Celine Song bizi kandırmış. Haftalardır “romantik komedinin dönüşü” ve “eğlenceli bir aşk üçgeni” zannettirildiğimiz Materialists, meğer kapitalist toplumun romantik ilişkileri nasıl ticarileştirdiğine dair bir dram-denemeymiş. Bir elimde mısır bir elimde kola, saf saf Pedro Pascal’ın smokinli sahnelerini bekliyordum. Bir de baktım flört ve ilişkilerin piyasa mantığına göre değer kazanan metalara dönüştüğüne; partner seçiminin statü, ekonomik güç, fiziksel görünüm gibi satılabilir -yani “materyal” özellikler etrafında şekillendiğine dair bir ders dinliyorum. Üstelik Pedro Pascal da yeterince metalaştırılmamış. Yazıklar olsun.

Celine Song’u ilk filmi Past Lives’dan tanıyoruz. 96. Akademi Ödülleri’nde En iyi Film ve En İyi Senaryo’ya aday olan film, Song’un kendi hayat hikayesinden ilham alan, kocası ve çocukluk aşkı arasındaki hafif felsefi bir aşk üçgenini anlatan bir hikayeydi. Bu filmden kısa bir süre sonra Song’un kocası Justin Kuritzkes’in yazdığı Challengers çıktı piyasaya. Hatırlarsınız, Zendaya, Josh O’Connor ve Mike Faist’in fırtınalı bir aşk üçgeninde olan tenisçileri oynadıkları film. Karı koca arka arkaya iki tane aşk üçgenli film yapınca, ikili üstündeki merak da bu yöne kaydı doğal olarak.
Celine Song ve eşi Justin Kuritzkes'ın bir önceki filmleri de tıpkı Materialists gibi bir aşk üçgenini anlatıyordu
Song’un yazıp-yönettiği ikinci filmi Materialists de akıllı bir PR hamlesiyle bu merağa yaslıyor kendini. Film, New York’ta yaşayan ve bir çöpçatanlık şirketinde çalışan Lucy (Dakota Johnson), onun garsonluk yapan ve aktör olmaya çalışan eski erkek arkadaşı John (Chris Evans) ve çöpçatanlık sektöründe “unicorn” denen, yani eşi benzeri bulunmayan, hem zengin hem yakışıklı, hem de iyi kalpli yeni erkek arkadaşı Harry (Pedro Pascal) arasındaki aşk üçgenini anlatıyor. Filmin fragmanları da bu üçgen hissini pekiştiriyor ve el yazısı fontlar, pop şarkılar, New York’un bakar bakmaz akla romantik komedi getiren sokakları ve retro bir seslendirmeyle filmi bir 90’lar romantik komedisi gibi pazarlıyor. Artık bir filmin kendisi kadar önemli olan promosyon röportajlarında Johnson, Pascal ve Evans şakalaşıyor, aşk ve ilişkiler üstüne konuşuyor, “Onu mu seçersin, bunu mu?” sorularını cevaplıyor. Açıkçası kimsenin bizi filmin az komedi-bol teori kimliğine hazırladığını söyleyemem. Hazırlasalar en azından mısır almazdım.

Celine Song, bir dönem çöpçatan olarak çalışmış ve herkesin bir partnerde aynı şeyleri istediğini gözlemlemiş: Erkekler genç ve güzel bir kadın, kadınlar uzun boylu ve belirli işlerde çalışan (zengin demek istiyor) bir erkek. Materialists, hikayesini bu sınıfsal, heteronormatif ve toplumun ilerici fragmanlarında yıkılmaya çalışan teori üstüne kuruyor. Çöpçatan Lucy de, bir nevi aşk brokerı gibi çalışıyor. Ona göre evlilik bir iş anlaşması, romantik ilişkilerse karşılıklı beklentilerin yönetildiği bir piyasa. Çiftleri sosyal sınıf, gelir düzeyi, güzellik standartları ve yatırım getirisi potansiyeline göre eşleştiriyor, işi bu.

Lucy, kendine de bu puanlama sistemine göre değer biçiyor. Bu sistemde John fazla fakir ve başarısız, doğal olarak aşkları bitmemesine rağmen terk ediliyor. Ama Lucy de Harry için düşük puanlı kalıyor: Fazla yaşlı, fazla fakir, eğitimsiz ve yeterince güzel değil (sanki karşımızda her sahnede farklı bir tasarımcının kıyafetlerini giyen Dakota Johnson yokmuşçasına). Lucy bu yüzden Harry’nin onda ne bulduğunu bir türlü anlayamıyor. Oysa Harry bu piyasa değeri yüksek “maddi” varlıklarla değil, görünmeyen ama uzun vadede değerli olan duygusal niteliklerle ilgileniyor: Sevgi, saygı, beraber bir gelecek kurma ihtimali gibi gibi… Lucy, Harry ile öpüşürken 12 milyon dolarlık muhteşem evini ve maskülen-minimal dekorasyonunu kestiği için bu duruma anlam veremiyor. Beyaz saten çarşaflar içinde Pedro Pascal’ın kollarında uzanırken soruyor: “Bu ev kaç para?” Bir yandan da John’u aklından çıkartamıyor. Çünkü “gerçek aşk” puan hesaplaması tanımıyor.

Materialists, aşk piyasasında kadınların konumu ve yaşadıkları tehlikeler üzerine de bir söz söylemeye çalışıyor. Ama açıkçası bu söz ne yeterince kuvvetli ne de hikâyenin bütününde anlamlı kalıyor. Song’un kadınların yaşadıkları travmaları ve tehlikeleri adeta geçiştirerek hikâyeye yedirmesi, yetersiz olmanın ötesinde, sinir bozuyor. Filmin en kuvvetli hamlesi, nicedir hem kadınların hem kuirlerin gözdesi olmayı başaran Pedro Pascal’ı romantik bir kahraman rolünde oynatması. Pascal’ın gerçek hayatta yansıttığı “hem seksi hem iyi kalpli” personası, Materialists’de canlandırdığı Harry’nin “unicorn” tanımına tam oturuyor. Chris Evans ve Dakota Johnson ise tüm güzelliklerine ve yeteneklerine rağmen o büyük aşkı ve çekimi yansıtmakta zorlanıyor. Özellikle filmin orta yaşlı erkeklerin yaş takıntısına yaptığı eleştirileri izlerken, 43 yaşındaki Evans’ın kendinden 16 yaş küçük biriyle evli olduğu gerçeğini hatırlamak işin büyüsünü bozuyor. Johnson da benzer bir şekilde kendinden 13 yaş büyük Chris Martin ile beraber.

Eğer Materialists romantik ilişkilerin sermaye ve tüketim kültürünün içinden doğduğunu hatırlatan, modern aşkın neoliberal mantıkla yönetildiğini söyleyen ve duyguların ekonomi politiğini anlatan bir kara komedi olmak istiyorsa, bunun için fazla hafif ve yüzeysel kalıyor. Yok eğer özlediğimiz doksanlar klasiklerinin mirasından gelen bir romantik komedi olmak istiyorsa, bunun için de fazla ağır, temposuz ve o olmazsa olmaz kimyadan yoksun kalıyor. Vaat ettiği şey olmayan, ama daha iyisinin yokluğunda tahammül edilebilen bir film Materialists. Tıpkı modern aşkların çoğu gibi.
Binnaz Saktanber kimdir?
Ankara'da doğdu. Tevfik Fikret Lisesi ve başarı bursuyla okuduğu Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. Gazeteciliğe okul yıllarında Sabah Gazetesi ve Turkish Daily News'da çalışarak başladı.
Fulbright bursuyla gittiği ABD'de The City University of New York'ta siyaset bilimi üzerine lisansüstü eğitimini tamamladı. New York'ta yaşadığı yıllarda Türkiye'nin ilk bloglarından Loonybinsblog'u kurdu, Radikal İki, Birikim, Bant Mag. gibi yayınlarda yazı ve makaleleriyle yer aldı. Aynı zamanda The Museum of Modern Art, The Metropolitan Museum of Art, Film at Lincoln Center, Carnegie Hall gibi kurumlarla film, görsel sanatlar ve performans sanatları üzerine projeler geliştirdi ve yönetti.
2012'de Türkiye'ye dönüşünden itibaren politika ve kültür-sanat alanındaki yazılarıyla The Guardian, CNN International, Roar Magazine gibi uluslararası yayınlar için yazdı, Witte de With Review'un İstanbul temsilciliğini yaptı. Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinde popüler kültür, televizyon ve sinema üzerine yazdı. 2021-2024 yılları arasında haftalık yazı ve röportajlarıyla Gazete Oksijen 'de yer aldı. Eylül 2024'te T24 ailesine katıldı.
|