mujica'nın dediği gibi, işten kazandığınız parayla bir şey satın aldığınızda ödemeyi parayla yapmayacaksınız gerçekte. Ödemeyi yaşamınızdan, para kazanmak için harcadığınız zamanla yapacaksınız. Para kazanmak için harcadığınız zamanın içinde sınırlandırılmış yaşamın hay huyuna karışıp gideceksiniz. Bu hayat nedir böyle, der gibi olduğunuzda çevreye bakmaya başlayacaksınız ama göreceğiniz en belirgin şey sizden habersiz çekilmiş dikenli teller olacak; o telleri aşıp çıkmanıza toplumsal kurallar, elalem ne der'ler, doğal mobeseler engel olacaktır. Bir de üstüne Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız fazla bakmayacaksınız çevreye; maazallah başınıza olmadık işler gelebilir; sus ve yaşa!

Bu anlamıyla hayat bildiğimiz bir hikâyedir aslında... Günlerin solmuş renkleri arasında yaşanan da değil, sadece okunan, bazen de okunmasına bile fırsat verilmeyen bir hikâye.

Oysa hikâyenin bir yerinde sormak gerekir: Dört mevsim var doğada; peki ama beşinci bir mevsim beklentisi yok mudur insanın içinde?

Rüzgârın aynı yönden estiği, yağmur bulutlarının hep aynı taraftan geldiği, aynı seslerin aynı yerlerde çınladığı sokakların dışında başka yerler çağırmaz mı insanı hiç?

Her gün perdeyi açtığında gördüğü bir manzarası vardır herkesin; görülmek istenen bambaşka bir manzarayı hayal etmez mi insan hiç?

Herkes, her gün bir yolu yürür, aynı gökyüzünün altında atar adımlarını; ancak yürümek istediği bambaşka bir yol yok mudur, nereye gidiyoruz, diye soranlar için?

Dört duvarı, penceresi, koltuğu, yatağı, mutfağı, albenili eşyaları ile bir evi var herkesin, ancak bütün bunlardan arınmış halde olmayı istediği bir başka ev fikri yok mudur kimsede?

Selamlaştığı, konuştuğu, dertleştiği, sohbet ettiği insanları var herkesin; selamlaşmak konuşmak istediği, omuz başında hissetmek istediği, elini omzunda görmek istediği hayal ya da gerçek başka birileri yok mudur peki?

Akşamları oturduğu, bir balkonu vardır birçok kişinin örneğin; ama bir başka balkonda hayattan birkaç saat çalabilmeyi istememiş midir hiç insan?

Bunları çoğaltabiliriz ya da başka türlü söyleyebiliriz: Evet hayat bildiğimiz bir hikâyedir aslında ama onun bizi heyecanlandıran yanı, sorular ve yanıtlarıyla o hikâyenin her an değiştirilebilecek kurgusu ve o kurguya katılabilecek karakterlerdir. Bu da onu okumaktan yaşamaya geçiş demektir. Casablanca'yı izlediyseniz, hayatın bir anda bir rastlantısal mucizeyle nasıl akmaya başladığını da görmüşsünüzdür. Einstein bunu "hayatı yaşamanın iki yolu vardır" diye açıklar "biri hiçbir şeyin mucize olmadığını düşünmek, diğeri her şeyin mucize olduğunu düşünmektir."

Filmde, Elsa, hayatın karmaşası karşısında ümitsizlik içinde "Dünya harabeye dönerken biz âşık olmakla uğraşıyoruz" der. Oysa, dünya bin kez harabeye dönse de hayat kurgusunu değiştirecek olan yine insanın kendisi ve onu var eden duygularıdır.

Yazının başında aktardığım repliği, ilk kez, yazlık bir sinemanın tahta sandalyelerinde filmi izlerken duymuştum. Duymuştum, diyorum, çünkü bir yandan yıldızları ve onları arada gizleyen ama sonra lacivert gökte akarak yeniden pırıltılarla ortaya çıkaran bulutları izliyordum. Sahneyi kaçırmıştım fakat o diyalog zihnime yerleşti. Ürpertici bir gerçekti bu. Zaman akıyordu ama hayatlar akmayabiliyordu ve ne olacağını bilmeden bekliyorduk. Çok sonraları Oscar Wilde'dan öğrenmiştim bunun anlamını: "Yaşamak, yeryüzünde en nadir rastlanan şeydir, insanların çoğu, yalnızca var oluyorlar o kadar."

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Edebiyat arkeoloğu Haluk Oral'la söyleşi - I: "Ceviz Ağacı, saklanma değil, olağanüstü bir hasret şiiridir"

"İstanbul'u çok özleyen şairin hasret şiiridir. Güya sevgilisiyle buluşacakmış Gülhane Parkı'nda, polis gelmiş, o da ceviz ağacına tırmanıp saklanmış, Piraye gelmiş onu görememiş, tabii polis de bulamamış. Bu bir uydurma"

Yazılmamış bir romanın iki kahramanı

Kritovulos’un Fatih’i, fethederken fethedilmeyi de göze alan bir kahraman. İyi bildiği Yunancanın yapıtlarını özgün biçimiyle okuyan, İstanbul’da bilim insanlarıyla, sanatçılarla sohbetlerinde pekiştirdiği “Helen uygarlığı”na ilgisini hep koruyan biri

Hikâye denilen gerçek

Çocukluğumda her bahar, aynı bacanın, aynı direğin üstünde görürdük leylekleri. Kasabanın dekorunu tamamlayan doğal ögeydiler ve bizden biri gibi yaşarlardı birkaç ay

"
"