25 Mayıs 2025

Saykoterapi, ölümle dans eden Sığ Hikâye

Saykoterapi filmini izledikten sonra trafik ışığının kırmızı mı yoksa yeşil mi yandığını arabada yanınızda oturan eşinize sorabilecek misiniz?

“Öleceksin ama hâlâ inanmıyorsun” sözleriyle New York’ta bir otel odasında başlayan Tolga Karaçelik’in filmindeki yazar, namlunun ucunda. Katilin, “Geri kalanımız yaşamaya devam edecek. Sadece sen öleceksin” sözleri, Roland Barthes’ın “The Death of the Author” (1967) makalesini hatırlatır. Fransız düşünüre göre yazarın ömrü, yaratıcı süreç ile kısıtlıdır. Ölümüyle okuyucuya hayat verir. Roman, hikâyeyi kendi perspektifinden değerlendiren okuyucunun eseridir.

“Yeni kitabın için öldürebilirim” der “emekli seri katil” Kollmick, hayranı olduğu yazar Keane ile tanıştığında. Aslında öldürmek istediği, yaratıcının kendisidir. İşleyeceği cinayetlerle ilham kaynağı olacağı kitabın sahibi olmak ister. Öldürmeyi meslek edinmiş orta yaşlı karakterin (Steve Buscemi) aradığı ölümsüzlüktür.

Film; metindeki tüm metaforları atfedebileceğimiz, bilge ve yüce addedilen yazarı öldürür. Keane’in (John Magaro) dört yıldır üzerinde çalıştığı hikâyeye yorumlarıyla katkıda bulunan dostları ve karısı, yazım sürecinin parçası. Keane ve karısının bir katille arkadaşlığı sayesinde şekillenen kitap, çok yazarlıdır. 

Öldürdüğün Şeyler filminde akademisyen Ali’nin, “Metin bir cinayet mahallidir” sözlerinin başarılı bir örneği Saykoterapi. Entelektüel yazar, vahşi katil, şefkatli eş ve vefakâr dost gibi klişeler yıkılır. Keane’in, dünyadaki son Neandertalden bir seri katile evrilmiş kitabının konusu da cinayet kurbanıdır.

Kollmick’e göre kibir, katilin ve bilim insanının ortak özelliğidir. İkisi de övündükleri işlerinin bilinmesini ister. Katili yakalatan kibir, yazarı uçuruma sürükler. Özgün bir hikâye bekleyen editörüne ve kitaptan ümidini kesen karısına (Britt Lower) yeteneğini ispatlamak için bir seri katille iş birliği yapar.

Tolga Karaçelik bir röportajında, “Kendini ciddiye alan filmlerden sıkıldım”[1] demiş. Mesela id ve süperego çatışmasına yeni bir yorum katamayan Öldürdüğün Şeyler, kendisini fazlasıyla ciddiye alan bir film. Şefkatli ve zorba iki erkeği aynı karakterde buluşturan film, çift kimlik teorisini sanki ilk defa anlatıyormuşçasına iddialı. Karaçelik, İranlı yönetmen Alireza Khatami gibi karakterlerin potansiyel birer katil olabileceğini gösterse de filmin ismine “sığ hikâye” sözlerini ekleyerek kimlik üzerine bilgelik taslamaz.

Sigmund Freud’un teorilerini birebir günümüze taşımak yerine sorgulayan Saykoterapi, Öldürdüğün Şeyler’in aksine rüyayı bilinçaltının bir tuvali olarak görmez. Katilin psikolog rolü oynadığı evlilik terapisinin kendisi bir delilik. Boşanmak üzere olan yazar ve karısı, huzuru katilin seansa getirdiği doldurulmuş ölü bir kedide bulur. Mutlak bir sebep sonuç ilişkisine dayandırılmayan sorunlar, terapiyle çözülemez.

“İlerleme diye bir şey yok sadece ölüm var.” diyen psikolog koltuğundaki katilin sözleri, absürt tiyatroyu anımsatır. Karakterler ile dalga geçerek “sığ hikâye” yazmak zordur. Tüm karmaşıklığına rağmen hayat, çoğu zaman “akşam ne yiyeceğiz?” sorusundan ibaret. Nitekim Keane’in ölümle yüzleştiği sahneden hemen sonra, yemekte arkadaşının pilav diye tutturmasını izleriz. Film, konuyu dönüp dolaşıp “ne alaka?” dediğimiz patateslere getirerek hayatın anlamını bilmişlik taslamadan sorgular.

“Killing Me Softly” ve “Dead and Lovely” şarkıları; Keane, Suzie ve katilin entrikalarına eşlik eder. Boşanmaya karar veren çift, yazıp oynadıkları kanlı senaryoyla hayat bulur. Otoriter Suzie, kocasının ilk defa inisiyatif alıp bir katili eve getirmesine sevinir. Kocasıyla eş zamanda birbirlerini öldürmek istedikleri için heyecanlanır. Eline silah almaktan haz duyan Suzie ile film, cinayetten beslenen aşk hikâyeleriyle dalga geçer.

Eleştirmenlerin “alışılmadık film” ve “farklı bir soluk getiriyor” gibi yorumlarına katılmasam da New York’un ve karakterlerin karanlığını zekice buluşturan trajikomediyi keyifle seyrettim. Peki bu filmi izledikten sonra trafik ışığının kırmızı mı yoksa yeşil mi yandığını arabada yanınızda oturan eşinize sorabilecek misiniz?


[1] https://www.fayn.press/hollywoodda-ilk-turk-yonetmen-tolga-karacelik/

Naz Bulamur kimdir?

Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı.

Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur.

Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Prof. Dr. Oya Başak’tan miras kalan hayat ve sanat aşkı

Efsanevi hocamızı her gün hayatıma kattığı değerleri, birikimi ve kahkahalarıyla hatırlayacağım. Oya Başak kalbimde ve yazdığım her satırda yaşayacak

Öldürdüğün Şeyler, bir bisikletin iki tekerleği

Senaryo, id ve süperego çatışmasını 19. yüzyıldan günümüze farklı bir yorumla taşıyarak Ali’nin çeviri üzerine verdiği dersi daha iyi yerine getirebilirdi. Her sahneyi geleneksel metaforlarla süsleyen Öldürdüğün Şeyler, filmi izleme heyecanımı öldürdü

İstanbul Ansiklopedisi: Koçu, Pamuk ve Nacar

Dizi, toplumsal kutuplaşma ile ilgili farklı bir argüman getiremese de senaryonun İstanbul Ansiklopedisi üzerinden kurgulanması çok yaratıcı

"
"