03 Aralık 2023

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Düzeltmek için yarını bekleyecekler.

Biliyordum, bir kuş gibi
Oraya sığmazdım, ölmesem.

Şair, "bir kuş gibi oraya" sığmış mıdır şimdi? "Düzeltmek için yarını bekleyenler" artık düzeltilemeyeceğini hiçbir şeyin, anlamışlar mıdır peki? Bunu görmek için "beyazı ortaya çıkarsın" diye toza çevrilen kurşun kütleleri gibi derilere sineceğiz önce. Derine ineceğiz yani, derine! Kalemle kâğıtlara, fırçalarla tuvale… Şairin kalbine. Çıkarmak için o cevheri sessizce gömüldüğü yerden yüzeye… Sami Baydar, ressam, yazar ama benim için önce ve hep "En kaba sözler kuşların içinde kemik" derken, dipleri görmüş, kendi kendine konuşurken derine inmiş değil, düşmüş ve orada kalmayı "tercih etmiş" bir şair. Çünkü ona oyun oynamaya başlayan aklına karşı çıkabilecek kadar zeki bir insanken, bunu yapmamış, yapamamış. Yapılabilirdi, ama nasıl? Kalbi ve nefsi ezmekten vazgeçmekle… Başkalarından önce insanın kendi kendini kabul etme cesaretine erişmekle. En kaba sözlerin kuş kemiği olması ne kadar da zarif bir öfkenin temsili üstelik değil mi? Hem zaten ne kadar kaba olabilir ki, kuşların kemikleri? Bu, inceliğin, ince şeylerin ölme biçimi. Henüz üç yaşlardayken, yere yüzükoyun uzanmış kalem tuttuğu o günler, bir cam odanın içinde herkesin onu gördüğünü bilen biri gibi yaşadı sanki hep. Bazı ilgiler gibi bazı ilgisizlikler de öldürebiliyor insanı. İşte o kalem tutuşa hayatım feda olsun! Çünkü kalem; sudan, çamurdan, insandan ve arştan da önce yaratıldı, ebede kadar "yazsın" ve "çizsin" diye. Yeryüzü böyle incelikle gülümseyen ve sesi usul usul ağzından titremeden, dalgalanmadan dökülen kaç şairin yaşadığına tanıklık etti?

Uykuya yatmış bir çiçeğin açılmasıdır yeniden
bana son kez bir şey vermeyen, gösteremeyen
gökyüzünün tesellisini yüreğine gömen
bir çiçek, kısacık bir ömürdür.  

Dilin kendisi göze görünmeyen bir şey olduğu için söylenen sözler insanı tatmin etmiyor olabilir. Bu, göze görünen şeylerin de dosdoğru idrak edildiği ya da edileceği anlamına da gelmez tabii. Her şey önce şiirle başlar. Biz insanların büyük bir bölümü, Tanrı'nın da dünyayı böyle yarattığına inanmıyor muyuz? O, önce sadece bir görme biçimidir. Çocukça bir bakış. "Şair niçin resim yapar?" sorusunu tersinden de sormak lazım, şiir içimizde bir resim olarak belirdiğinde ilkin, onu sonra kâğıtlara döktüren şey sadece gözler değil, kulaklar da kuşatılsın isteğidir, nizam-ı âlemin. Çünkü bu dinlerden bağımsız bir ilahi süreçtir. Şiir resmin ve resim de şiirin bir parçasıdır, birbirlerini anlamlı kılan o şairane varoluşa borçlanarak çıkarlar ortaya, acı duymanın incelttikçe kırdığı her şey gibi açıklamak için birbirlerini. Şiir, aklın içinden bakan ve her şeyi atomun çekirdeğindeki yoğunluğa rağmen berrak bir biçimde gören, görebilen bir ruhun uğraşıdır ancak. Vincent van Gogh'un resimlerinde de görülmeyen, görünmeyen şeylerin o ruhla yazdığı mektuplarda nasıl daha görünür olduğunu hatırlayalım. Bunu, o mektuplara sırtını dayamış şairlerin şiirlerinde de görürüz zaten. Su ya da tinerle inceltilmesi gibi boyanın ya da insanın gördüklerini, yaşadıklarını şiirle ifade etmesi de işte budur. Şiirde, nesirde olduğu gibi resimde de bir retorik elbette ki var, yine diyalektiğe ve metafiziğe de dayanan; bir yaratıcı olarak yazıcıların da ressamların da vermek istedikleri mesajlar ulaşması gereken yere varamadığında yaşadıkları sarsıntılar kalıcı ruhsal hastalıklardan biyolojik hastalıklara doğru hızla evrilir ve bunun gerçekten de bilimsel açıklamaları var.

Dünyadan vazgeçmedim mi ben
acılarımdan, anılarımdan
saati gelmemiş bir ölüm gibi
ayrı mısın benden? 

Sami Baydar'ın 1980 ve 1990 yılları arasında öğrenimi dolayısıyla başlayan "İstanbul Dönemi" diye ifade edebileceğimiz yılları çok acı bir şekilde son bulmuştur. Bu sonu getiren olay anlık bir kriz şeklinde görünüp hayatının ilk ve son günlerini geçirdiği Merzifon'a, baba evine, dönmesine de neden olan paranoid şizofreni teşhisi almasıdır. Bu ve benzeri hastalıklar evet yıkıcı bir kişilik bölünmesi şeklinde cereyan eder, fakat Sami Baydar'da yarattığı şey kişiliğinin pekişmesi olmuştur. Bazı hastalıklar iyileşmez ama insan da restore edilebilir, kişilik bozuldukça, bu bozulmaların farkında insanlar varsa etrafınızda ama yoksa bu da onun değişkenliğine rağmen ruh hâli değil, doğrudan kişiliğinin kendisi olur, kalıcı bir biçimde. Delirmekle akli dengesini yitirmesi bir insanın, çok farklı şeyler. Delirmek, bir şeyin farkına varmaktır. O farkına varış, "hayat" denen bu zalim yarıştan geri çekilmektir. Her şeyden muaf olma hakkını kullanmak.

Merzifon Sami Baydar Müze Evi'ndeki odası

Şizofreni genetik bir geçişin sonucu da olabilir, asıl önemli olan, onu geçtiği kişide geliştiren ortamın ve olayların önünü alabilecek kadar erken fark edilebilir olmasıdır. İnsanın ruhunu, kalbini kıran şeyler genetiğini de bozabilir. Temelde tetikte durmaya, gerginliğe, şüpheciliğe dayanan şizofreni güvensizliğin ve sevgisizliğin çarpıntıları arttıkça artık geri dönülmez, bir daha düzeltilemez o kişiliği yaratır. İlk anlarda daha sinik ve silik belirtilere sahipken, sinsice ilerler. Sami Baydar'ın hastalığı anlaşıldığında, İstanbul'dan ayrılması gerektiğine karar verildiğinde, evinin duvarlarında asılı olan -ödüller almış- birçok tablosunu arkadaşlarına hediye etmesi içine kapanmanın, arkadaşlardan kopacak olmanın, artık daha da az konuşacak ve başka bir dünyada yaşayacak olmanın bilincine de sahip olduğunun kanıtıdır. "Queer bir sanatçı" olarak ifade edilmesi onun aslında doğuştan dervişane yanları olduğu gerçeğini de değiştirmeye yetmez.  

"Ne kadar deli o kadar dahi mi, yoksa ne kadar dahi o kadar deli mi?" diye düşünmenin bir anlamı yok. "Kabiliyet" mi, "kudret" mi bilmem ama bu, dikiş üstüne dikiş atılmış bir yaranın iğneye ipliğe dayanamaz hale gelmesidir artık. Oradan sızması gereken sızacak, açılacak o yara, açılacak! Delirmek, bir şeyin farkına varmış olarak divaneliğe geçmiş olmaktır. Unutulmak istemeyenlerin unuttuğu, unutacağı, baksa da görmediği bir şey olduğunu anlamış olmaktır. Gözün aydınlanmasıyla aklın aydınlanması da bu yüzden farklıdır. Çekil ama izini, sesini kimseler silemesin. İnsanın önüne ölmesin, öldürmesin, acı çekmesin, acı çektirmesin diye yine insanın çekeceği bir çizgi olsaydı, o çizgi ben olayım isterdim bu nedenle, silinmesi gerektiğinde silinebilsin diye. Sami Baydar'ın farkına vardığı şey ödüllerin, takdir edilmenin onun içindeki boşluğu doldurmaya yetmediği gibi hayal ettiği dünyanın da hiç kurulamayacağı düşüncesidir. Bu çizgiler ona böylece görünmüştür. Yazarken ve çizerken kurduğu evren sık sık kullandığı bazı kelimeler arasında yer alan "Dünya"dan çok daha başka bir mekândır, bilinen anlamıyla, varlığıyla sözler ettiği dünya da bu yüzden hiçbir zaman uyum sağlayamadığı, bir parçası olamadığı dünyadır.

Başka bir yer aramalıyım ben
ne sen ne de başka bir yakın insan
yok olan şeylerle mümkün olmak
çere değil artık
başka anılar arasında kaldım yeniden 

İkimizi değil ama yüreğimi
emanet edebilirim bu şiire
gökyüzünü indirebilirim
sen bana değiştiğimi söyleme. 

Şiir de resim de sanatların en kapalısı olduğundan bu geri çekilişlerin aslında nasıl ortaya çıktığını apaçık görebileceğimiz yer Sami Baydar'ın öykü ve anlatılarıdır. Bastırdığı duygular resimlere, şiirlere gizlediği sırlar böylece yukarıya çıkar. Bütün gençliği boyunca maruz kaldığı, kavuşamadığı şeyler kadar çocukluğunda maruz kaldığı akran zorbalığının da onda yarattığı etkilerin patlamasıdır. Yusuf Ziya Ortaç'ın Nahid Sırrı Örik için bir dergide, "Kırıtarak gelirken uzaktan Nahit Sırrı, sanırım pantolonlu ceketli bir kız gelir!" sözlerini kaleme aldığını duyduğumda, ne kadar içerlediğimi hatırlıyorum da daha dünyayı görmemiş, insanı tanımamışken, bir çocuğun akranlarınca, "Kız Sami"diye lanetlenmesini başka nasıl izah edebilirim ki? Zira edebiyat ortamından sosyal hayattaki pek çok ortama insanların ilgilerini çeken şey yaptıklarınız değil, yaradılış biçiminizdir. Bu çok saçma! Oysa görünür ve anlaşılır olması gereken şeylerin yaratılmışların yarattığı şeylerin olduğunu Sami Baydar da biliyordu. Bu bilişini öykülerinde de görüyoruz. Zaten insanı diğer insanların arasında savrulan bir şeye çeviren de bu değil mi? İnceliğin bütün ayrıntılarını biliyor olmanın insanda yarattığı şeylerin müdahale edilemez oluşu. Oysa o yıllarda kendi adıma ben genç olsaydım, onun arkadaşı, akranı… Hiç böyle erken ve kötü bitmezdi diye düşünüyorum. Dağlarda, kırlarda, elma bahçelerinde gezdirirdim onu. Parası da olurdu, arkası da. Ben oldukça yanında... Gülebilirdik de, kesin gülerdik elbette. Çaylar, sigaralar bedava! O eksik olan şeyi tamamlardım mutlaka.  

Sami Baydar'ın en önemli özelliği tipik uyanık ve kurnaz, toplumsal manada hatalarından asla utanmaz Anadolu insanından aşırı derecede farklı olan yapısının büyük oranda gurur ve hassasiyetlere dayanan kırılgan ve kırıldıkça sertleşmeye başlayan insani bir yapıya sahip olmasıdır. Affeden ama unutmayan, hep bağışlayan ve hep kendinden veren ama asla karşılık bulamayan… Bazı şairler söz konusu olduğunda, Sami Baydar da onlardan biri,  derinliğin anlamı birçok insan için ütülü temiz gömlek, gelinlik gibi anlamlara gelebileceği gibi bazıları için de kefendir. Sami Baydar, bu kefeni giyenlerden. Onun derinliği diğer birçok insanın sıradan derinliğinden daha ileri bir meseledir. Bu, hayatının değişmesini beklerken, onun hiçbir şekilde değişmeyişini idrak edişine isyanlar edişiyle çıkıyor karşımıza. Ama nasıl bir isyan ediş? Sessiz, sakin, sükût içinde… Gömülerek diri diri "zaman" denen mezarlığa ve giderayak şiddetlenen bir ayaklanma biçiminde. O şiddetli halin yarattığı kişiliği o kadar iyi tanıdım ki, bazen kendi kötü zamanlarımı bile "Sami Baydar'ın son günleri gibiyim" şeklinde ifade ederim. Bu da, o derinliğin ne kadar derin olduğundan daha çok onun ne ile ilgili ya da dolu olduğu konusuyla ilgilenmeye itiyor sosyolojik açıdan bizi. "Sanat krizi" diye bir şey yoktur yani, "sanatçının krizi" vardır ve o da bir insanın özgürlüğünden esaretine kadar onu her türlü etkileyebilen sosyoekonomik durumuyla ilgilidir. Kalkışamaması, olmak istediği kişiye ve yaşamak istediği hayata…

Yoksul ve yalnızım diye seversin sandım beni
saflığımdan hiç acı duymazsın sandım.
Saflık bir tanrıydı güveneceğim
Yarı-tanrılık acısını çoktan çekmeye başladım.
Dengin değilim. Bilmiyorum, bir şey.
Senin arkadaşın olamam. Konuşmayı da çoktan
unuttum.
Şiirlerin en güzelini yazmak istedim sana
elimden gelmiyor.         
Zayıfların ancak uzaktan korunabileceğini öğrettin:
bu benim mutluluğum oldu. 

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir. Denebilir ki, onu sonunda o çıkmaza sürükleyen şey yaratamamamın ya da yeni bir şey ortaya koyamamamın değil, sosyoekonomik olarak tek başına ayakta duramamak olmuştur ve bunda aileye bağlılığın ve aileden etik ve ahlaki sapmalar olarak değerlendirilme ihtimallerinin yarattığı korkulardan yapılmış baskıcı alanların da büyük etkisi olmuştur. Bütün bunlar çocukluğundan itibaren kendisinde sınırda bir kişilik yaratmıştır. Bu sanatçı kişiliği "ayrıksı/aykırı" olarak nitelemenin ayrıca yanlış olduğunu düşünüyorum yine de. Yani bir sanatçının, yazarın, şairin hayatı boyunca ayrıksı, aykırı gibi mimlenmiş olması öldükten sonra bir albeni olarak sunulmamalı. Doğrusunun "anlaşılmamış ve dışlanmış" olmak olduğu dümdüz dile getirilmeli. Biz, delilerin delirttiği delileriz, ölünce zaten hepimiz badem gözlü oluruz. Anlat şair, anlat! Bağrımızda tumturaklı bir pusat gibi bizim de "yaşadığımız" hayat. Çünkü bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibidirler. Hayatı boyunca çıkmaya çalıştığı kafesten çıkarsa, artık öleceğini anlamış bir kuş gibi kendi içinizde uçuşup duran. Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim

Savaşanların değil, savaşı çıkaranların amacı

Yeryüzünde birçok coğrafyayı talan etmenin mazeretleri değişir sadece. Bu mazeretlerin kimlere hizmet ettiği gerçeği değişmez. Savaşların biçimi ve şiddeti gibi…