17 Eylül 2023

Bir zamanlar şiirler yazan o genç kız: Nazan Bekiroğlu

Evden birini erken yitirmenin insana verdiği korku, doğduğu yerden daha uzağa gitmesine izin vermeyen gizil bir duygudur. Bekiroğlu, bana hep bu duygunun koruyup kolladığı yazarlardan biri gibi gelmiştir. Ayrılamadığı yerden dünyanın başka yerlerine kelimelerini bir ulak gibi sağ salim iletebilenlerden

Birçok okur, okumadan yargıya varanlar, ismini duyduklarında yazarın cismini de görmek isteyenler, tasavvufi eğilimleri olan yazarları aşırı dini muhtevalı kimseler olarak hayal ederler. Sorgusuzca daima dâhil edildiğim cenahtan söz ediyorum biraz da. Her şey hayal etmekle başlıyor ya hani, çoğu zaman korkulu bir rüya gibi o ilk metni görmeden kaçışmaya başlarlar.

Nazan Bekiroğlu, dini menkıbeler içeren kitaplarında bile soyut düşünceyi besleyecek kadar antropolojiye yatkın, insan psikolojisine hâkim ve ciddi bir tarih bilgisiyle yazar. Kehribar Geçidi'nde Kıtmir'in yol gösterdiği Ashâb-ı Kehf'de olduğu gibi. İlimle bilimi yan yana düşünemeyenler için ikisinin aslında birbirinin içinde şeyler olduğunu söylemek zorunda hissetmek beni utandırıyor doğrusu. Sanki 'kalp gözü' denen şeyin kafamızın içinde olduğu bilgisini kendinde bile tecrübe edememiş olanlarla mücadele ediyormuşum gibi. Oysa ilimsel bilgilere yatkın ve onlarla ilgili olmak için de aşırı dindar yahut aşırı muhafazakâr ya da benzer eğilimler taşımak şart değil. Nazan Bekiroğlu, bu kategoriye hapsedilecek yazarlardan değil. Her ne kadar hepsi birbirinden çok farklı yazarlar olsalar da tıpkı Şule Gürbüz ve Elif Şafak gibi…

Onun ilimli bir bilgiye sahip olduğu konusunda bir iddiam yok ama Mor Mürekkep'te kurduğu, Gözlerimi kapatmakla ışığın varlığını inkâr edemem, cümlesinden yapılmış sağlam bir delilim var. Okurların kitap seçerken metne değil de büyük oranda isimleri tuhaf biçimlerde gündeme gelen yazarları tercih ediyor olmasını eleştirmiyorum tabii, fakat birçok kitabın giderek birbirine benzediği bu çağın ardından tanıdıklarında başka dünyaları da tadacakları yazarları hayattayken tanımak fırsatını es geçmek okurların kendilerini en kötü biçimde cezalandırmaları olur. Oysa içinde asılı yaşadığımız bu bedenleri yöneten 'can' dedikleri 'cüzi irade' yani beynimizin içindeki ruhumuz, maddi dünyayı manevi dil ile birlikte bir lambaya çevirebilen yazarlarla kalkıp yürür, yürümesi gereken yere, o dili akla en uygun biçimde kalem tutan elden kalbe, şairane cümlelerle götürebilenlerle varılabilir. 

Diplomalı insan sayımız gün geçtikçe artarken, kitap okuyanların sayısı da ters orantılı bir biçimde düşmekte; okurun okuyacağı kitabı, yazarı seçme biçimi sosyal medyanın yarattığı görüntülerlerle şekil alıyor artık. Zenginlik tavsiyeleri, kolay girişimcilik gibi arkası boş ve ahlaken de toplumsal hiçbir bağımızın olmadığı uydurulmuş hayatların, hakkından fazlasını tüketenlerin dayattıkları her şeyin takipçisi olan son birkaç kuşağın akıbeti bir sonraki kuşakları da etkileyeceği için elbette endişeliyiz. Ama kaderi insanın kendi seçimleriyle oldubittiye gelen hadiselerden ibaret olduğundan elbette ki bu gidişata da müdahale edemeyiz. Bir görev, bir tavsiye olmamakla birlikte şunu, kendi için doğru olacağını tecrübe etmek isteyenlerin kulağına ciddi bir eylem girişimi olarak fısıldamak isterim sadece: Her zaman eleştirdiğim, birçoğunun hiçbir psikoloji eğitimi olmamasına rağmen ilişki koçlarının yazdığı, kişisel gelişim kitapları kişilere özel değildir. Hazır, 'kullan at' bilgiler zaten insana değer katacak kadar derin ilimler içermedikleri için değersiz şeylerdir. O kitapların tek özel kişileri, o kitaplardan gelir ve geçici itibar elde edenlerdir. O kitaplardan medet ummak feneri önünüze değil, gözünüze tutanlardan medet ummaktır ve bu asla, Pervane olan korkar mı ateşten dizesindeki durumla eşdeğer bir sonuç vermeyecektir. 

Nasıl para kazanacağınızı, nasıl düşünmeniz gerektiğinden ne düşünmeniz gerektiğine ve nasıl hissetmeniz gerektiğine kadar yaşamadıkları hayatlarınız üzerinden ahkâm keserler. Kendini geliştirmek isteyen birinin her şeyi anlayan birine dönüşmesi içinse zekâsını, üslubunu, ruhunu revize etmesi gereken kitaplarla bir araya gelmesi gerekir. Bu kitaplar arasında ilk sırada felsefe ve şiir olmalı. Çünkü ancak şiiri ve felsefeyi içeren metinler destanlaşabilir; rekabetten uzak, insanın kendi haline çağrılarda bulunan… Koşturmayan, yarıştırmayan, nefes aldıran... Akla aykırı, uydurma, garip şeyler, boş inançlarla ortaya saçılan kitapların insanı körelten, kör eden at gözlüklerinden hiçbir farkı yoktur. İnsanın kibrini, hırsını bileyen kitaplar gerçekten de diri diri girilen mezarlar gibiler. On yıl önce yazılmış kişisel gelişim kitaplarının özgüven patlamaları yaşayan yazarlarının bugün verdikleri demeçlerdeki halleri nihayet böyledir. Kendi uydurmalarına o kadar inanmışlardır ki, artık ağlayarak konuşurlar ve hatta birden artık o ciddi girişimcilik fikirlerinden aşağıya düşmüş gibi ruhunuza hitap etmeye çalışırlar. O ilahi sopayı yedikleri için de belki, maneviyatı pazarlamaya girişirler. Sanki yolda karşılaştığınızda kan ter içinde size yalvar yakar bir şeyler satmaya çalışanlar gibi. İşi artık iyiden iyiye ruhunuzu da sömürecek raddeye vardırmışlardır. Neden? Çünkü insanlar böyledir, kalabalığın biriktiği caddelerde hep yeni bir dükkânları olsun isterler, üstelik kira vermez, içleri de insanın içini boşaltacak kadar boş. Tükettikleri ruhlarına takviye başka ruhlar isterler. Bir 'modern dünya' türküsüdür, tutturmuşlar, 'insanı mahvedecek kadar dâhiyane' vakit hırsızlarıdır onlar.

Şiirler, romanlar, öyküler öyle değildir. Çünkü edebiyat hayatın içinden süzülüp gelir ve sonra yine hayatın içinde kendi şeklini alıverir. Şiirler, romanlar, öyküler, arayan insana başkalarından daha hızlı koşmayı daha çok şeye sahip olmayı değil, rüzgârın tadını çıkaran yılkı atlarının koşarken ki huzurunu verir. İnsanı çocukluğuna götürüp getiren tek şey de bunlardır. Bekiroğlu'nun, Nun Masalları'nda, İçimizde hep hüzün filizlendi ve içimizde hep ağlamaya ilişkin bir şeyler vardı. Hep yanlış kalelerin burçlarına bayrak çekmeyi düşledik. Tükenmemek için gerekli olan tılsımı bir türlü bulamadık. Çıktığımız yolculuklar hep yanlıştı, dediği bu cümleleri bunun için yazıyorum buraya. Sultanların, şehzadelerin, saltanatların da yıkıldığını bilsinler diye herkesler.

Bekiroğlu, arayan biri. Nar Ağacı'nda, Yol Hali'nde… Bu arayışı birçok kişinin, 'yazarak,' diye ifade ettiği ve benimse, 'kazarak' dediğim biçimde yapanlardan biri… Ne aradığını bilmenin peşinde bir arayan da değil. Onun kitaplarındaki 'arayış' otobiyografik bir imgedir de kendisiyle ilgili ve kendisine ait olan. Yine Mor Mürekkep'te bu arayışı şöyle ifade eder, Ama ne olduğunu bile bilmediğim sancının varlığını asla inkâr edemem. Ben sadece aradım. Yolculuklarım kendi içime olmak mecburiyetindeydi. Ararken kendimi ifade etmek bir ihtiyaç halini aldı. Ararken yazdım. Sussam ölürdüm noktası. Sonra? Yazdığımı paylaşmak istedim, bu kaçınılmazdı. Kimle? Beni okumaya tahammül edebilecek olanla. Çünkü onun da bana söyleyeceği vardı ve söyledi de. Her şey böyle oldu işte.

Bekiroğlu, Halide Edip'le Doktor, Şair Nigâr Hanım'la Doçent oldu. Türkiye'de en çok okunan yazarlar arasında gösterilmesine rağmen en az anlaşılanlardan biri de olmakla beraber sahip olduğumuz okuryazar sayısına bakıldığında yeterince insana ulaşabilmiş bir yazar değil maalesef. Hayatı boyunca sadece dört yıllık üniversite eğitimi için ayrıldığı şehirden bir daha hiç uzağa gitmeyenler eve düşkün olurlar. Evden birini erken yitirmenin insana verdiği korku, doğduğu yerden daha uzağa gitmesine izin vermeyen gizil bir duygudur. Bekiroğlu, bana hep bu duygunun koruyup kolladığı yazarlardan biri gibi gelmiştir. Ayrılamadığı yerden dünyanın başka yerlerine kelimelerini bir ulak gibi sağ salim iletebilenlerden. Arayışını, dünyanın sesiyle yine onun her yerine ulaştırabilenlerden. Yolları yürüyen bir kuş, denizde boğulan balık, Mücella ile çıkıp gelir hâlâ bazen, elini göğsümüzün üstüne koyar hiçbir şey olmadığı halde sanki bir şeyler olmuş, olacak gibi.

Bazı şairler şiiri terk ettikleri gün, onun onları terk etmediğini bilirler mi? Yazıp geride bıraktıkları dışında seslerine hapsolan o dizeyi duyan birilerini olduğunu? Bir insanın şiir yazmak yahut şiirle ille de bir bağının olması için içinde bir şeyin taşınamayacak kadar çok ağır ve fazla ya da bir şeyin yokluğuna dayanılmayacak kadar eksik olması gerekir. Sular ve gökler arasında yapayalnızım. Tut ki yeniden yaratılmışım, diyen Bekiroğlu, içindeki eksikliğin yarattığı şairi geride bırakabilecek kadar fazla olan o şeye de sahipti. Lâ sonsuzluk hecesi, yazarken yarattığı evreni de sarabilmiş en uzun cümlesidir bu yüzden. Âdem'in baktığı kelimeler kitabı'nın ta kendisi. 'İnsanın yaratılmış olması mı, yoksa insanın kendisi mi bir hataydı,' bunu düşündüğüm günlerde okumuştum bu kitabı. Yani ne zaman 'Âdem' dedimse, ben de hep bu kitabı tekrarladım pek çok kişi gibi gizlice. Bir zamanlar şiirler yazan o genç kız, Profesör Nazan Bekiroğlu, 66 yaşında. İnsan gibi yetişmiş, insan yetiştirmiş. Bence hâlâ şiir yazıyor, babası gibi.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim