11 Mayıs 2025

Öldürdüğün Şeyler, bir bisikletin iki tekerleği

Senaryo, id ve süperego çatışmasını 19. yüzyıldan günümüze farklı bir yorumla taşıyarak Ali’nin çeviri üzerine verdiği dersi daha iyi yerine getirebilirdi. Her sahneyi geleneksel metaforlarla süsleyen Öldürdüğün Şeyler, filmi izleme heyecanımı öldürdü

Yavaş yavaş netleşen bulanık açılış sahnesi, bizi adeta bir rüyadan uyandırır. Bir sabah Ali’nin karısına “Dün gece uyuyamadın mı?” sorusuyla başlayan filmde, kim ayık kim uykuda belirsiz. Sabah kahvesinin bile uyandıramadığı karakterler, bana Amerikalı yazar Theodore Roethke’nin “Uyanış” (1953) şiirini hatırlatır. “Uykuya uyanıyorum, uyanışımı ağırdan alıyorum” dizesini neredeyse her kıtada tekrar eden şiir, kısır bir döngüde. Filmde ise, Hazar’ın rüyasına giren kayınpederinin “Işığı öldür” cümlesi tekrarlanır. Ne rüya ne de gerçek bir hayattır onlarınki.

Ankara ve Niğde’de çekilen filmin dağlarla çevrili coğrafyasında, akademisyen Ali (Ekin Koç) ile sıkışıp kalırız. Hasta annesinden, zorba babasından, çocuk isteyen karısından ve işsiz kalma stresinden uzaklaşmak için şehir dışındaki kulübesinde yalnızlığa gömülür. Gece yarılarına kadar çalıştığı bahçede, kendinden kaçamaz. Dağların dönemeçli yolları, onu kendi karanlığıyla yüzleştiği bir girdaba sürükler.

Heybetli dağlar çürümüş sistemi örtemez. Ali’nin annesinin evinde taşan tuvalet, tıkalı borular ve dua ile çalışacağına inanılan bozuk fotokopi makinesi toplumsal kokuşmuşluğun metaforları. Ali’nin babasının (Ercan Kesal) ve üniversite çalışanlarının bulundukları ortamı iyileştirme çabası yok.

Üniversite öğrencilerine Ali, çevirmenin kelimeleri bir dilden ötekine bire bir taşımak yerine yorum kattığını anlatır. Filmdeki her karakter de bir çevirmen. Çalışmayan fotokopi makinesi Ali’ye göre bozuk; bir diğer hocaya göre ise yorgun ve molaya ihtiyacı var. Türkçeye çevrilen senaryoda ve Türk oyuncularla İngilizce konuşan yönetmenin bulunduğu sette anlamın kendisi hep geçişte.

Ali’nin az sperm sayısı kadar uzmanlık alanı da yadırganır. Edebiyatı erkekliğe yakıştıramayan babası, “Ne yaptım Allah bana böyle bir evlat verdi. Ne suç işledim ben” diye yakınır. Bir üniversite hocası ise Amerika’da fizik ya da mühendislik tahsili yapılmasının daha faydalı olacağına inanır. Diğer derslerde daha az öğrenci olsa bile Ali’nin fuzuli görülen edebiyat dersi kapatılır.

“Metin bir cinayet mahalli” der Ali derste. Bir öğrenci tercümenin kökenini, Arapçada “yıkım” anlamına gelen bir kelimeyle ilişkilendirir. Farklı anlamlara açık bir metinde her yeni yorum bir öncekini öldürür. Olay yerinin ve faillerin belirsizliğini koruyan filmde, gerçeklik ve yansımalar iç içedir.

[Spoiler içerir.]

Ali ve bahçıvan Reza (Erkan Kolçak Köstendil), Ekin Koç’un ilk sahnede giydiği tişörtündeki bisikletin iki tekerleği gibi. Ali; yürüyemeyen annesini yıkayan, giydiren ve besleyen şefkatli bir evlat. Annesini öldürdüğünden şüphelendiği babasından intikam almak için önce içindeki uysallığı zincirler.

Bahçıvanı ilk, kulübenin girişindeki aynanın yansımasından görürüz. Aynadaki çift kimlik, Sigmund Freud’dan bu yana sıklıkla işlenmiş bir tema. En güzel örneği de bir katili ve saygın bir doktoru aynı karakterde buluşturan Robert Louis Stevenson’un Doktor Jekyll ve Bay Hyde’ın Tuhaf Hikayesi (1886). Ayrıca kimlik, çift olmaktan da öte karmaşıklıkta. Bir ikiliğe indirgenemeyecek kadar çetrefilli.

İranlı yönetmen Alireza Khatami, bir erkeğin iki benliğine Ali ve Reza isimlerini vererek doppelganger temasını gözümüze sokar. “Hayvani” addedilen dürtüleri ehlileştirmek görevi de Ali’nin veteriner karısına (Hazar Ergüçlü) verilmiş. Son sahnede “Işığı öldür” sözleriyle kırmızıya boyanan ekran, aydınlanma çağının ahlaklı ve rasyonel birey hayalini söndürür.

Senaryo, id ve süperego çatışmasını 19. yüzyıldan günümüze farklı bir yorumla taşıyarak Ali’nin çeviri üzerine verdiği dersi daha iyi yerine getirebilirdi. Her sahneyi geleneksel metaforlarla süsleyen Öldürdüğün Şeyler, filmi izleme heyecanımı öldürdü.

Naz Bulamur kimdir?

Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı.

Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur.

Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Prof. Dr. Oya Başak’tan miras kalan hayat ve sanat aşkı

Efsanevi hocamızı her gün hayatıma kattığı değerleri, birikimi ve kahkahalarıyla hatırlayacağım. Oya Başak kalbimde ve yazdığım her satırda yaşayacak

Saykoterapi, ölümle dans eden Sığ Hikâye

Saykoterapi filmini izledikten sonra trafik ışığının kırmızı mı yoksa yeşil mi yandığını arabada yanınızda oturan eşinize sorabilecek misiniz?

İstanbul Ansiklopedisi: Koçu, Pamuk ve Nacar

Dizi, toplumsal kutuplaşma ile ilgili farklı bir argüman getiremese de senaryonun İstanbul Ansiklopedisi üzerinden kurgulanması çok yaratıcı

"
"