26 Kasım 2023

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

bazı mandolinler duyuyoruz uzaktan
ölümün arabasında hayattayız

Lale Müldür'ün bu dizeleri tekniğe dayalı dizeler değiller. Zaten şiir, niçin sadece tekniğe dayalı bir şey değildir? Çünkü şiir, bize yaşatılanlar ve bizim yaşadıklarımız arasında kopan iplerin, gerilen tellerin sesidir. Gerisi şiir değil, taklit edilmiş şeylerdir. Çok soğuk ve karlı bir havada ben henüz yirmili yaşlardayken, birlikte Kulasız Mezarlığı'na gittiğimiz bir gün, bir fotoğrafını çektiğimde, içerideki yokuşlardan birinin sırtında öylece duran bir parçamı göstermiştim ona. Bu yüzden galiba, ben de öyle hissetmiştim kendimi, "ölümün arabasında ve hayatta." Bu bir teknikse, açıkla bunu şimdi, hadi açıkla! Cambazlık, ipte yürümenin sadece bir denge işi olduğunu zannettirebilir ama değil. Işık tuttuğumuzda karanlığın ortaya çıktığı güçlü manyetik bir alan vardır, kelimelerle insanlar arasında da. Kal orada aklı başında, kalabilirsen ama… İnsanın uydurduğu hiçbir şey insandan bağımsız olamaz. Didem Madak'ın şiiri de böyledir, Birhan Keskin'in şiiri de, mesela! Şiiri şiir yapan uyum, sahte kurgulardan yapılmış seslerle olmaz. Işığın üstünü örttüğü şeyler karanlığı sadece uğultulu bir gürültüye çevirebilir ama ille de velilikle delilik arasında birinin kesinlikle diğerinin yarısı olduğunu söyler.

oraya acıdığım yere
dokunduğun zaman
bana iyi geliyorsun
ama her zaman değil
seni beklemektense
oraya taze bir yaprak
koyarım daha iyi

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir. Her yeniden ifade edilişte bir önceki ifade edişi ortadan kaldırma girişimi olarak yara yara karaları yürüyen bir yara. O yaranın kendisine dönüşmüş şairler var aramızda, artık şiirin ne olduğunu söylemekten yorulmuş şiiri de aşmış şairane bir şey olmuştur sonunda. Yani anlar vardır şair için bir teşhis diyelim, miyokard perfüzyon ve şiirin kendisi için de bir resesyon dönemi söz konusu olduğunda, yazmayı bıraktırıp insanı söyletmeye başlayan şairaneliğin şiiri ayakta tuttuğuna inanıyorum. Bu sadece diyalektik değil metafizik de gerektirir. Lâle Müldür hep en dirisidir şairlerin bu noktada. Onun aşkınlığı da buna dayanır. Yaşadıklarına.

Doğru! Dünyada oturmak tuhaf.
Bir isim taşımak anı defteri taşır gibi.
Garip kökler bıraktım içimde.
Bir denizaltı kadar garip.
Dünyada oturmak kadar tuhaf bir
şey seni düşünmek ve bak
Marakeş Express uzaklaşıyor sensiz
ve bensiz. 

Akranlarımla uzun uzun oturup susmayı beceremediğimizden benim en sevdiğim üç şairden birincisi Lâle Müldür. Şairin sevdiğim bir ikinci adı daha var ama şair onu kullanmayı pek sevmiyor. İnsan, onu üzen şeyleri koparıp kendinden uzağa atamadığından onları sadece kendine saklar. Onu bir yere gömer ve onu gömdüğü yeri de hiç unutmaz. Her şeyi unutsa bile... Ben onu da seviyorum ama. Şairlerin birbirlerini sevmediği bu coğrafyada şiir kadar şairleri de seven bir ben varım galiba. Onu bazen ararım, o da beni arar. Bazen adımı unutsa da… Seneler insanı yıpratıyor biliyorum, adımı hatırlasın diye asla zorlamam onu, "Unutmak benim hastalığım" der. "İnsan unutandır boşver," derim, hatırlamaya çalışır yine de, "Sen şu zeki kara kız değil misin, herkesin deli muamelesi yaptığı? Bana da yapıyorlar üzülme. Batılılar çözmüş bu işi, bizimkiler de anlar bir gün," der. Gülmeye başlarız hemen beraber. Aramızda kahkahalardan bir tufan kopar, deliliğe de layık olmak lazım çünkü.

Onu senede sadece bir kez görmeye gider, on beş-yirmi dakika birlikte iki insanın konuşabileceği en tuhaf şeyleri konuşuruz, bazı konuşmalarımız da uzun uzun susmaktan ibaret kalır. O susuşlar bir kara delik gibi onu bazen bulunduğu yerden koparıp götürür. Kısa zamanda döner ama anlaşılmaz şeyler söylediğini düşünür, oysa anlarım onu. Bilirim çocukluğuna, ilk gençliğine gidip geldiğini. O tokat sesini duymamak mümkün mü? Görmemek mümkün mü, bir sürü şeyi düzeltme isteğinin karşılıksız kaldığında söndürdüğü ateşleri? İnsanın gidecek başka neresi var ki? Sonra da çıkar evime dönerim. Kapının önüne çıktığımda sanki başım önüme düşmüştür de kaldırır onu yerine koyarım. Biz aslında daha eskiden daha uzun vakitler geçirirdik birlikte. "Mesafeler azaldı, nefesler çoğaldı" diye bu uzun yola katlanamıyorum artık.  

neden bu kadar genç neden bu kadar kayıtsızsın.
bir ses duyuluyor, karanlık yağmur, Byzantium,
gümüş tozlu ay ışığında sonra onun oluyor
yaşadığın günleri, geceleri, sözcükleri, kişileri seçmek isterdin
ama yapamıyorsun. gece uzun, adın yok senin.    

Elinin altında düşerse tutunabilsin diye birinin olması gerektiğini düşünmüştüm hep niyeyse. Evleri çekip çevirenlerden daha gerekli birilerinden söz ediyorum. Evi çoğunlukla kalabalık olur, kalabalıksa gitmem. En ıssız zamanlarda arar beni, böyle anlaştık çok eskiden. Eski arkadaşları hariç her yeni gelen bir şey alıp gitme hevesindedir. Kan akmayacağını bilseler etinden et koparacaklar. Birbirimizin nasıl güldüğünü de biliyoruz nasıl ağladığını da. Adımı unutuyor ama bunları unutmuyor mesela. Anlatmıyoruz diye, olmadı değil yani hiçbir şey. Kahkahalarımızın içinin ağlamaklarla dolu olduğunu gördüğüm gün kalbin duvarlarında stresler, restler gördüm ve korktum ona sık sık gitmekten. Hâlbuki ben karanlığı seviyorum. Hassaslık da fırsat bulunca hızla ilerleyen bir hastalıktır sonuçta ama tabii gitmek de gerek. İnsanın, insana ihtiyacı olduğu bir acı gerçek. Genç arkadaşlar bir efsaneyi ziyarete giderler ona giderken, o bir efsane ve bu doğru tabii. Şu çok can sıkıcıdır ama Buda heykeli gibi davranırlar ona ve üzülürüm, en çok da şuna, hızlıca fotoğraflar çekilip kendileri hakkında yorumlar yaptırırlar ona. Oysa Lâle, ne kadar büyük bir şairse de hep bir çocuk gibi bakıyor dünyaya. Ne bildiğini söylemiyor artık kimseye, insanların duymak istediği şeyler onun söylemek istediği şeyler değil diye. Galiba bu "şöhret" dedikleri, dert sahibine… Gerçekten de öyle. 

Çocukken, Melih Cevdet Anday'ın elini tutmuştum bir kere. Şimdi yan yana gelsek, o da küçücük bir insan kalırdı hacmince ama o zamanlar bir devdi küçük gözlerimin içinde. Panikle değil, sonsuz bir sükût içinde, elinden elime bir damar geçmişti sanki. Ne resim çekilelim derdi ne de bir imza alayım diye düşünmemiş o an elini tutmuş olmanın saadeti sonsuza kadar sürsün istemiştim sadece. Şairler birbirlerine böyle bakmıyorlar ama niye? Bu yüzden "insan insanın nesi?" diye sorsalar, nesnesi derim herhalde. Çünkü öyle. Eskiler de gidip gelmeyi azalttığı için galiba, "Sakatlanmış bir şeyi kimse istemiyor" demişti bir kere. En yakın en eski en sevdiği arkadaşı Profesör Balkan Naci İslimyeli öldüğünde, onu aradığımda, telefonu açar açmaz şunları söylemişti bana, "Balkan öldü. Hayatta mıyım diye aradın değil mi?" Doğruydu, bu yüzden aramıştım onu. Benden önce ölürse en çok ben üzülürüm. Ruhun karanlık yanlarıyla ilgilenen bizler biliyoruz çünkü birbirimizin içinden geçenleri. O an düşüncelerden yapılmış bir sürü nesne üst üste yıkılmıştı içimde. "Kurt kocayınca" mı demeli buna yoksa yaşlanmak insanın içine ağlaması mı? İkisini karıştırınca ortaya çıkan şey çok daha kalp kırıcı… Daha gençken babasının bir matematikçi olmasını istediği için belki de onu, onun zannettiğinden daha da çok seviyorum. Biz babalarımızın olmasını istediği kişi olamayanlar, olmamak için diretenler zaten babalarımıza benzeriz. Onların istediği kişi olmak bu yüzden mümkün değil. İnsan ille de bir şey olacaksa kendi olsun. Lâle iyi bir matematikçidir de aslında. Sadece seneler geçmiştir üstünden öğrendiklerinin. Şairler arasında bu kadar zeki bir kadını daha önce kimse görmedi. O kadar zekidir ki, delileri çok iyi taklit eder. Çağın ötesinde sözler ettiği günler hâlâ geçip gitmediler. Yetişemedi kimse onun dizelerine. Tekniğini öğrenmeye çalışanlar, o "teknik" dedikleri şeyin bir izlek olduğunu ve bunun kâğıt üstünde kalem çevirmekten önce insanın içindeki fırtınalardan geçmesi gerek olduğunu bilmeli belki de.

Ruhsal düzenekler, şiir yazan biri için gerekli olanın bir masa bir sandalye bir kalem bir kâğıt olmadığını, sahilde birden söylendiği dizeyi unutmamak için kumlara yazan Yahya Kemal Beyatlı'yı hatırlasınlar. Lâle, şiirlerini önce içinde yazan biri... Fakat kalemle kâğıtlara değil. Sesi bu yüzden buruşmuyor hiç. Bugün bile hâlâ konuşurken şiir gibi konuşması bundan. Bir zamanlar Melih Cevdet Anday'ın dediği gibi, "Şiiri sürdürenlere şair diyoruz." Nasıl sürdürüldüğü çok da önemli değil. Genç olduğu kadar aptal da olan bir adam bir ara bas bas bağırıyordu, "Türkiye'de Destina diye bir şiir yazılmadı hiç, ama ben yazdım!" diye. Gençler biraz böyledir. Kendi sesleriyle meşgul olurlar baktıkları aynalarda. E bu da bir çeşit teknik tabii onların gözüyle bakınca. Fakat kendini sevmediği için aynalara bakmayan genç şairleri daha çok severim. Onlar aynanın arkasındaki sesi aynalarda beliren yüzlerden daha güzel ifade edeler. Kendilerini yaratmamış iddialarda bulunmazlar. Bazıları mayasını erken tutmaktan sessiz dolaşır, bazıları da maya tutamadığı için ustanın eline ayağına, "ben ben" diye dolaşır.

Şairler bir anda şair olarak belirmezler. Bir anda belirenler halüsinasyonlardır. "Destina" Türkiye'de yazılmış en müthiş şiirlerden biridir. Korkunçtur, alengirlidir, içi metafizikle, diyalektikle doludur. Hiç de yeni değil, yazılalı yaşımca yıllar olmuştur. Öyle ki, onun yaşadığına delil sayılacak nitelikte de bir şiirdir. "Destina" yazıldıktan çok seneler sonra bir telefon konuşmasında eski eşi Belçikalı ressam Patrick Jacquart Claeys'lenin kansere yakalandığı için o son konuşmadan birkaç saat sonra ötenazi ile hayatına son verileceğini  söylerken ona veda edişidir. Şiir de teknik mi dediniz? Şairin tekniği gözlerinin görüp, kulaklarının duyup dayandıklarıdır. Bunları niye yazdım, altmış yaşıma geldiğimde bunları, "Hatırlarım" diye yazmak istemiyorum. İnsanın akıbetini erken keşfettiğim için belki, altmış yaşına gelmek de istemiyorum.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim

Savaşanların değil, savaşı çıkaranların amacı

Yeryüzünde birçok coğrafyayı talan etmenin mazeretleri değişir sadece. Bu mazeretlerin kimlere hizmet ettiği gerçeği değişmez. Savaşların biçimi ve şiddeti gibi…