14 Mayıs 2025

12 maddede büklüm büklüm izlediğimiz dizi: İstanbul Ansiklopedisi

Bu hafta İstanbul Ansiklopedisi’nin, beni ve kızımı neden etkilediğini 12 maddede yazmak istiyorum. Lütfen, Spotify’larınızın ayarını Tülay Özer’den Büklüm Büklüm’e getirip, yazıyı öyle okuyunuz. Ne söylesen, ne beklesen... Yaradan'dan ya da kaderinden... Ele geçmez istediğin... Uğruna savaş vermediysen...

Aslında boşlukta kapladığım yer hepi topu bu işte…
Bir bavul...
Anne ben bavul oldum
Belki de insan olmaya çalışıyorumdur

İstanbul Ansiklopedisi, Selman Nacar, Netflix Türkiye

Not: Yazı diziden alıntılar içerir.

Geçtiğimiz yıl Vancouver Türk Filmleri Festivali kapsamında “Tereddüt Çizgisi” filmini beğeniyle izlediğimiz Selman Nacar’ın yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı İstanbul Ansiklopedisi dizisinin Netflix’te yayına girdiğini öğrendiğimizde, yirmi yaşındaki kızım Defne ile heyecanla dizinin başına oturduk. İlk bölüm itibariyle çekimlere, özlediğimiz İstanbul’umuzun görüntülerine, dizide çokça geçen yansımalara bayıldık. Ama karakterlerin oturması ve hikâyenin içimizde demlenmesi zaman aldı.

Selman Nacar

Dizi, Amasya’dan İstanbul’a mimarlık okumak için gelen Zehra’nın (Helin Kandemir), kendisine yurt çıkmadığı ve kalacak yer bulamadığı için muhafazakâr annesi Aylin’in (Melisa Sözen) yirmi yıldır küs olduğu, ancak bir zamanlar en yakın arkadaşı olan seküler Doktor Nesrin’in (Canan Ergüder) evine sığınmasıyla başlıyor. Zehra İstanbul’da yaşamak için heyecan içindeyken, Nesrin’in tek hayali İstanbul’u terk ederek Fransa’ya göçmek ve mesleğini orada sürdürmektir.  

İstanbul Ansiklopedisi, kimlik arayışımıza, ön yargılarımıza, kaçışlarımıza, kovalayışlarımıza, kayboluşlarımıza ve kendimizi yeniden bulmalarımıza, yaşam tercihlerimize, girift aile bağlarımıza, manipülatif aşk ilişkilerimize, dine, kutuplaşmaya, kadın olmaya odaklanan ve Türkiye’nin günümüzdeki durumuna ayna tutan bir dizi. Aynı anda çok fazla konuya değinmesi nedeniyle, insan ilk başta kendisini bir mesaj bombardımanı altında hissedebiliyor. Fakat dizi ocağımızdaki çay gibi demlendikçe, dumanı tüttükçe, tüm bu konuların, tek bir büyük başlığı olduğunu görüyoruz: İki yakası bir araya gelmeyen İstanbul.

"Anne biz de bavul olduk"

Nihayet diziyi bitirdiğimizde, kızımla o kadar etkileniyoruz ki, birkaç saat kaçışlarımızı, kovalayışlarımızı, gençlerin kimlik arayışını, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu konuşuyoruz. “Anne biz de bavul olduk ve Vancouver’a geldik.” diyor kızım. Doğru... Anılarımızı, geçmişi, eşyalarımızı, kendimizi topladık bir bavula ve geldik buralara sekiz sene önce... Ama İstanbul’u ardımızda bırakabildik mi? Asla... Kendimizden kaçabildik mi? Hayır...

Kızımla sohbetimiz bittikten sonra ise bağıra bağıra filmin tema müziği olan, Tülay Özer’den Büklüm Büklüm’ü söylüyoruz. Oğlum odasından çıkıp “Delirdiniz mi bu saatte!” diye bağırsa da biz devam ediyoruz.

Sanki seni boğar gibi Sanki yeniden doğar gibi Sanki zaman zaman ölür gibi Acısını, çilesini çekmediysen

Hani büklüm büklüm boynunda Hani paramparça ruhunda Hani soran gözlerle kapında Bekleyen dargın anıların gibi

Bu hafta İstanbul Ansiklopedisi’nin, beni ve kızımı neden etkilediğini 12 maddede yazmak istiyorum.  Lütfen, Spotify’larınızın ayarını Tülay Özer’den Büklüm Büklüm’e getirip, yazıyı öyle okuyunuz. Ne söylesen, ne beklesen... Yaradan'dan ya da kaderinden... Ele geçmez istediğin Uğruna savaş vermediysen...

“E” harfi: Emek Sineması

1. İstanbul Ansiklopedisi: Diziye ilham olan İstanbul Ansiklopedisi, tarihçi ve romancı Reşad Ekrem Koçu’nun (1905-1975) ömrünün büyük kısmını adadığı, ancak tamamlayamadığı kapsamlı bir çalışmadır. Sokaklardan mimari yapılara, mühim ya da sıradan şahıslardan şehrin âdetlerine, tarihî olaylardan şehir efsanelerine birçok konu anlatımlar ve resimler eşliğinde kayda geçirilir. Mimarlık öğrencisi olan Zehra’nın ödevi, kendi kişisel İstanbul ansiklopedisini oluşturmaktır. “E” harfinde geçen Emek Sineması’nın benim kişisel ansiklopedimde de çok güzel bir yeri vardır. Babamla çocukluğumda önce İnci Pastanesi’nde profiterol yer, sonra İstiklal Caddesi’nde gezer, günü Emek Sineması’nda film izleyerek taçlandırırdık. Hafızamda bugün gibi...

İstanbul ne sevince aldırıyor ne de kedere

2. İstanbul dizide bir karakter: Kimimizin aşk ve heyecanla koştuğu, kimimizin bunalarak ve tükenerek kaçtığı İstanbul, İstanbul Ansiklopedisi üzerinden dizide bir karakter haline dönüştürülmüş. Zehra her bölümün sonunda, kendi deneyimi ve notlarıyla adeta İstanbul’la konuşuyor, dertleşiyor. Bazen bir hastanede, bazen bir meyhanede, bazen de bir camide. Acılar çekiliyor, kadehler kutlamalara kalkıyor, yaşananlar yaşanıyor ama İstanbul ne sevince aldırıyor ne de kedere... Güçlü ve mağrur duruşuyla, tarihiyle, kargaşasıyla, siyasi ortamıyla insanları bir anafor gibi içine çekiyor sadece. İnsanlar boğulmamaya ve hayatta kalmaya çalışıyor. Günümüzde de durum maalesef bu.

İnsandan kaçmak kolay, kendimden kaçabilsem

3. Büyük şehirde mi yalnızsın, küçük şehirde mi: Defne, dizinin bir sahnesinde Zehra’nın İstanbul’da kalabalıklar içinde yalnız hissetmediğini ancak doğduğu, büyüdüğü, hemen hemen herkesi tanıdığı ve daha küçük bir şehir olan Amasya’da kendini yalnız hissettiğini söylediğinden bahsediyor ve bu fikre katılıyor. Kızım, 12 yaşında göç ettiği, dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan İstanbul’da, her ne kadar ailesi hariç, pek bir tanıdığı olmasa da, kendini hiç yalnız hissetmediğinden, şehrin enerjisinden beslendiğinden, doğup büyüdüğü yerde ve kültürünün içinde bulunmanın ışıltısının yüzüne yansıdığından bahsediyor. Diziyi izlerken, sekiz yıldır yaşadığı ve çok daha küçük bir şehir olan Vancouver’da, çok daha fazla insan tanıdığını, hayatının burada şekillendiğini ve burayı evi gibi gördüğünü ancak kendini İstanbul’a ait hissettiğini fark ettiğini söylüyor.

4. Kaçışlarımız: “İnsandan kaçmak kolay, kendimden kaçabilsem” demiş Necip Fazıl. Zehra’nın Amasya’dan İstanbul’a kaçmasıyla, Nesrin’in İstanbul’dan Paris’e gitmek istemesiyle, bavul olmakla, keşke çözülse her şey. O bavula en önce kendimizi koyuyoruz.

"Türkiye’de nefes alamıyorum"

5. Türkiye’de nefes alamamak: Nesrin, Fransa’ya göçmek için gittiği konsolosluk görüşmesinde “Neden gitmek istiyorsunuz?” sorusuna “Çünkü Türkiye’de nefes alamıyorum” diye cevap verir. Resmi verilere göre, 2024’te Türkiye'den göç eden 714 bin 579 kişinin 107 bin 41'inin yaşı 25-29 yaş aralığında bulunuyor. Dizi bu anlamda gerçek hayatın güzel bir yansıması. Farklı nedenlerle de olsa hem gençler hem yetişkinler Türkiye’de nefes almakta zorlanıyor, çareyi terk etmekte, göç etmekte, ihtiyaçları olan özgürlük ortamını, maddi-manevi güvenceyi başka ülkelerde aramakta buluyor.

Evin neresi?

6. Zehra’nın evi neresi: Dizide Zehra’nın en büyük hayali bir evi olması. Sanki başını sokacağı bir evi olsa bütün dertleri çözülecekmiş gibi. Halbuki Zehra en büyük kimlik buhranını anneannesinin hastalığı üzerine Amasya’da annesiyle yaşadığı evine döndüğünde yaşıyor. O sıralar İstanbul’da da Nesrin’in evinde kalıyor. Yani aslında kalabileceği bir değil iki evi var ama kendini ağırlayabileceği bir yeri yurdu yok.

7. Nesrin’in evi neresi: Nesrin, yine günümüzde doktorların sık sık yaşadığı gibi, bir hasta yakınıyla tartışma yaşıyor. Bu tartışmanın videosu başı sonu olmadan kesilip, Nesrin’in hasta yakınına karşı öfke patlaması olarak yansıtılıyor ve Nesrin sosyal medyada linç ediliyor. O, Türkiye’yi istemezken, Türkiye de onu istemiyor artık. Aynı Zehra gibi, Nesrin’in de evi var ama kendini ağırlayabileceği bir yeri yurdu yok. Tüm farklılıklarına rağmen bu konuda çok benzerler.

8. Evini bir erkekte aramak: Nesrin ve Zehra’nın benzediği bir diğer konu ise yerlerini yurtlarını bir erkekte de aramaları. Zehra okulun ilk günü tanıştığı Harun (Kaan Miraç Sezen) ile bir ilişki yaşamaya başlar ve Amasya’daki sevgilisini geride bırakır. Nesrin ise oldukça manipülatif, kendi gücünü Nesrin’i ezerek göstermeye çalışan ve aslında kendisi ezik bir karakter olan Serdar’ı (Tolga Tekin) geride bırakıp, Fransızca hocası Louis (Grégory Montel) ile bir aşk yaşar. Harun, Zehra’nın İstanbul’u, Louis ise Nesrin’in Paris’idir. Fakat Harun ve Louis’de, birkaç hareketleriyle Zehra ve Nesrin’i hayal kırıklığına uğratır. Evimizi ne bir başka şehirde ne bir başka ülkede ne de başka bir erkekte bulabiliriz. Ancak içimizde...

"Bu birbirine benzeyen binaların arasında herkes zaten kayıp"

9. Kayboluşlarımız ve yeniden bulunmalarımız: Zehra ve Nesrin’in İstanbul’da kayboluşlarından beni daha çok etkileyenler belki de dizinin diğer kayıp karakterleri; Nesrin’in Alzheimer hastası annesi (Müjde Ar) ve alkolik kızkardeşi Emel (Nezaket Erden). Nesrin sokakta kaybolan annesini bulduğunda şöyle der: “Bu birbirine benzeyen binaların arasında herkes zaten kayıp”. Babam benzer hastalıktan hayatını kaybettiği için şunu söyleyebilirim ki en korkunç kayıp, insanın beyninde yaşadığı kayıptır. Anılar, yaşanmışlıklar, pişmanlıklar uçup gider, ortada içi boş bir beden kalır. Bu nedenle ekranlarda izlemeyi çok özlediğim Sevgili Müjde Ar’ın canlandırdığı karakter beni çok duygulandırdı.

Emel de kayıp... Nesrin doktor olduğu ve çok daha meşgul biri olduğu için anneye bakma görevi Emel’e kalır. Kendisi çocuk kalmış, sorunlarından alkole sığınarak kaçan Emel, annesine bakmayı hiç beceremez ve Nesrin’in hayatını iyice zorlaştırır. Ama onun da ihtiyacı olan özgür kalabilmek, kendine odaklanabilmek ve kendi evini, yerini, yurdunu bulabilmektir aslında...

Kaçtığımız şey miyizdir, yoksa kovaladığımız şey mi?

10. Kimlik çatışması: Dizinin en önemli hikayelerinden biri Zehra’nın kimlik krizi. Zehra, İstanbul’da başı açık seküler gibi yaşamaya çalışır ama tam beceremez, bowling oynarken bile namazını kılmanın bir yolunu bulur, içkisini içer gibi yapar ama ağzından tükürür. Amasya’ya döndüğünde ise kapanır, muhafazakâr kimliğini benimsemeye çalışır ama onu da tam benimseyemez, eski erkek arkadaşıyla muhafazakarlığın sınırlarını zorlayan bir sohbete girişir. Oysa eski erkek arkadaşı ona her ikisi birden olamayacağını, artık bir seçim yapması gerektiğini hatırlatmaktadır. Kaçtığımız şey miyizdir, yoksa kovaladığımız şey mi? Ya da belki her ikisiyizdir. Zehra’nın bu çatışma döneminde devamlı bere takarak, kendince hem kapandığı hem modern gözükmeye çalıştığı sahneler, günümüz Türkiye’sinde bir genç kızın kimlik arayışını yansıtması açısından çok çarpıcı.

"Ön yargıya doğmuşuz"

11. Ön yargıya doğmuşuz: Kızım diziyi izlerken seküler kesimin, muhafazakâr kesime ve muhafazakâr kesimin de seküler kesime karşı ön yargılarının çok keskin olduğunu ve bunun gerçek hayatta da böyle olduğunu söylüyor. Diyor ki: “Biz muhafazakâr kesimi bugün yaşadıklarımızın sorumlusu, hatta göç etmemizin nedeni olarak görüyoruz. Onların Türkiye hayalinde de zaten bizim gibi Batılı’laşmış, modern, eğitimli bir Atatürk gençliği yok. Bu ön yargıların içine doğmuşuz biz. Yapabileceğimiz tek şey geçmişimizi öğrenip, kabullenip, barışıp, yola devam etmek. Umarım olur.” Umarım olur kızım, umarım olur.

Sanki bizi boğar gibi, acısını, çilesini çekmedik mi?

12. Seküler-muhafazakâr çatışması: Bu maddeyi kısa tutmak çok zor. Dizi, Zehra’nın üniversitede edindiği arkadaşlarından başörtülü olduğunu ve muhafazakâr olduğunu saklaması, bir süre yanında kaldığı muhafazakâr arkadaşlarından da seküler arkadaşlarıyla takıldığını hatta gerçek ismini dahi saklaması, günün sonunda kendisine önce anlayışla yaklaşan muhafazakâr arkadaşı Fatıma’dan (Fatma Zehra Durgut), Nesrin’in evine geri taşınacağını öğrenince “Hem o hem bu olamazsın. Tarafını seç” minvalinde bir ayar yemesi, benzer bir ayarı Amasya’ya döndüğünde eski sevgilinden yemesi, Nesrin’in dindar öğrencilerin evine gittiğinde bakışlarıyla onları küçümsemesi, Zehra’nın annesi Aylin’in, Nesrin’in İstanbul’a tek başına gitmesini hazmedemeyip, evlenmesi ve kapanması, bu noktadan sonra Nesrin ve Aylin’in arasının açılması gibi günümüzde de maalesef hâlâ yaşanmakta olan birçok seküler-muhafazakâr çatışmasına sahne oluyor.

Herkes anlayışsız, herkes birbirine karşı ön yargılı ve herkes herkese bir etiket takma derdinde... Gerçek hayatta, 2025 yılında hala yaşadığımız, hatta koca bir ülkenin siyasetinin neredeyse üzerine kurulu olduğu bu çatışmayı, bir de dizilerde, filmlerde izlemek benim artık kalbimi sıkıştırıyor. Ülkem için artık anlayışlı, empatik ve ön yargılardan uzak, birbirini yargılamayan tek bir toplum hayal ediyorum. Sanki bizi boğar gibi, acısını, çilesini çekmedik mi?

Ayşe Acar kimdir?

Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. 

Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. 

Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. 

Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. 

Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 

2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. 

Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor.

Yazarın Diğer Yazıları

11 maddede Banksy ve göç temalı eserleri

Vancouver’da The Art of Banksy Without Limits sergisini gezdim, Banksy ve göç temalı eserlerini, hangi nedenle olursa olsun yerlerinden edilen göçmenler için yazdım

Aile Yılı’nda büyük bir ‘Türkiye Ailesi’ hayali

Uluslararası Aile Forumu, 22-23 Mayıs tarihlerinde İstanbul'da düzenlendi. Forumda aileyi güçlendirmeye yönelik politikaların devam edeceği vurgulanırken, ben Narin’i, Mattia Ahmet’i, Abdurrahman’ı, Kartalkaya Otel’de zehirlenerek ölen, Isias Otel’de enkaz altında kalan çocuklarımızı ve daha nicelerini düşündüm. Ali Asaf ise her şeye rağmen umudun sembolü oldu

Yırtın bakalım hayatınızın parçalarını...

Bu hafta Türkiye’nin yoğun gündeminden biraz müsaade isteyerek, bir sanat terapisi olarak kolajı yazmak istedim. Hadi yırtın bakalım hayatınızın parçalarını, sonra tekrar birleştirin. Bakalım bilinçaltınız size ne diyecek?

"
"