20 Nisan 2025
“Başı dertte olmayana kolay gelir
Dertliye akıl öğretmek, yanıldın demek.”
Aiskhylos / Zincire Vurulmuş Prometheus
Selim İleri’nin “Kapalı İktisat” öyküsünü okumamış olsaydım “Kadro” dergisinin Şubat 1933 tarihli 14. sayısının bir bölümü bu öyküye epigraf seçilmiş başyazısından ne zaman haberdar olurdum, bilemiyorum. Andığım başyazı, çok zaman devletinden beklentisi olmuş gençlerden bu kez devletin beklentilerini uyarıcı bir dille gösteriyor. İmzasız başyazının yazarları, kuruluşunun henüz onuncu yılındaki rejimin bu on yıllık sürede “her yaşta” insanından “on beş milyon genç yarattık” dediği günlerde, devrimlerin geleceği için gençleri mücadeleye çağırmaktadır. Sözünü ettiğim başyazıdan, bu yazıyı yazdığım 2025 Mart’ının sonlarına gelinceye dek handiyse yüz yıllık zamanın gençleri, başyazıyı okumamış olsalar bile kendilerinden beklenen ‘rejim için mücadele’ davetine türlü biçimlerde icabet etmişlerdir. Kendi hesabıyla rejimin davetine ses verdiğini düşünen gençler, bu uzun süreçte çok zaman rejimin güçleriyle karşı karşıya geldiklerinde durumu önce şaşkınlıkla karşılamış ardından da yılgınlığa düşmüşlerdir. Gençlerin, imzasız başyazı sonrasındaki uzun yıllarının bu çelişkisi, ‘yukarıda atlar tepişir, aşağıda çimenler ezilir’ sözüyle anlatılabilir.
Kendilerinin yaptıkları ya da kendilerinden beklenenler yönüyle gençlerin sözü edildiğinde kendi adıma Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kuşak karşılaştırmasıyla yüzleşiyorum: “Yolun büyüğü küçüğü yoktur. Bizim yürüyüşümüz ve adımlarımız vardır. Fatih, yirmi bir yaşında İstanbul’u fethetmiş; Dekart da yirmi dört yaşında felsefesini yapar. İstanbul bir kere fethedilir. ‘Usul üzerine konuşma’ da bir kere yazılır. Fakat dünyada milyonlarca yirmi bir, yirmi dört yaşında insan vardır. Fatih veya Dekart değillerdir diye ölsünler mi?” Gençlerin çokça konuşulduğu 2025’in Mart ayı sonlarında bu yazımı yazarken Tanpınar’ın sözlerine baktım yeniden. Yazı, gençlere ‘yaşını bil, sıranı bekle’ deme yanlışından dönelim istiyor.
İleri’nin, epigrafıyla politik vurgusu anlaşılacak öyküsünde Sadrazam Koca Hasan Paşa’nın siyasal bilgiler okumuş torunu olan politik yaşamdan uzak, keyfince yaşamayı seven bir anlatıcı vardır. Vaktiyle cinsel deneyimler yaşamış ve bu yaşadıklarını söz yerindeyse hasıraltı etmiş anlatıcı, Nedret adlı evli bir kadın ve onun Amerikalı hocası Bay Cek Cansın ile karşılaşınca zihinsel evrim yaşar, toplumunun sorunlarına döner. İleri, statü için politik direncini terk eden bu paşa ailesinin torunu anlatıcısında Bay Cek Cansın aracılığıyla ‘halk bilgisi’ ile ‘politik bilinç’ oluşturmak için Amerikalı hocaya Tanpınar’ın “Teslim” adlı öyküsünden bölümler okutturur. Türkiye’deki toplumsal yaşamın anlatıcı gençteki politik bilinci zayıflatan etkisini gideren Nedret’in doğum sırasındaki ölümüyle yeniden içe kapanan anlatıcı, tekrar kendi zevk dünyasına döner. Nedret’in gelişiyle adeta kendi içinden dışarı çakan anlatıcı, onun gidişiyle politik bilincini kaybederek yeniden kendi içine gömülmüştür.
“Kapalı İktisat” öyküsünde, biri öykünün içinden diğer ikisi de “Kadro” dergisinden alınan üç epigraf vardır. Dört paragraflık ilk epigraf, andığım imzasız başyazının başlangıç kısmıdır. Diğer epigraf ise Yakup Kadri’nin, adı geçen derginin Kasım 1933 tarihli 23. sayısındaki, “Türk İnkılâbında üslup” başlıklı yazısının son paragrafıdır. Başyazının alıntılanan bölümünde yeni Türkiye ile onun gençleri; faşist İtalya, Sovyet Rusya ve yeni Almanya ile millî sorumlulukta karşılaştırılıp bizdeki yetersizlik vurgulanmıştır. Yazısında Fransız ve Rus devrimleriyle ilgili açıklamalar yapan Yakup Kadri de “bizimki ile müvazi olarak yaşamakta olan iki millî inkılap” karşısında Türk inkılabının “vekarın, sadeliğin ve samimiyetin ifadesi” olan bir edebiyat üslubuyla anlatıldığını söyleyerek yazısını tamamlar.
Önemini, yüz yıl sonraki gençlik eylemleriyle ilgisine bağladığım bu imzasız Cumhuriyet başyazısının dilini kışkırtıcı bulduğumu söylemeliyim. Başyazının, ‘Şapka Kanunu’ sonrasında Bursa’daki olumsuzluklar karşısında gençlerin tepkisizliği üzerine yazıldığı anlaşılıyor. İtalya, Rusya ve Almanya, kendi devrimlerini karşı güçlerden korunmayı gençliğine bırakmışken bizde böyle olmamış, “inkılâp aleyhine yürümek küstahlığını gösterenlerin karşısına Evkaf müdürleri ve Zabıtaibelediye memurları” gönderilmiş, gençlik ise pasif kalmıştır. Şapka karşıtı olup da “türbelerin dibinde, şadırvanların yalağında türeyen çıyanlar Cümhuriyet memurlarının şahsında rejimin şerefini sokmağa çalışırken” şehrin aydınları ‘piyes’ ya da ‘konser’ ile meşgul olmuş, gençler de “şuurlu reaksiyon” göstererek devrim karşıtlarını bertaraf etmemiştir. Sonunda Atatürk şehre giderek olaya bizzat el koymak zorunda kalmıştır. Öykünün epigrafı, “Gençlik müesseselerini politikalaştırmayacağız diye, inkılâp nesline uslu ve kâmil bir çelebi terbiyesi vermekte olduğumuzun acaba farkında mıyız?” sorusuyla tamamlansa da başyazının devamında kültürel etkinliklerle uğraşan Cumhuriyet gençlerinin politik çekingenliğine yönelik oldukça sert eleştiriler vardır.
Bu gençlik yakınması, epigrafa konu başyazıyla sınırlı değildir. Örneğin, Şevket Süreyya’nın, aynı derginin Nisan 1932 tarihli sayısındaki yazısından öğreniyoruz ki 1930’da Sivas’a gelen Başvekil İsmet Paşa, istasyonda “devletin demiryolu siyasetini” anlatmak için “bir eseri çamurlara çalınmak istenen bir sanatkârın, bir akidesi hakarete uğramış bir müminin, zaptolunmaz tehevvürü” ile konuşurken faşist İtalyan Balilla’sının heyecanından yoksun inkılâpçı Türk gençlerine sitem yollamaktadır. Başyazının son paragrafının, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” ilkesiyle ters üç cümlesini de aktarayım: “Kültür bir genç inkılâpçı için yorgunluklarını giderecek ve gönlünü tazeleyecek bir vasıtadır. İnkılâp rejimine kültür kapsından girilmez. Kültürün bahçesine inkılâp rejiminin sarp yamaçlarından aşılır.”
Kadro’nun başyazısı ile İleri’nin öyküsünü gençlikle yan yana getirerek okudum. Sadrazam Koca Hasan Paşa’nın siyasal bilgiler okumuş torunu, başyazıda yakınılan duyarsız gençleri temsilen öyküdedir. Öykücü, kendi içinde yaşayan genci içinden dışarıya çıkarmak için antifaşist Nedret ile onun yabancı hocasının aracılığına başvurmuştur. Bu zihin açma eyleminde asıl önemlisi, anlatıcıya “Ülkenizin durumu sizi ilgilendirmiyor mu?” diye soran Amerikalı hocanın, neleri okuduğunu merak ettiği Türk gencini Tanpınar’ın öykü karakteri Emin Bey’in hikâyesiyle aydınlatmasıdır. “Teslim” öyküsünün, tren istasyonundaki arkadaşlarından ayrılıp yalnız başına dolaşırken şehri tanıyan karakteri Emin Bey, “hayatında her şey köklü, her şey derinde” olan o insanlardan politikayı da öğrenmiştir. “O zamana kadar politikayı büyük merkezlere mahsus, büyük meselelerin etrafında ve her şeyden evvel bir fikir davası addederdi. Fakat bu kısa yolculuk ona asıl politikanın bu küçük şehirlerin, para kudreti, iş imkânı sahiplerinin yüzlerinde, tok seslerinde, ağır baş sallayışlarında toplanmış, dış taraflarından bakılınca bir felaketin artığı gibi görünen bakımsız eşraf konaklarının, mağazaların, dükkânların, ardiyelerin malı olduğunu anlatmıştı. Politika topraktı, pazardı.”
Toplumsal olaylara duyarsız kalışlarıyla eleştirilen ‘inkılâp gençleri’ öykü karakteri Emin Bey’in, söz yerindeyse “satıhta yaşadıklarını” bildiklerindendir. Talimatla jimnastik kulüplerine kaydedilerek yaptıkları düzenli sporlarla törenlerde devrim seyircilerini coşturan inkılâp gençlerinin programsız eyleme katılmaları, ‘şapka’ gerginliğinde “Büyük Şef hadise yerine varmazdan çok evvel, hadiseden hiçbir eser kalmamış” olmasını sağlamaları onlardan beklenecek bir davranış değildir. Bir bakıma da haklıdır o gençler çünkü rejimin kurucu önderleri yeni devletin bütün olanaklarıyla asayişi sağlamış, onlara sorun bırakmamıştır. 2025 Mart’ının sonlarında okuduğum “Hatırlatmalar | 60’lardan bugüne gençlik mücadelesi: Ve tarih yürümeye başladı...” (BirGün Pazar, 30. 03. 2025) başlıklı yazının gençleri, başyazının mesajını almış olanlardır gibi geldi bana. Lakin bu yeni yazının gençleri de rejimin Marş’ının “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” dizesini pek önemsememişlerdir. Zamanın inkılâpçı gençlerini atalete düşmekle suçlayan başyazının, rejime ‘düşman yaratma’ mirası şu cümlelerini, bugünlerin rejim tartışması ve gençlik eylemleriyle yakından ilgili görüyorum: “İnkılâplarda en büyük tehlike, düşmanın kalmaması ile başlar. Denilebilir ki, hatta, inkılâplar, yaşamak ve gayelerine varmak için, düşman yoksa icat etmeğe mecburdurlar.”
Yazımın başlığındaki karşıtlık ile bugünkü durumlarını vurgulamak istediğim gençleri önce anlamamız ve ardından sevmemiz gerekiyor, başka seçeneğimiz yok. İki eylem de zor, bunu biliyorum. Gerçekten saymaya gelmez sorunları var gençlerin, ufukları da pek aydınlık görünmüyor. Gelecekleri, özgürlükleri, eğitimleri, aile bağları, barınma ve beslenmeleri, karşı cins ilişkileri, teknoloji bağımlılıkları, ölçüsüzlükleri, politik konumları, kural sevmeyişleri, çalışma düzenleri, zaman algıları… Onları anlamak daha açıkçası anlayabilmek, sevmekten önce gelir diyebilirim. Anlamak için de dokunmak gerekli onlara yoksa uzaktan bakıp tribünlere oynarmışçasına ‘pırıl pırıl gençlerimiz’ muhabbeti de anlamını yitiriyor çok zaman. Sevmemek, uygun dille ötekileştirmek; sorun da burada ya… Gençler ayrımcılık istemiyor, gücü eline geçirenlerin ötekileştirdiği de olmak istemiyor ve onlar birbirlerini seviyor. Kaderleri herhangi bir kişinin iki dudağı arasında olmasın istiyor ve gençler, kimin için daha çok ölünür yarışına sokulmayı doğru bulmuyorlar. Kendilerine, yaşamayı ve yaşatmayı uygun görenleri istiyor gençler. Unutmayalım, yaşları ve görüşleri her ne olursa olsun gençlerin her biri, kendilerine canından can katmış annelerinin kuzularıdır, sırf bu sebeple kıymetlidirler.
Bilemediklerimizin tehlike olduğu bizde yaygın kanıdır. “Kapalı İktisat” öyküsündeki Amerikalı hocanın, paşa torununa sorduğu “Öğrenmeden, tartışmadan, bilmeden ayakta kalmak, dahası yaşamak mümkün müdür?” sorusunun, ‘pırıl pırıl’ gençlerimizdeki karşılığı nedir, bunları bilmeliyiz. Onların, kuşak adı harfleriyle kategorize edilip de bilinmezliğe terk edilmesi doğru değildir. Bunun için de gençlerin konuşması, gençlerle konuşulması, onların istediklerinin bilinmesi gerekir. Doğrusu, gençler yalnızca sokaklarda eylem yapınca görünmesinler ekranlarda, bazen stüdyoda konuşmacı da olabilsinler, anlatsınlar kendilerini. Sokaklarda gösteri yaptığında makbul sayılan gençler konuşmacı olduğunda reyting düşer diye mi göbeği koltuğundan taşanlar, dişlerini yeni parlatanlar ya da kurulu zemberek gibi her akşam çınlayanlar ekranları kuşatıyor acaba? Yoksa gençlerin pazıları var da dilleri mi yok?
Bu ülkede, ‘insanların konuşarak anlaşır’ olduğunu, Türkçe/edebiyat derslerinin sınav konusu olmaktan çıkarıp yaşamın vazgeçilmezi olduğunu bilmemiz gerekir çünkü gürültü, konuşma olmadığı zamanlarda çıkıyor. Aralarında siyasal parti gençlik kolları temsilcilerinin de olduğu farklı çevrelerden seçilen gençlere kamunun huzurunda kendi soru(n)larını soralım onlar da anlatsınlar bize, kıyamet mi kopar? Gençler, güzelliklerini anlatmaya sözcük yetiştiremediğimiz bu ülkeyi terk edip de neden yurt dışına çıkmak istiyorlar? Siz ey sevgili gençler, akıllı telefonunuz bir günlüğüne elinizden alınmış olsaydı o gününüz nasıl olurdu? Türkiye’de üniversitesiz şehir yok, hatta pek çok ilçede fakülte varken bırakınız ilçeleri pek çok şehirde ‘dergi’ satışı yok denecek kadar azken hemen her yerde kafelerin dolu olmasını nasıl karşılıyorsunuz? Alanlardaki gösterilerinizle uyardığınız siyasetçilerin yerini almayı düşünüyor musunuz yoksa bu böyle bir gençlik hevesi kalsın mı istersiniz? Reşat Nuri Güntekin, 14 Kasım 1944 tarihli yazısında “Nihayet şimdilik üniversitede bilgi kapılarını zorlayan gençlerin cemiyetteki ekmek kapılarını zorlamaya başlayacakları günü pek de uzak görmemek zorundayız.” diyordu, siz bugünkü işsizliğinizin sorumluları için neler söylersiniz? Meclis’teki oturumlarda gürültü patırtı çıkaranların sizin sokak eylemlerinizi yersiz bulmalarını nasıl karşılıyorsunuz? Okullarınızda yoklama yapılmamış olsa derslerdeki öğrenci mevcudu ne olurdu? Düğün, bayram ve cenaze gibi toplumsal yaşamın belirleyici günlerinde aile yakınlarınızla ya da çevrenizle ilişkileriniz ne durumdadır? Her dönemin siyasal iktidarları neden acaba sizlerden birer ‘mim sanatçısı’ olmanızı istiyor? Tiyatroya, sinemaya, müzeye ya da kütüphaneye ne sıklıkla gidiyorsunuz, gitmiyorsanız neden? Televizyon dizilerine bakıyorsanız mafya karakteri rolündekilerin pahalı arabaları, lüks evleri ve ölçüsüz harcamaları, okuyan gençler olarak sizde bir hayal kırıklığı yaratıyor mu? Yetkiniz sınırlı olmasaydı hangi makamda olmak isterdiniz, niçin? Gençlere sorulacak soru mu yok yani.
Platon’un, “Hayran olduğu şeyler arasında yaşayan bir insan, onlara benzemekten kendini alabilir mi?” (Devlet, VI. Kitap) sorusunun kendimize/yetişkinlere sorulduğunu varsayalım. Kafamızı kaldırıp şöyle bir bakalım etrafımıza bu gençlere hayran olunacak ne/ler bırakmışız diye… Farabi’nin Medinetü’l Fâzıla kitabındaki adlandırmasıyla sıralayalım: ‘cahil şehir’ mi, ‘zaruri şehir’ mi, ‘sarraf şehir’ mi, ‘bayağılık şehri’ mi, ‘haysiyet şehri’ mi, ‘tagallüp şehri’ mi, ‘cimaî şehir’ mi, ‘fâsık şehir’ mi, ‘değişmiş şehir’ mi, ‘şaşkın şehir’ mi yoksa fâzıl (erdemli) şehir/devlet midir gençlere bıraktığımız hayran olunacak şeylerin yaşandığı mekân? Fatura kesmek ya da günah keçisi yaratmak, ne kadar da ucuz seçim!
Türkiye’de gençlerin etkin bir güç olarak sahneye/sokağa çıkışı 27 Mayıs 1960 dönemindedir. Bu konuda bakılacak çokça ‘kaynak’ vardır ancak yazımda andığım “Hatırlatmalar” yazısıyla bu altmış beş yıllık siyaset-gençlik süreci kısmen özetlenebilir. Proust’un, “yazarın eseri, okura sunduğu bir görme aygıtına benzer” talimatıyla ben de Hikâyeyle Baştan Çıkarılmak (Mart, 2025; çev. Ayşen Tekşen) kitabını okuduğum Peter Brooks’un, “Anlatısal kurgular geçmişten öğrenilen dersler ve ileride olacaklar hakkında düşünme yolları sunar.” cümlesinden esinle edebiyat metinlerini önceliyorum. Bu okumamda, “sanatın yapabildiğini de başka hiçbir şey yapamaz” diyen Murat Belge’nin, “Sanatsal bilgi teorik bilgiye benzemez ama onunla çelişmez de. Gereğinde sanat da teorik bilgiyle aynı olaya aynı alana bakar, yalnız onun bakış tarzı değişiktir. Teorik bilgiyi tamamlar sanatsal bilgi, bu nedenle onsuz edilemez bir şeydir.” (Edebiyat Üstüne Yazılar) yargısı ilkemdir.
Türkiye’de siyaset çarkının döndürülmesindeki alicengiz oyunları aklımızı zorlar, hayal dünyamızı aşar, burayı geçelim. Bu çark, Mustafa Kutlu’nun Tufandan Önce kitabıyla anlaşılabilir. Aktif politikaya -akademik çevreden- girip kısa süre sonra suyu emilerek sıkılmış limon gibi kenara atılanları gördükçe Haldun Taner’in Günün Adamı tiyatrosuna baksaydılar diyorum. İki partinin başı çektiği 1950’lerdeki mafya-medya-siyaset üçgeninde siyasî ahlakın sıfırlandığı ortama Aclan Sayılgan’ın Deprem romanı tanıktır. Daha kısası, bugünün ‘yaratıcı’ politik manevraları için “Hava Muhalefeti” filmini seyredebiliriz.
Hani şu gençleri kafa kola alarak kendi ‘pırıl pırıl gençler’ ekibini oluşturan siyasal partiler var ya kurmaca metinleri bunun için de geçmişe dönerek okumalıyız. Bu liste öylesine uzun ki içinden çıkılacak gibi değil ya değineyim kenarından. Sevinç Çokum’un, 27 Mayıs Darbesi’ni konu edinen Karanlığa Direnen Yıldız romanında iki genç vardır: Dönemin üniversite eylemlerini başlatanlar arasındakilerden tu kaka edilen Cangür’e karşılık DP yanlısı ailenin oğlu Feridun ise bir tür erdem abidesidir. Benim kuşağımın 12 Eylül 1980 öncesindeki gençlik yıllarına Cemil Kavukçu’nun Bulanık Suda Oyunlar romanıyla dönebilirsiniz. O yılları yaşayanlarımızın her biri, yaşarken fark edemediğimiz ne çok şeyi romandaki kaygılı gençlerden biri olarak şimdi görebiliriz. Bugünün gençleri de romanı okusun isterim. Latife Tekin, 12 Eylül sonrasındaki Gece Dersleri romanında “İllegalitenin masal yazıcısı Gülfidan” kişisinin genç kız Sekreter Rüzgâr olarak yaşadığı acıları anlatırken gençlik adına yapılmış bir iç hesaplaşmayla yüzleştirir gençleri ve de hepimizi. Bu ‘devrimci gençlik’ hesaplaşmasının erkekler cephesine Ayşegül Devecioğlu’nun, meyhanede dört genci buluşturduğu “Hayalleri Yıkma Vakfı” (Anatomi Dersi) öyküsünü eklemeliyim. Mustafa Kutlu, Ya Tahammül ya Sefer kitabında, muhafazakâr çevrenin her biri “davanın eri… pırıl pırıl” üniversiteli gençlerinin 12 Eylül sonrasında davalarını nasıl sattıklarını, savrulduklarını ve belki de bugünkü konumlarına nasıl geleceklerini anlatmıştır davanın yeni erlerine.
Prometheus’un, “…dikine gitme/ Belaya karşı yürüme, düşün ki/ Çok sert bir tanrı var başımızda” uyarısına aldırış etmediğine bakılırsa ‘burnunun dikine gitmek’ gençliğin şanındandır, ucunda ölüm olsa bile. İkaros, tutsak edildikleri kaleden balmumuyla yapılmış kanatlarıyla kaçacakken ‘daha yükseğe çıkmak hevesi’ yerine babasının, ‘orta yol’ uyarısına kulak verseydi denizin derin sularında kaybolup gitmeyecekti elbette. Unutmayalım, konuşulmaya değer olan bedeli ödenendir. Yaşadığımız hayatın uçarılığı gençlerin, hesabıyla kitabını yapmak ise yetişkinlerin hanesine yazılsa da paylaştıklarımızla ve birbirimize eklediklerimizle kıymetimizi bilelim. Platon’un Şölen konuşmasıyla bitireyim: “Alçakla yüksek ayrı kalsalardı, ahenk diye bir şey olmazdı. Gerçekten de ahenk bir ses birliğidir, ses birliği bir uyuşmadır. Ama iki şey birbirine karşı çatışma halinde olduğu müddetçe, bundan bir uyuşma doğmaz, çatışan, uyuşmayan şeyler bir ahenk kuramaz.”
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisindeki yazılarıyla başlayan Hasan Öztürk, sonraki yıllarda; -bir iki yazısıyla adı geçenler sayılmazsa- Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Polemik, Liberal Düşünce, Dergâh, Arka Kapak adlı dergiler ile K24, Gazete Duvar ve Aksi Sanat adlı sanal ortamlarda yazdı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa sürelik (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı "kitap kültürü" dergisini yönetti ve dergide yazdı. 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında, Roman Kahramanları ve Kitap-lık dergileriyle T24 Haftalık ve Sanat Kritik adlı sanal ortamlarda aralıklarla yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017), Üç Duraklı Yolculuk (2021), İktidarın Gölgesi ve Roman (2022) ile Yazdıkça ve Yaşadıkça Edebiyat (2024) adlı kitapları yayımlandı. Hasan Öztürk'ün ilk yedi kitabını konu edinen "Hasan Öztürk'ün Eleştirel Denemeciliği" (Zeynep Şule Şahin, Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir 2023) adlı yüksek lisans tezi hazırlanmıştır. |
İnsanın sınıf atlama çabasının sürecine toplumbilim kaynaklarıyla tanıklık edilebilir ve bu çabanın psikolojik yanı da incelenmeye değerdir elbette. Edebiyatın sanat metinleri özellikle de roman ile ayrıca sinema ve tiyatro, sınıf atlama çabasının yansımalarıyla zenginlikler barındırır
Marquez, Fuentes ve Cortazar ile birlikte bir ‘dalga’ oluşturduğu Latin Amerikalı yazarların son temsilcisi Llosa, ölümünden sonra da çokça konuşulacağa benziyor
Her geçen gün içeriği boşaltılan, cehaletin güç eliyle örgütlendiği bu dünyada, “İlkbahar gibi bir mevsimi olan bu dünya, üzerinde yaşanmaya değer…” diyen Ömer’in, “Hayat sahiden yaşanmayacak kadar küçüklükler ve bayağılıklarla dolu!..” çelişkisiyle yaşıyoruz
© Tüm hakları saklıdır.