11 Mayıs 2025

Yerini doldurmak ya da doldurulan yerde olmak: Sınıf atlamanın edebiyata yansıması

İnsanın sınıf atlama çabasının sürecine toplumbilim kaynaklarıyla tanıklık edilebilir ve bu çabanın psikolojik yanı da incelenmeye değerdir elbette. Edebiyatın sanat metinleri özellikle de roman ile ayrıca sinema ve tiyatro, sınıf atlama çabasının yansımalarıyla zenginlikler barındırır

“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” sözü, oldum olası bir çelişki hissi uyandırır bende. Önceki uyarılarda ‘yeri’ bilinen kişiden başkalarına yönelik olumlu davranışlarıyla daha iyi olması beklenirken bu uyarının tekinsiz kişisinden beklenen ise kendisinin ‘ne/kim’ olduğunu belirleyip etrafına güven vermesidir. Sınav mantığıyla bakıldığında, ‘Mevlana bu sözü hangi gerekçeyle söylemiş olabilir’ sorusuna verilecek karşılık, popüler şarkının “başkası olma, kendin ol” sözlerine ilham olmuş ‘kendi kendimiz olmak’ felsefesine götürür bizi. Kendisi olamamış kişi, bu tamahkârlığının bedelini yüksektekilerin gözünden düşmekle ödemiştir çok zaman. Haddini ve yerini bilememiş kişi için aşağıda olmak bir eksikliğe işaret sayıldığından hor görülür buna karşılık çoklukla ‘yanlış anlaşılmak’ riskini barındıran yüksek yerlerin de esenlik yeri olmadığını hesap etmek gerekir.

Mevlana’nın uyardığı kişiyi bir tarih anekdotuna bağlamak istiyorum. Alman filozof Schopenhauer’dan öğrendiğim(iz)e göre (Seçkinlik ve Sıradanlık (2008; çev. Ahmet Aydoğan) zamanın Milano dükü Galeazzo Visconti (1351-1402), aralarında şair Petrarca’nın (1304-1374) da olduğu bir topluluğu sarayında ağırlamaktadır. O günde, dükün çocuk oğlu -geleceğin Milano dükü- da nasılsa oradadır. Baba Visconti, oğulcuğundan “orada hazır bulunanlardan en akıllı adamı bulup seçmesini” istemiştir. Kalabalığa bakıp oradakilerle göz göze gelen çocuk, herkesi bir güzel “süzdükten sonra” kararını vermiş, “Petrarca’nın elinden tutup onu babasına” götürmüştür. Schopenhauer, ilgili anekdot sözünü, “tabiat insanlar arasındaki bu imtiyazlıya (mümtaz kimseye) vakarının-asaletinin damgasını o kadar açık bir şekilde vurmuştur ki onu bir çocuk bile ayırt edebilir” yargısıyla bitirir. Öyle görünüyor ki hümanist şair Petrarca, mutasavvıf şair Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” uyarısını içselleştirmiş kişilerdendir.

“Biz sözleri eklerle yaratır, yok ederiz
Türer yeni yeni sözler eklerden.
Ektir sıfat yapar ismi
Fiil olur bir ekle bir yansıma
Ekten doğar bir isim aslında fiilken.
Tanrı, tanrısal, tanrıca
Sevmek, sevgi, Sevim
Sıfatlar, isimler bu yoldan türer.
Ekler olmasaydı nasıl yaratılırdı
Evden, resimden; evler, resimler? 

Kimi insanlar da tıpkı buna benzer
Türer yeni yeni kişiler eklerden
Yoksula ekle para, zengin! Cahile ekle bilgi, bilgin!
Düşün neler kattığını bir adama
Örneğin yiğitliğin. 

Bir kimseyi eklerdir çıkarır yukarlara
İletir kişiyi Kaf dağına bir para
İnsanlığa yükseltir insanı bir aşk
Varılır yücelere eklenen çabalarla. 

Ama ekler eldekini alır da!”

Behçet Necatigil’in “Ekler” şiirinden aldığım dizelerle Türkçemize yerleşmiş ‘sınıf atlamak’ sözüne tanıklık edilebilir. Bu işlek söz, özetle ‘yukarı çıkmak’ olarak tanımlanabilir. Okuma yazmayı öğrenerek okula başlayan bazı çocuklar, sınıf atlayarak bir üst sınıfa başlardı -yani atlatılırdı- vaktiyle şimdi durum nedir, bilemiyorum. Evcilik oyunlarında anne, baba, gelin, öğretmen, polis benzeri kişiler olan çocuklar, oyun bitince kendi yerlerine dönerler. Bir dahaki oyuna kadar rol bekleyen çocuklar bu yer değişikliğini hiç de yadırgamaz. Sinema ya da tiyatro oyuncularının rol/sınıf değişikliğini de çocuklarınkine benzetiyorum. Düşününüz ki sahnede ‘kral’ rolündeki bir oyuncu, oyunun bitiminde kendi ev sahibiyle kira pazarlığı yapmaktadır. Oyuna dalıp da yemeğe geç kaldığı için annesinden azar işiten çocuğa benzer oyuncunun bu rol çatışması. Sınıf atlamanın bir de ‘ekonomik’ ölçekli boyutu vardır ki bu yazımda edebiyata yansıyan yönüne baktığım da budur. Benimkisi, sınıfların tarihindeki o ‘savaşım’ değil de kendisini bir biçimde aşağıda görenlerin yine kendi kıvrak zekâlarının yardımıyla statü ya da ekonomik olarak üstte gördüklerinin yanında yer alma çabalarıdır.

İnsanın, sözünü ettiğim bu sınıf atlama arzusuna başlangıç biçme çabasının yararı yok lakin Âdem ile Havva, kendi ‘düşüş’ hikâyeleriyle kendilerinden sonrakilerin yükselme hayallerini parlatmışlardır gibi geliyor bana. Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi (1977) kitabının “Kazık” maddesinde; insanların doğaya karşı topluca direndiği günlerde “içlerinden biri çıkacak, bir toprak parçasının çevresine kazıklar çakıp, burası benimdir, diyecektir” deyişiyle eşitliğin bozulduğunu ve ardından “güçlülerle güçsüzler tartışacak, çıkarlar çarpışacak, toplumsal sorunlar tartışılacaktır” sözleriyle bir zaman belirliyor ki burayı insanın ‘sınıf atlama’ isteğine başlangıç alabiliriz belki. Belki bundan sonradır ki her birimiz ‘yanlış yerde uçan kuş’ ya da ‘yanlış bahçede açan çiçek’ görmüşüzdür kendimizi. Kendi yerimizden memnun değiliz ama aradığımız yeri/sınıfı tam da kestiremiyoruz. Üstüne üstlük, olmak istediğimiz yerin icaplarından haberdar değiliz, kazara atlayabilirsek orada nasıl karşılanacağımızı da pek bilmiyoruz. Bu, belki de insanın kendisini oluşturma sürecidir.

Orhan Veli, yerinin bilincindeki sokak kedisini konuşturur “Kuyruklu Şiir”de, öyle ki o, tam da ‘olduğu gibi’ görünendir. “Uyuşamayız, yollarımız ayrı;/ Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;/ Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;/ Benimki aslan ağzında;/ Sen aşk rüyası görürüsün, ben kemik,/ Ama seninki de kolay değil, kardeşim;/ Kolay değil hani,/ Böyle kuyruk sallamak tanrının günü.” Sokak kedisi, “kuyruk sallamak” deyimiyle sınıf atlamanın bedelini anlatır ki bu öyle yenilir yutulur ifade değildir, bilenleri bilir. Bu kuyruk sallama, en çok da siyasal yaşamdadır. Yerinden memnun ciğercinin kedisi, “Cevap” yazarak üst sınıfın haysiyetini kurtarmaya çalışır: “Açlıktan bahsediyorsun;/ demek ki sen komünistsin./ Demek bütün binaları yakan sensin./ İstanbul’dakileri sen,/ Ankara’dakileri sen…// Sen ne domuzsun sen.” Düşünce Tarihi kitabının “Kazık” maddesi, işte bu iki kedinin sınıf çatışmasıdır.     

Osmanlı şairi Şeyhulislam Yahya’nın “Taklid-i zağ kebk-ı hiramânı güldürür” (Kargaların, salınarak yürüyen keklikleri taklit etmesi sadece güldürür) dizesi, La Fontaine’in sınıf atlamayı ‘alakarga’ üzerinden anlattığı “Tavus Tüyüne Bürünmüş Alakarga” hikâyesine yakındır: “Bir tavustan dökülen tüyleri alakarga/ Alıp kendi vücuduna uydurdu;/ Hemen tavuslara koştu kabara kabara;/ Pek güzel olduğunu sanıyordu./ Ama biri tanıdı bunu, başladı alay:/ Kahkaha, ıslık, yuha, küfür, kalay./ Bir olup zavallıyı yoldular didik didik./ Tekrar hemcinslerine sığındı bu alık bay;/ Oradan da sepetlendi üstelik./ İnsanlar içinde de çoktur alakargalar./ Ötekinin berikinin eserini çalar,/ Yutturmağa çalışırlar herkese./ Hiçbir şey söyleyecek değilim korkmasınlar;/ Varsın görünsünler hâlleri ne ise…”  La Fontaine’in sınıf atladığını sanan alakargası, Mevlana’nın “olduğu gibi” görünememişken “göründüğü gibi” de olamamış kimliksiz kişisidir.

Mihail Bulgakov (1891-1940) Köpek Kalbi (2012; çev. Meltem Suzanne Berton) romanında rejim eleştirisi yaparken ilginç bir sınıf atla(t)ma hikâyesine tanık eder okuru. Ünlü bir cerrahın sokakta bulduğu köpeği ameliyat edip bazı organlarını insanınkilerle değiştirmesiyle rejimin ‘burjuva’ yerine ‘proletarya’ sınıfına öncelik vermesi alaya alınır. Bazı organları değiştirilen köpek, masadan kalktığında yarı hayvan yarı insandır. Operasyonla ‘proletarya’ kimliği kazanan insan köpek, sistemin işleyişindeki açıklardan yararlanıp bir de statü kazanır, “işçi sınıfına karşı” oldukları ya da Rus votkası varken “İngiliz votkası” içme gibi nedenlerle yöneticileri tehdit eder ve ÇEKA üniforması giyerek baskınlar düzenler, doktorun odasına bile el koyar. Bütün bunları yaparken de çişini olmadık yerde ve biçimde yapar ne yazık ki. Sosyalist rejimin ‘eşitlik’ ilkesini uygulama görevini laboratuvar ürünü yarı insan köpek yavrusuna vermek Bulgakov’a pahalıya mal olsa da sınıf atlayan tartışmalı köpek belleklere yerleşmiştir. Köpek Kalbi’nin sonundaki “Epilog” bölümünde profesörün, “Her konuşanın insan olmayacağını bilmeniz gerekir.” savunması, Fuzuli’nin’nin dizeleriyle benzeşiyor: “Eylesen tûtîye tâlim-i edâ-yı kelîmât/ Sözü insan olur ammâ özü insan olmaz.”

Ömer Seyfettin’in “Bir Hatıra” (Vakit, 7 Haziran 1918; öykücünün bazı kitaplarında “Rütbe” adıyla) öyküsünü okuyunca kullanımı yaygın olmasa da “Yağ yiyen köpek tüyünden bellidir.” sözünü düşünmemek olmaz. Yayımlanış tarihine bakılırsa öykünün hedefinde İttihat Terakkiciler vardır. Ömer Seyfettin, vaktiyle birlikte yol yürüdüğü sınıf atlamış İttihatçıları alaya alırken Refik Halit Karay’ın Meşrutiyet vurguncusu Kâni (İstanbul’un İç Yüzü, 1920) karakterinin tesadüf olmadığını bilelim istemiştir. Öyküde tartışılan, ünlü bir yabancının “La grade degrade” sözündeki anlamdır. Öykünün felsefe meraklısı genç anlatıcısına, sözün aradığı anlamının, ‘rütbe, haysiyeti düşürür’ olduğunu söyleyen riyaziye muallimi, ucu Lafontaine’e varan açıklamalar yapar: “Hâsılı herkesin kendi nefsine mahsus hususi bir haysiyeti vardır. Bu şahsi haysiyet herkesin tabiatına o kadar girifttir ki… Nasıl anlatayım? Mesela her hayvanın kendisine mahsus şekli, tüyü, sesi gibi… Sarı gagalı beyaz bir kaz ne kadar tabii, ne kadar mantıkîdir. Ama şimdi bu kazın rengini yeşile boyasalar, gagasını ördek gibi yassıltsalar, ne tuhaf olur. Yahut fino köpeğinin kafasına bir çift eşek kulağı, gergedan boynuzu takılsa… Kedi kişnetilse… At hırlatılsa… Düşün, mahlûklar ne kadar maskara olurlar! İşte insanlar da böyledir. Kendi içtimai seviyelerine, tabii mevkilerine uymayan bir vaziyet onlarda ibram edildi mi hemen düşer, rezil rüsva olurlar.” Riyaziye mualliminin anlattıklarına örnek ise tarlasında maden bulan cahil köylünün bir anda sınıf atlayarak ‘paşa’ olduğunu halka duyurma maskaralığıdır. Tanzimat şairi Ziya Paşa, “Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma?/ Zer-dûz pâlân ursan eşek yine eşekdir.” (Özü kötü olan insanlara giydiği üniforma (makam, yetki) soyluluk verir mi hiç? Eşeğe, altından yapılmış semer vursan bile eşek yine eşektir.) diyor ya aynen öyle. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği biterken sokağa çıksanız peşine taktığı birkaç adamıyla çarşı pazar dolaşıp “ben paşayım, bana bakınız’ der gibi dolaşan şarlatanlar yoksa da her yeni dönemin rüzgârında havayı iyi koklayarak sınıf atlamış “tenzil-i kadr ü haysiyet” örneği, tavus kuşuna özenen alakargaları tanıyabiliriz.

Sınıf atlamayı ekonomik sermayeli bir kazanım görüyoruz çünkü zamanın gözleri dışa odaklı içe bakan yok gibi. Evimizle semtimizi ve arabamızı değiştirmek, pahalı mekânlarda veya yurt dışında tatil yapmak, marka giysiler almak, büyük mağazalardan alışveriş yapmak ve pahalı yerlerde yemek yemek, doğup büyüdüğümüz çevreyle bağlarımızı koparmak… Kazanımlarımız, önünde sonunda ‘ekonomik kazanç’ kalıp zihinsel bir iç yolculukla kültürel zenginliğe dönüşmez de “ekler eldekini alır” giderse ‘alakarga’ şaşkınlığına düşmek var işin sonunda. Sınıf atlamak, yerinden memnun olmayanın kendini değiştirmeye yönelik iradî bir hamlesidir aslında. Jules Renard’ın, “İnsan kendi özgünlüğünü edinmeden önce nelere katlanıyor.” (Yazmak Üzerine Notlar, 2014; çev. Orçun Türkay) sözünü, kişinin kendisini eğiterek ve bunun için de kendinden bedel ödeyerek kendisini bir üstte olan kendine/insana taşıması olarak görüyorum. Bu tür sınıf atlamanın kazanımları, yalnızca ekonomik olanın aksine ‘göstermek’ için değil dışarıyla ‘paylaşılmak’ içindir, paylaşıldıkça da değeri artandır.

İnsanın sınıf atlama çabasının sürecine toplumbilim kaynaklarıyla tanıklık edilebilir ve bu çabanın psikolojik yanı da incelenmeye değerdir elbette. Kendi adıma, insanın bu hikâyesi için sanat eserlerine bakılmasından yanayım. Edebiyatın sanat metinleri özellikle de roman ile ayrıca sinema ve tiyatro, sınıf atlama çabasının yansımalarıyla zenginlikler barındırır.

Hasan Öztürk kimdir?

Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu.

Yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisindeki yazılarıyla başlayan Hasan Öztürk, sonraki yıllarda; -bir iki yazısıyla adı geçenler sayılmazsa- Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Polemik, Liberal Düşünce, Dergâh, Arka Kapak adlı dergiler ile K24, Gazete Duvar ve Aksi Sanat adlı sanal ortamlarda yazdı.

Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa sürelik (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı "kitap kültürü" dergisini yönetti ve dergide yazdı.

2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında, Roman Kahramanları ve Kitap-lık dergileriyle T24 Haftalık ve Sanat Kritik adlı sanal ortamlarda aralıklarla yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017), Üç Duraklı Yolculuk (2021), İktidarın Gölgesi ve Roman (2022) ile Yazdıkça ve Yaşadıkça Edebiyat (2024) adlı kitapları yayımlandı.

Hasan Öztürk'ün ilk yedi kitabını konu edinen "Hasan Öztürk'ün Eleştirel Denemeciliği" (Zeynep Şule Şahin, Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir 2023) adlı yüksek lisans tezi hazırlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Mario Vargas Llosa’yı ‘edebiyat’ sözleriyle uğurlamak…

Marquez, Fuentes ve Cortazar ile birlikte bir ‘dalga’ oluşturduğu Latin Amerikalı yazarların son temsilcisi Llosa, ölümünden sonra da çokça konuşulacağa benziyor

“Gençlik başımda duman, ilk aşkım ilk heyecan”; kazın ayağı öyle değil artık!

Gençler ayrımcılık istemiyor, gücü eline geçirenlerin ötekileştirdiği de olmak istemiyor ve onlar birbirlerini seviyor. Kaderleri herhangi bir kişinin iki dudağı arasında olmasın istiyor ve gençler, kimin için daha çok ölünür yarışına sokulmayı doğru bulmuyorlar

Seksen beş yılın sorusu: ‘İçimizdeki Şeytan’ dışarı çıktı mı?

Her geçen gün içeriği boşaltılan, cehaletin güç eliyle örgütlendiği bu dünyada, “İlkbahar gibi bir mevsimi olan bu dünya, üzerinde yaşanmaya değer…” diyen Ömer’in, “Hayat sahiden yaşanmayacak kadar küçüklükler ve bayağılıklarla dolu!..” çelişkisiyle yaşıyoruz

"
"