22 Nisan 2025

Mario Vargas Llosa’yı ‘edebiyat’ sözleriyle uğurlamak…

Marquez, Fuentes ve Cortazar ile birlikte bir ‘dalga’ oluşturduğu Latin Amerikalı yazarların son temsilcisi Llosa, ölümünden sonra da çokça konuşulacağa benziyor

Dünyanın bildiği Mario Vargas Llosa (28 Mart 1936-13 Nisan 2025), bu dünyayı bırakıp gitti. Çok sayıda kitabı dilimize çevrilmiş; roman, öykü ve oyun yazarı Perulu yazar Llosa, eleştirmen olarak da bilinmektedir. O, düşünce dünyasıyla özel yaşamı ‘zikzak’ sözcüğüyle özetlenebilecek bir yazardır. 2010’da Nobel Ödülü almış yazarın politik yaşamı, dostu Marquez ile yumruklaşma sonrasındaki otuz yıllık küslüğü ve elli yıllık eşinden ayrılarak magazin dünyasının önde gelen kadınlarından biriyle oluşu da onun çokça konuşulan yanlarıdır. Kendisini sol/sosyalist çizgide konumlandırmış Llosa’nın, Küba Devrimi sonrasındaki hayal kırıklıklarıyla muhafazakâr/liberal görüşlere yönelişi de onun sözü edilen yönlerindendir. Daha da önemlisi, Nobel Ödülü almasında payı olan Teke Şenliği romanında iktidar gücünü karşısına almış Llosa’nın, sonradan nasıl olup da iktidar gücünün yanında yer aldığıdır. Marquez, Fuentes ve Cortazar ile birlikte bir ‘dalga’ oluşturduğu Latin Amerikalı yazarların son temsilcisi Llosa, ölümünden sonra da çokça konuşulacağa benziyor.

Adını romanlarıyla duyurmuş Llosa’nın eleştirmenliği yanında bir de denemeciliği vardır ya nedense pek söz edilmez onun bu yönünden. Bu yazımda, gündeminde ‘edebiyat’ olanlara el kitabı sayarak alıntılar yapacağım Genç Bir Romancıya Mektuplar (2012; çev. Emrah İmre) ve Edebiyata Övgü (2014; çev. Celal Üster) adlı iki kitabı, onun Türkçe biyografi bilgilerinin pek çoğunda görememiş olmak da şaşırttı beni doğrusu. Hadi diyelim ki Edebiyata Övgü kitabının üç yazısından biri Fuentes’indir oysa Genç Bir Romancıya Mektuplar, Llosa’nın on iki denemesinden oluşan bir kitaptır. Uzun süredir her iki kitabın da satışı yok ne yazık ki… Benim alıntılarım, başucu kitaplar yeniden basılıncaya dek onların eksikliğini gidersin isterim. Llosa’nın, Notes on the Death of Culture kitabını da “Kültürün Ölümü Üzerine Notlar” adıyla okuma şansımız olur belki, bekleyelim.

“Neden Edebiyat?” / Edebiyata Övgü

“Kitap fuarlarında ya da kitabevlerinde sık sık başıma gelmiştir: Efendiden bir adam yanıma yaklaşıp imza ister. Ya karısı içindir, ya kızı, ya da annesi. “Kitap okumayı çok sever,” der, “Edebiyata bayılır.” Ben de hemen sorarım: “Ya siz? Siz kitap okumaktan hoşlanmaz mısınız?” Yanıt çoğu zaman aynıdır: “Hoşlanmaz olur muyum, ama başımı kaşıyacak vaktim yok.” Bu açıklamayı kim bilir kaç kez işitmişimdir. Böyle binlercesinin yapacak o kadar çok önemli işi, hayatta o kadar çok yükümlülük ve sorumluluğu vardır ki, değerli vakitlerini saatlerce roman ya da şiir okuyarak harcayamazlar. Bu yaygın anlayışa göre, edebiyat her zaman onsuz edilebilir bir şeydir. Edebiyatın, duyarlılığımızı ve görgümüzü arttıran yüce ve yararlı bir uğraş olduğundan kuşku yoktur; ama ancak boş vakti olan insanların göze alabileceği bir eğlence, takıp takıştırabileceği bir süstür bu. Spor yapmak, sinemaya gitmek, briç ya da satranç oynamak gibi bir şeydir; hayat kavgasının vazgeçilmez görev ve ödevlerine ‘öncelik tanımak’ gerektiğinde, edebiyat hiç duraksamaksızın gözden çıkarılabilir.”

“Bütün uluslardan insanlar temelde eşittir; onların arasına ayrımcılık, korku ve sömürü tohumlarını eken yalnızca adaletsizliktir: İnsanları, önyargının, ırkçılığın, dinsel ya da siyasal bağnazlığın ve kendi dışındaki her şeyi dışlayan milliyetçiliğin aptallıklarına karşı tüm büyük edebiyat yapıtlarında karşımıza çıkan bu hakikatten daha iyi hiçbir şey koruyamaz.”

“Edebiyat ne işe yarar?” sorusu, Borges’i her zaman tedirgin etmiştir. Bu soruyu aptalca bulan Borges, “Kanaryanın ötüşü ya da çok güzel bir günbatımı ne işe yarar diye sormak kimin aklına gelir!” diye bir yanıt vermiştir. Böylesine güzel şeyler varsa, bu güzel şeyler hayatı bir an için de olsa daha az çirkin ve daha az hüzünlü kılabiliyorsa, bunlara yararcı doğrulamalar aramanın ne gereği vardır? Ama gene de “Edebiyat ne işe yarar?” sorusu fena bir soru değildir aslında. Çünkü, romanı ve şiiri yaratan rastlantı ya da doğa değildir ki, romanlar ve şiirler, bir kuşun şakımasıyla ya da batmakta olan güneşin görünümüyle aynı şey olsun. Romanları ve şiirleri insanlar yaratmıştır, dolayısıyla nasıl ve neden doğduklarını, amaçlarının ne olduğunu ve neden bu kadar kalıcı olduklarını sormakta bir sakınca yoktur.”

“Edebiyatın ulusların hayatında önemli bir yeri olduğunu düşünmemiz için bir neden daha var. Tarihsel değişimin gerçek çarkı ve özgürlüğün en iyi koruyucusu olan eleştirel düşünce, edebiyat olmadan, onulmaz bir yara alacaktır. Çünkü nitelikli edebiyat yapıtlarının tümü de köktencidir ve içinde yaşadığımız dünyayla ilgili köktenci sorular atarlar ortaya. Büyük edebiyat metinlerinin tümünde, çoğu zaman, yazarlarının böyle bir niyeti olmaksızın, bir ayartıcılık vardır.”

“Edebiyat; yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları hayattan memnun olan insanlara hiçbir şey söylemez. Edebiyat asi ruhları besler, uzlaşmazlık yayar; hayatta çok fazla şeyi ya da çok az şeyi olanların sığınağıdır. İnsan mutsuz olmamak ve bütünlenmek için edebiyata sığınır. La Mancha kırlarında kemik torbası Rosinante ve şaşkın Şövalye’yle birlikte at sürmek, Kaptan Ahab’la birlikte bir balinanın sırtında denizlere açılmak, Emma Bovary ile birlikte arsenik içmek, Gregor Samsa’yla birlikte böceğe dönüşmek: Bütün bunlar; kendimizi bu hak tanımaz hayatın, benliğimizi saran birçok özlemi dindirebilmek için birçok farklı insan olmak istememize karşın bizi hep aynı insan olmaya zorlayan hayatın yanlışlarından ve dayatmalarından arınmak amacıyla icat ettiğimiz yollardır.”

“İyi edebiyat, insanların doyumsuzluğunu geçici olarak giderirken, aslında, hayata karşı eleştirel ve uzlaşmaz bir tutum geliştirerek o doyumsuzluğu, o yetinmezliği artırır. Edebiyatın, insanları, mutsuz kılmaya daha yatkın olduğu bile söylenebilir. Doyumsuz olarak yaşamak, hayatla savaş durumunda yaşamak, kendini boşuna savaşlar vermeye yazgılı kılmak demektir; tıpkı Yüz Yıllık Yalnızlık’ta Albay Aureliano Buendia’nın, yitireceğini bile bile, bir sürü savaş vermesi gibi. Bütün bunlar doğru olabilir. Ama hayatın sıradanlığına ve sefilliğine başkaldırmasaydık, hâlâ ilkel bir durumda yaşıyor olurduk, tarih durmuş olurdu.”

“Bir an için, tarihi düşsel olarak yeniden kuralım. Edebiyatın olmadığı, insanların şiir ya da roman okumadığı bir dünya düşünelim. Güdük kalmış söz dağarında homurtuların ve maymunsu seslerin sözcüklere ağır bastığı bu tür bir körelmiş uygarlıkta bazı sıfatlar olmayacaktı; örneğin hepsi de edebiyattan gelen Don Kişo’vari, Orwellvari, sadist ve mazoşist gibi sıfatlar bulunmayacaktı. Hiç kuşkusuz, aklını kaçırmış insanlar, paranoyaklar, açgözlüler ve gözü dönmüşler, acı vermekten ve acı çekmekten zevk alan iki ayaklı hayvanlar gene olacaktı. Ama kültürümüzün normları tarafından engellenen bu davranış aşırılıklarının ardında, insanlık durumunun temel özelliklerinin yattığını öğrenmemiş; Cervantes, Kafka, Rabelais, Orwell, Marquis de Sade ve Sacher-Masoch’un yeteneklerinin önümüze serdiği kendi özelliklerimizi keşfetmemiş olacaktık.”

“Uygarlıktan nasibini almamış, barbarlığın baskın çıktığı, duyarlıktan yoksun, söz fukarası, cehaletin kol gezdiği, salt içgüdüleriyle davranan, tutkuyu ve sevmeyi bilmeyen bu edebiyatsız dünyanın, burada resmetmeye çalıştığım bu karabasanın başlıca özellikleri, insanlığın güç ve iktidarla uzlaşması ve ona boyun eğmesi olurdu. Yalnızca var olma savaşımı, bilinmeyenin verdiği korku ve bedensel gereksinimlerin karşılanmasından oluşan bu hayatın gündelik uygulamalarını temel içgüdüler belirlerdi. Böyle bir dünyada ruha yer olmazdı. Dahası, böyle bir dünya, hayatın katlanılmaz tekdüzeliğiyle de kalmaz, insan hayatının başka türlü olamayacağı, hep böyle kalacağı, bunu hiç kimsenin ve hiçbir şeyin değiştirmeyeceği duygusundan kaynaklanan kopkoyu bir karamsarlık boyunduruğuna girerdi.”

“Okumaya ve Kurmacaya Övgü” / Edebiyata Övgü

 “Okuduğumuz o iyi kitaplar olmasaydı olduğumuzdan daha kötü, daha uzlaşmacı, daha az tedirgin, daha uysal olurduk; ilerlemenin motoru olan eleştirel ruhun esamisi bile okunmazdı.  Yazmak gibi okumak da hayatın yetersizliklerine karşı bir protestodur. Hayatta eksik olanı kurmacada ararken, söylememize, hatta bilmemize bile gerek kalmadan var olan hayatın sonsuza duyduğumuz açlığı -insanlık durumunun temeli- dindirmediğini ve daha iyi olması gerektiğini düşünürüz. Kurmacayı, yalnızca tek bir hayatımız varken pek çok hayatı yaşayabilmek için yaratırız.”

“Edebiyatın bizi yalnızca güzellik ve mutluluk düşlerine daldırmakla kalmadığı, aynı zamanda her türlü baskıya karşı gözümüzü açtığından kuşku duyanlar, yurttaşların davranışlarını beşikten mezara kadar denetim altında tutmaya kararlı tüm rejimlerin edebiyattan niçin bu kadar korktuklarını ve neden gözlerini bağımsız yazarların üstünden ayırmadıklarını sorsunlar kendilerine. (…) Öykü yazarları hikâyeler uydururken isteyerek ya da istemeyerek, bilerek y a da bilmeyerek, bu dünyanın kötü yaratıldığını ve fantezilerle dolu hayatın gündelik, tekdüze hayatımızdan daha zengin olduğunu gözler önüne sererek doyumsuzluk yayarlar. Bu olgu yurttaşların duyarlık ve bilincinde kök salarsa, onların istediği gibi yönlendirilmeleri daha zorlaşır, onları parmaklıklar ardında daha güvenli ve daha iyi bir hayat yaşayacaklarına inandırmak isteyen sorgucular ve zindancıların yalanlarına inanmakta daha isteksiz kılar.”

“İyi edebiyat, farklı insanlar arasına köprüler kurar ve bize sevinçler, acılar ya da şaşırtılar yaşatarak, bizi ayıran diller, inançlar, alışkanlıklar, adetler ve önyargılara karşın birleşmemizi sağlar.”

“Edebiyat, birbirinden çok farklı insanlar arasına bir kardeşlik duygusu uyandırır ve cehalet, ideolojiler, dinler, diller ve ahmaklığın kadınlarla erkeklerin arasına diktiği duvarları gölgede bırakır.”

“Devletçilik ve kolektivizm konusunda düş kırıklığına uğramam ve bugün olduğum -olmaya çalıştığım- gibi demokrat ve liberal birine dönüşmem, başlangıçta coşkuyla karşıladığım Küba Devrimi’nin buyurgan, tepeden inmeci Sovyetler Birliği örneğine dönüşmesiyle, Gulag takımadalarının dikenli tellerini aşmayı başaran muhaliflerin tanıklıklarıyla, Çekoslovakya’nın Varşova Paktı ülkelerince işgal edilmesiyle başlayan uzun, zorlu ve ağır bir süreçten sonra geçekleşti; demokratik kültür ve açık toplumları yeniden değerlendirebilmemi ise Raymond Aron, Jean François Ravel, İsaiah Berlin ve Karl Popper gibi düşünürlere borçlu olduğumu söylemeliyim.”

“Edebiyat olmasaydı, şu yaşadığımız yaşamda hiçbir şey o kurmacaların yalanları kadar tedirginlik katamaz, düş gücümüzü ve isteklerimizi kışkırtamaz, böylece gerçek yaşamın bize hiçbir zaman veremeyeceği büyük serüvenlerin, yüce tutkuların kahramanları olmamızı sağlayamazdı. Edebiyatın yalanları, özlemler yüklenerek dönüşen biz okurlar aracılığıyla, sıradan, bayağı gerçekliği sürekli sorgulayan kurmacanın yalanı aracılığıyla gerçek olur. Edebiyat, bize sahip olmadığımız şeylere sahip olabilme, kendimizi pagan tanrıları gibi aynı anda hem ölümlü, hem de ölümsüz hissettiğimiz o olanaksız varoluşa erişebilme umudunu sunduğunda, ruhlarımıza uzlaşmazlık ve isyan kattığında, insan ilişkilerindeki şiddetin azalmasına katkıda bulunan tüm kahramanca eylemlerin ardında yatan bütün bu şeyleri kattığında, bir büyü gerçekleşir. İşte bu yüzden, hayal etmeye, okumaya ve yazmaya devam etmeliyiz; ölümlülüğümüzün ağırlığını hafifletmenin, zamanın aşındırmasını alt etmenin ve olanaksızı olası kılmanın bugüne kadar bulduğumuz en etkili yolu budur.”

“Tenya Benzetmesi” / Genç Bir Romancıya Mektuplar

“Edebiyat mesleğinin en önemli özelliği belki de meslek sahipleri için en büyük karşılığının, icrasının kendisinde saklı olmasıdır, öyle ki bu karşılık eserin sağlayacağı başarılardan çok, ama çok daha değerlidir. Edebiyat mesleği konusundaki nice muğlak fikrimin arasında güvenle arkasında durabileceğim yegane fikirden biridir bu: Yazar, yazmanın başına gelmiş, gelebilecek en harika şey olduğunu yüreğinde hisseder, zira yazarlık sayesinde hayatını son derece keyifli bir biçimde kazanabilir, dahası yazdıkları aracılığıyla toplumsal, siyasi veya ekonomik karşılıklar edinebilir.”

“Kurmaca eserlerin (bilhassa en etkililerin) betimledikleri yaşam asla onu hayal eden, yazan, okuyan ve öven kişilerin gerçekten yaşadıklarıyla aynı değildir, tam tersi, gerçekte yaşayamadıklarını yapay yoldan yaratmak zorunda kaldıkları bir kurmacadır; bu yüzden feragat ederek diğer yaşamlarını, yani düşler ve kurmacalarla dolu yaşamlarını dolaylı ve öznel bir biçimde yaşamakla yetinirler. Kurmaca derin bir gerçekliği gizleyen bir yalandır; erkek ve kadınların yaşamlarının belli dönemlerinde sahip olmak isteyip olamadıkları için uydurmak zorunda kaldıkları, yaşanmamış bir yaşamdır. Kurmaca, Tarihin yüzü değil, ters yüzü veya yansımasıdır; başarılı olmayan, dolayısıyla da gerçek yaşamın tatmin etmekten aciz olduğu arzulan bastırmak, kadın ve erkeklere etraflarında keşfettikleri boşlukları bizzat uydurdukları hayaletlerle doldurtup donattırmak için hayal gücü ve sözcükler aracılığıyla yaratılması gereken tarafıdır.”

“Edebiyat mesleği bir hobi, bir spor veya boş vakitlerde icra edilen kibar bir oyun değildir. Ayrıcalıklı ve ayırıcı bir fedakârlık, önüne başka hiçbir şeyin geçemeyeceği bir öncelik, kurbanlarını (kutlu kurbanlarını) köleye dönüştüren özgürce tercih edilmiş bir uşaklıktır.”

“Bence gerçek anlamda yazar olmanın ve kendini aşan bir eser yazmanın şartlarını yerine getirebilecek yegâne kişiler edebiyatı tıpkı bir din gibi kabul eden, vakitlerini, enerjilerini, gayretlerini bu uğraşa adamaya hazırlıklı olanlardır.”

“Catoplepas” / Genç Bir Romancıya Mektuplar           

“Bütün öykülerin özünde onları yaratan kişilerin deneyimleri vardır; kurmacayı besleyen kaynak, deneyimin ta kendisidir. Bu elbette bütün romanların onları yazanların gizli yaşamöyküleri olduğu anlamına gelmez; yine de en uçuk hayallerin ürünü olanlar dâhil her kurmacada yaratıcısının deneyimleriyle içten içe bağlantılı bir başlangıç noktası, bir samimiyet tohumu vardır. Bence kuralın hiçbir istisnası yoktur, dolayısıyla da edebiyatta kimyasal açıdan saf bir yaratım mevcut değildir. Kurmacalar, yazarın hafızasında iz bırakıp yaratıcılığını harekete geçiren kimi anıların, kişilerin ve olayların hayal gücüyle işlenmesinin ürünü yapılardır.”

“Roman yazmak, izleyiciler karşısında elbiselerini çıkarıp çıplak bedenlerini sergileyen profesyonel striptizcilerin yaptığına benzer. Romancı yaratma işini tersinden yapar. Romanı tasarlarken hayal gücünün ürettiği kat kat ve rengârenk kıyafetleri giyinerek özündeki çıplaklığı, yani gösterinin başlangıç noktasını gizler.”

“Özgün bir yazar olmak ne demektir? Kurmaca, tanımı gereği, bir sahtekârlıktan ibarettir -çünkü var olmamasına rağmen varmış gibi davranan bir gerçekliği temsil eder- ve her roman sahici gibi görünmeye çalışan bir yalandır; inandırıcılığı yalnızca romancının sirk veya tiyatrolardaki sihirbazlarınkine benzer bazı yanıltma ve kandırma tekniklerini etkili kullanmasına bağlı olan bir yapıttır. Öyle ki, akla hemen şu soru gelir: Özgün olmanın kandırmak, aldatmak ve aşırmakla bir tutulduğu bir tür olan romanda özgünlükten bahsetmek mümkün müdür? Evet, mümkündür, ama ancak şu şekilde: Özgün romancı, yaşamın dayattığı emirlere uysalca itaat eder, sadece yaşadığı konularda yazar ve doğrudan kendi deneyiminden doğmayan ve bilincine bir zorunluluk gibi çöken konulardan kaçınır. Romancının özgünlüğü veya samimiyeti, zaaflarını benimsemesi ve onlara elinden geldiğince hizmet etmesine dayanır.”

“Sonsöz Üslubu” / Genç Bir Romancıya Mektuplar

 “[E]leştiriyi en haklı ve verimli olduğu konularda bile kendi haline bırakmak gerektiğini, yaratım sürecini tamamen açıklayıp büyüsünü bozmanın yersiz olduğunu düşünüyorum. Romanlarda ve şiirlerde illa ki eleştirel ve mantıksal yaklaşımla kavranamayacak bir unsur veya boyut bulunacaktır. Zira edebiyat aklı ve sağduyuyu çalıştırır; edebi yaratıcılıktaysa bu unsurların yanında sezgiye, duyarlılığa ve tahmine, hatta eleştirel bakışın ağından kurtulmayı her seferinde başaran şansa bile yer vardır. İşte bu yüzden, yaratıcılık başkasından öğrenilmez; yaratıcı olmanın tek yolu okumak ve yazmaktır. Gerisini insan kendi başına, pes etmeden düşe kalka öğrenir.”

Hasan Öztürk kimdir?

Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu.

Yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisindeki yazılarıyla başlayan Hasan Öztürk, sonraki yıllarda; -bir iki yazısıyla adı geçenler sayılmazsa- Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Polemik, Liberal Düşünce, Dergâh, Arka Kapak adlı dergiler ile K24, Gazete Duvar ve Aksi Sanat adlı sanal ortamlarda yazdı.

Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa sürelik (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı "kitap kültürü" dergisini yönetti ve dergide yazdı.

2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında, Roman Kahramanları ve Kitap-lık dergileriyle T24 Haftalık ve Sanat Kritik adlı sanal ortamlarda aralıklarla yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017), Üç Duraklı Yolculuk (2021), İktidarın Gölgesi ve Roman (2022) ile Yazdıkça ve Yaşadıkça Edebiyat (2024) adlı kitapları yayımlandı.

Hasan Öztürk'ün ilk yedi kitabını konu edinen "Hasan Öztürk'ün Eleştirel Denemeciliği" (Zeynep Şule Şahin, Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir 2023) adlı yüksek lisans tezi hazırlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Yerini doldurmak ya da doldurulan yerde olmak: Sınıf atlamanın edebiyata yansıması

İnsanın sınıf atlama çabasının sürecine toplumbilim kaynaklarıyla tanıklık edilebilir ve bu çabanın psikolojik yanı da incelenmeye değerdir elbette. Edebiyatın sanat metinleri özellikle de roman ile ayrıca sinema ve tiyatro, sınıf atlama çabasının yansımalarıyla zenginlikler barındırır

“Gençlik başımda duman, ilk aşkım ilk heyecan”; kazın ayağı öyle değil artık!

Gençler ayrımcılık istemiyor, gücü eline geçirenlerin ötekileştirdiği de olmak istemiyor ve onlar birbirlerini seviyor. Kaderleri herhangi bir kişinin iki dudağı arasında olmasın istiyor ve gençler, kimin için daha çok ölünür yarışına sokulmayı doğru bulmuyorlar

Seksen beş yılın sorusu: ‘İçimizdeki Şeytan’ dışarı çıktı mı?

Her geçen gün içeriği boşaltılan, cehaletin güç eliyle örgütlendiği bu dünyada, “İlkbahar gibi bir mevsimi olan bu dünya, üzerinde yaşanmaya değer…” diyen Ömer’in, “Hayat sahiden yaşanmayacak kadar küçüklükler ve bayağılıklarla dolu!..” çelişkisiyle yaşıyoruz

"
"