28 Mayıs 2025
2025 yılının “Aile Yılı” ilan edilmesinin arkasındaki mantığı anlıyorum. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada doğurganlık oranlarının düşmesi ve son elli yıldır ilk kez ölümlerin doğumları geride bırakmasıyla önümüzdeki on yılda dünya nüfusunun azalmaya başlayacak olması elbette endişe verici. OECD’nin son raporuna göre, OECD ülkelerinde 1960’ta 3.3 olan doğurganlık oranı, 2022’de 2.1’e düşmüş durumda. 2024’de Türkiye’de doğurganlık oranı 1.48, Kanada’da 1.48, Amerika’da 1.79, Hindistan’da 2.12, Çin’de 1.71, en yüksek ülke olan Nijer’de ise 6.6. 65 yaş ve üzeri çalışan sayısı 2020'de yüzde 30 iken, 2060'ta bu oranın 59'a çıkması öngörülüyor. Bunun sonucunda da azalan çalışan nüfus, hükümetler üzerinde önemli sosyal ve ekonomik baskılar oluşturacak, özellikle emeklilik ve sağlık hizmetlerine yönelik harcamalar artacak.
Fakat, “2025 Aile Yılı” kapsamında, 22-23 Mayıs tarihlerinde İstanbul'da düzenlenen ve 26 ülkenin aile bakanlarının katıldığı Uluslararası Aile Forumu’nda öncelik yukarıda yazdıklarım değildi. Forumda aileyi güçlendirmeye yönelik politikaların devam edeceği vurgulandı, kürtaja “cinayet” dendi, LGBTİ+ bireyler hedef alındı, dalga geçer gibi “Aile kadını koruyan bir yapıdır.” dendi, Türkiye'nin doğurganlık hızının 1,48'e gerilemesi "felaket" olarak nitelendirildi, ekonomik zorluklardan ziyade, popüler kültürün konforu, tüketimi ve nefsi hevesleri yücelten telkinleri nedeniyle doğurganlığın düştüğü iddia edildi.
İyi bir şey yapmaya çalışırken bile hedefi şaşırtmak, düşmanca bir üslup sergilemek, halkı kutuplaştırmak, kadının kendi bedeniyle ilgili özgürlüğüne karışmak ancak bizde olur zaten. Nüfus politikaları açısından10 yıl sonrasını düşünmeyelim demiyorum ama ülke şartları mükemmelmiş gibi, “En az üç çocuk!” diye çırpınmayı da komik buluyorum. Bu yüzden, bu hafta Türkiye’de ailelerin dünyaya getirecekleri en az üç çocuğun hangi ortama doğacağını şöyle bir özetlemek istiyorum.
Bakın bir çocuğu hakkıyla yetiştirmek ve topluma kazandırmak için gereken maddi, manevi olanakları, günümüzün ekonomik şartlarını, işsizliği, devlet okullarında eğitimin içinin boşaltılmasını saymadım bile... Hayata getirilen çocukların, nasıl hayattan koparıldığını saydım sadece. Üstelik bu liste uzar gider. Tüm bu olaylardan binlerce, onbinlerce aile etkilendi. Bu ailelerin birlik ve beraberliğini niye koruyamadık, mevcut riskler karşısında bu aileleri niye topyekûn destekleyemedik? Aile kavramının önündeki en önemli engel LGBTQ+ bireylermiş gibi bir algı yaratılıyor. “Ne alaka?” demek istiyorum? Ayrıca o bireylerin de bir ailesi var ve onlar da durmadan hedef gösterildikleri için öldürülüyor. Onları da tüm vatandaşları gibi korumak devletin görevi. Tüm bu nedenlerden dolayı bu “Aile Yılı” kavramı benim çok kanıma dokunuyor, “Ne ailesi, hangi aile?!” diye isyan edesim geliyor.
Öte yandan geçtiğimiz gün hepimizin gözlerinden yaş getiren bir olay yaşandı. Kanseri yenen üç yaşındaki Ali Asaf’ın babası, yaşadıkları mutluluğu paylaşmak için bir çağrı yaptı: “Bizim pek çevremiz yok, bizimle balon uçurmaya gelir misiniz?” Binlerce insan o çağrıya kulak verdi. Taksi şöförleri, nikahlarından çıkan gelin ve damatlar, işlerinden müsaade isteyerek balon uçurmaya koşan çalışanlar... Ali Asaf’ın lösemiye karşı zaferi, on binlerce kişiye sevinç ve umut oldu. Ayrıştırılmasak, birbirimize düşman edilmesek birlikte ne güzel olduğumuzu gördük bir kez daha... Üç çocuğu bilemem, herkesin kendi kararıdır. Ancak Ali Asaf bana her türlü olumsuz şarta rağmen, Aile Yılı’nda, büyük bir Türkiye ailesi hayali kurdurdu. Bir gün olacak, inanıyorum. Kulağımda rahmetli Edip Akbayram’ın sesi: “Çocuklar inanın, inanın çocuklar... Güzel günler göreceğiz güneşli günler...”
Ayşe Acar kimdir?Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor. |
“Otur oğlum, yoruldun!”dan “Suyun ısınmaya başladı!”ya, “Evimin son fotoğrafı” akımından “Bir çocuk incindiğinde hayat durur”a, “Algoritmanın 23 kilo ağırlığı”ndan “Çalınmış topraklarda yasa dışı kimse yoktur”a geçtiğimiz haftanın önemli kişilerini, olaylarını ve sözlerini 11 maddede yazdım
Bu haftaki konuğum orkestra şefi Nisan Ak. Nisan ile Türk Amerikan Orkestrası’nın kuruluş amaçlarını, 14 Haziran’da New York’da gerçekleştirdikleri Moments of Istanbul konserini, müzik dünyasında cinsiyetçi yaklaşımı ve son dönemde Amerika’da yaşanan göçmen karşıtı tutumu konuştuk
Vancouver’da The Art of Banksy Without Limits sergisini gezdim, Banksy ve göç temalı eserlerini, hangi nedenle olursa olsun yerlerinden edilen göçmenler için yazdım
© Tüm hakları saklıdır.