19 Kasım 2023

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim

Artık yataksız bir liman yüreğim, soğuk ve loş.
Kırık düşlerim. Serçelerde gözlerimin buğusu. Buruk içim

Böylesi bir yenilgiyi beklemediğim için
sabahın en serin ucunda bağıran ben
intihar edecekmiş gibi sıkıyorum
düşük boynuma asılı sonbaharı…
 

Böyle demiş işte, şiirinde şair Kaan İnce. Yaşasaydı, bugün elli yaşlarda olacaktı ve ben de dizinin dibinde ne söylese dinleyecek bir genç şair olarak kalacaktım belki de. Bu böyle olmadı ama ve ben de yaşlandım birdenbire. Şu sıra sıklıkla bazı mailler alıyorum. Kimini okurken, birden ellerimle yüzümü kapatıyorum. Yazan biriyle ancak yazan biri temas eder, biliyorum. Bir müddet sonra ellerimi yüzümden ayırıp gözlerimi açtığımda, artık onları okuyamayacak durumda oluyorum. Kimi çok sevmiş hiç kavuşamamış. Kimi sevildiğini sanmış kullanılıp atılmış. Kimi başarısız ilk çocuklar olarak mimlenmekten yorulmuş. Kimi yazmış yazmış da sesini kimselere duyuramamış. Kimi her sabah uyanıp ayakaltı işlerde ruhlarına kadar sömürüldüğünü yazmış. Birçoğu ölümden, ölmekten söz ediyor. Tıpkı benim ilk gençliğimdeki gibi. Eskiden bir Güzin abla vardı, şimdi yok… Dünyanın bütün çelik halatları kopuyor gibi oluyor, kalbimin içinde birden. Onlara bunları okumaya dayanacak bir kalbimin olmadığını söylesem, sanki gözlerimin içinde boğulacaklar korkusuyla baş başa kalıyorum. Girsem kollarına onları bir psikiyatriste götürsem, bizden sonra hekimlere de bir hekim gerekecek mutlaka. İnsanlar yaşadıklarına bir tanık arıyor. Belki de şairin dediği gibi, "Konuşsaydık geçerdi" diye konuşacak birini arıyor. Hikâyeler bitip yeniden başlıyor, hiçbir şey değişmiyor. Hıçkırıklar, baki. Sadece bu yüzden iki şarkıyı çok severim en az şiir kadar. Biri, Olmaz ilaç sine-i sad pareme ve bir diğeri, Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime… 

Kolay acı değildir kavuşamamak, zor olduğundan belki de söylemesi. Birçoğumuz dünyanın baş döndüren gündemi yüzünden eski âşıklar gibi ince hastalıktan değil, toplumsal nedenler yüzünden erir gibi ateşte buz yok olup gidiyoruz. Kaderimiz boynumuzda sanki kederden yapılmış bir yağlı urgan. Onu kendi ellerimizle sıkıyor, sıkıyoruz. İlk gençliği boyunca kavuşamayanların bir tek hayali olmuştur sadece biliyorum, bir üçüncü sayfa haberi olmak, haklı sayılabilmek için biraz. Birçok nedenden hep yarı yollarda kaldığınız hikâyelerin sonra durup geriye baktığınızda hep aynı yerinde donup kalmış bulursunuz kendinizi. Göz bebekleriniz büyümüş, gözleriniz donmuş. Hayatınız akıp giderken sanki bir köşede durmuş hep ona bakmışsınız. Kimse sizi görmemiş, çünkü siz de sadece onlara bakmışsınızdır. Martin Heiddiger, Hayatınız hikâyenizdir, der ama hayatınız başınıza bir şey geldiğinde savcıların, hâkimlerin dinlemediği o "hikâye"dir sadece. İnsanı yıpratan nedenlerin neden değiştiği kadar nasıl değiştiği de etkiliyor insanı. Saçınızın telinden, yüzünüzdeki çizgilere kadar hem de. İlk gençliğimde ben de çok sevdim hiç kavuşamadım, beni de kullanıp attılar alışamadım. Yazdım yazdım bir yere varamadım. Bir kere çok ağladım, bir daha da dönüp dünyanın yüzüne bakmadım ama şiir okudum. Şiir yazdım. Ölümü bir imgeye hapsettim. İnsanı sürükleyip bir imge de öldürebilir ama ben kendimi yaraladım, öldürmedim. 

Nazım Hikmet'in Japon Balıkçısı şiirini bilmeyen yoktur. Son dizelerden birinde, Bu gemi bir kara tabut der ya hani. Sürgüne giden biri için bindiği gemi ne ise, dünya da benim için o oldu hep. Nazım Hikmet'in şiirlerinde ölüm ve imgeleri intihar eğiliminden çok doğal bir ölümün beklenişi olarak göze çarpar. İlk gençlik yıllarında Rusya'ya gitmiş ve Mayakovski'yi de tanımış, kendisiyle dost olmuş olan Nazım Hikmet, 1930'da Mayakovski'nin intiharının hemen ardından Muazzam Şair Mayakofski Neden İntihar Etti? başlıklı bir yazı yazar. Bir devrim şairinin intiharını aklamak, onu savunmak için yazmıştır bu yazıyı, biraz da ertelemek için kendi ölümünü. Kaçmak için onu düşünmekten. Oysa Ahmet Hâşim de hep ölümü düşünmüştür, onu da teselli edebilecekken, "Gördüğüm yerde onu döveceğim" diyen de yine Nazım Hikmet olmuştur. Ölüm, bir insanın kendi iradesiyle bir eyleme döndüğünde o artık bulaşıcı bir şeydir. Sylvia Plath'tan sonra Nilgün Marmara ve Kaan İnce zincirlemesinde de görmüştük bunu. Yine aynı şiirde sanırım bu yüzden Boynuma sarılma gülüm, benden sana geçer ölüm dizesini örmüştür Nazım Hikmet, bunun böyle olduğunu bilmeden. Bütün çocukluğum boyunca bu kara vebayı kaptığım birçok şair oldu benim de. Şiir, insanı öldürsün diye değildir. İnsan ilk öğrendiği kelimelerin mayasını hemen tutabilen bir varlık neticede. Sevgiyse sevgi, öfkeyse öfke… Ölmedim ama ölemedim. Şairlerin şiirlerini inançları şekillendirir. Benim tutunduğum ve beni tutan şey de belki bu olmuştur hep. Neye inandığım çok da mühim değil. Umut edenler uzun süre yaşayabilir, umutsuzluk zaten ölmek için hızlı bir trene binmek gibidir. Bir kapı ararsınız, tekke belleyip onu kendinize. İçeri girmeseniz de olur, o kapıda durup beklemek de bir şeydir.

Çocukluğumdan beridir şiir okurum. Beni hayatta tutan şeyin bu olduğuna inanıyorum. Hiçbir şairi insan öğüten bir elekten geçirmedim bu yüzden. Böyle şeyler yapmam, yapamam ben. Bu yüzden okumaktan kaçmıyorum, şiirlerini hiçbir yerde yayınlatamamış yorgun genç şairlerden gelen mailleri. En mükemmel şairin bile yeni bir dize bulup içine yerleşemeyince aklına ilk gelen şeyin kapılarını çarpıp dünyanın buralardan çıkıp gitmek olduğunu biliyorum. Çünkü çarpacak kadar benim de bir kapım olsaydı, bunu ben de yapardım. En kötü şiirin bile bir şey söylemeye çabalamak olduğuna kaniyim. Kırk yaşlardaydım ve kendimi kırk yıldır şiirin bir tekniğe dayalı olduğuna inandıramadım. Tekniklerin şiirde, nesirde ortaya çıkaracağı yasaları, bilmediklerinden değil, şairler de pek takmazlar zaten. Kurallara uysaydık şair olmazdık. Benim yazdıklarımın bir tekniği yok diye belki de. En iyi şiirin en yerleşik acıdan doğduğuna inanıyorum. Sevince kiracı, acıya yerleşene şair denir bu yüzden. Bütün ruhlar aynı anda yaratıldığında bir hengâme çıkmış olacak ki, insan bu yüzden dünyaya bir kazadan sağ ama bir uzvunu yitirmişçesine eksik kurtulmuş gibi geliyor. Şiir, yeryüzünde o eksikliği bir süreliğine de olsa tamamlayan şeydir. Belalı bir ilim gibidir, kehanetlerde bulunurken ne söylediğini bilenler için ama. Yoksa suya bakıp dünya hakkında konuşanlar nasıl olur da kör olmazlar? İnsanın doğarken göğsüne paslı bir çivi çakılmış olmalı yahut şunu bilmeli, günü geldiğinde sahibini yitirmiş ve artık içi bomboş bir gömlek gibi duvara asılacağını, sessiz. 

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim. Bunun, insanın içini yiyip bitiren bir ihtiyaç olduğunu birer sayıdan ibaret kimsesizler mezarlığından geçerken de gördüm. Yine de konuşmamayı tercih ederim. Doğuyoruz, yaşıyoruz buna yaşamak denirse ve sonra da ölüyoruz. Şairler birbirlerini neden sevmezler biliyorum ama söylemeye de utanıyorum. Bir şair öldüğünde ölüm haberini de yine bir şair verir üstelik. Akranlarım gibi yürüyebilmek için ayaklarıma taşlar bağladığım gün anladım, "şiir" diye bir şey olmasaydı kuvvetle muhtemel hiç yaşamamış olacaktım. Belki en çok da bu yüzden, hiçbir şeye değiştirmeyeceğim tek şey şiir. Bir şair bir başka şairi tanımaya şiirinden başladığında şiirinin ne kadarına hayatının tekabül ettiğini tahayyül etse, karşısında bir rakipten çok bir insan görürdü herhalde. Her cenahtan şairi okudum, okurum. Bazı şairleri yan yana getirmek imkânsızdır ama zihnimde yüzlerce şiir hep yan yana iç içe durur. Şu halden anlamak ilmini beş yaşında öğrenmiş gibi konuşurum, çünkü insanın öldüğünü, okuduğum ilk şiirde öğrenmiştim. İnsanın kıyameti öldüğü gün kopuyor diye bazı şeyler hayatın sonunda idrake açılıyor, belki de benimki doğduğum gün kopmuştur.  

Fizikle aşırı ilgilenmekten artık dünyanın somut yanıyla bağı kopmuş bir fizikçi için dünya ne anlama geliyorsa, söz konusu şiir olduğunda benim de yaşadığım bu. Şairlerin birçoğu tıpkı fizikçiler gibi bir süre sonra dünyaya başka türlü bakarlar. Galibiyetin mağlup olmaktan daha acı olduğunu ve insanın nasılsa bir gün öldüğünü çok geç anlarlar. Bu noktada ben çok da aklımı yitirdiğimi düşünmüyorum ama o sınırları zorladığım da oldu. Şiirle temas etmeyen hiçbir şey, hiç kimse sesini duyuramaz bana. Şiir, bir tesir halesidir. Bazılarımıza dokunur, iter halenin dışına. Bazılarımızı yutuverir, tek hamlede. O halenin içinde bir çocuk gibi oturmuş da Tanrı sanki bir başına şarkı söyler. Şiirin ne olduğunu bilenler bir şairin sesiyle yükselen Tanrı'nın sesini duyabilenlerdir. Bir kanadı ölüm, bir kanadı hayattır. Ortası yok. Uydurma bir metin, kurgulanmış bir hikâye yakamaz şiirin bir insanın içinde yaktığı ateşi. Beyni yorulmuş bu yüzden susmuş, kalbi yorulmuş başı bu yüzden göğsünün üstüne düşmüş insanlarda, gözlerimle görmesem inanmazdım hiç, sadece şiirin kalbin kapakları altında yukarıdan aşağıya girdaplar açıp kapattığını. Genç ölmek, buna karar vermiş olmak, insanın kendine düşman olmasıdır sadece. Belki de açık açık söylemek gerek, kemikleşmiş edebiyat dergileri, şiir yazan ruh hekimleri ve bütün şairler kör olmasınlar artık yorgun genç şairlere. Şairler rekabete girdiklerinde birbirlerinden birer düşman yaratılar kendilerine. "Duyarı şu kadar duvarı bu kadar" deyip geçtiklerim bile bir şair öldüğünde, kendi ölümlerini yaşamış gibi tekrarlarlar o isimleri, "Bu dünyadan bir şair geçti…" Şairler Nazım Hikmet'in Japon Balıkçısı şiirindeki gibidir, evet ama şiir yazıldıktan sonra şairin tuttuğu bir silah değildir. Artık şairin de değildir. Yorgun genç şairler, üzülmeyin… Herkes bir görüntüdür, bir gün gelir, silinir. Hiçbirimiz kalıcı değiliz, bu uçup giden hayat içinde bir görüntü olmak için ne birbirinizi ezin ne de kendinizi ezdirin. Ne solun ne de sağın bir hamlede çekip sinesine saramadığı şair Cahit Zarifoğlu da tatmıştır bunu; öğrencilik yıllarında Cemal Süreya'ya ev arkadaşı olmak için bir teklif mektubu yollar. Şair öldükten sonra Cemal Süreya şunları yazar günlüğüne:  

760.Gün

"Cahit Zarifoğlu ölmüş. Bugünün adı bu olacakmış.  Bir ay kadar önce öğrenmiştim onulmaz sayrılığa tutulduğunu. Bazı kanserler mutlaka çok büyük bir çocukluk mutsuzluğuna bağlıymış gibi gelir bana. Hiçbir bilimsel tutanağı olmayan bu kanıya tanıdıklarımda bir şeyler göre göre vardığımı sanıyorum. Bir izlenim işte. Zarifoğlu'nu tanıdığım yılları düşünüyorum. Sevinçlerle büyümüştü sanki.

İyi şairdi. İlk şiirleri de iyiydi. (Sezai) Karakoç çevresinden. Daha yüz yüze gelmeden, 1962'de bana, Paris'e bir mektup yollamıştı. Adresimi Sezai (Karakoç)'dan almış. Saklamamışım o mektubu.

Zarifoğlu, o sıra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğrenci. Yurtlardan sıkılmış herhal, İstanbul'a dönüşümde, birlikte ev tutup oturmayı öneriyordu mektubunda. Ben de bir tuhafım o günler. Bir ölçüsüzlük görmüştüm bu öneride.

O ara otuz yaşı dönmüşüm. İyi sayılan bir aylığım var. Ne yani, bu çocuk öğrenci hayat koşuluna mı indirmek istiyor beni.

Dönüşte yeniden tanıştık. Zaman zaman vapurda, yolda, Sezo'nun (Sezai Karakoç) evinde-bürosunda rastlaştıkça konuşurduk, (ama her şeyden)…

Daha çok 1964–1966 yılları. Söylenmemiş güzel sözler de vardı aramızda. Ama bir arkadaşlığımız olmadı. Serüvenlerinden söz ederdi. Bunları, tuhaf yanlarını öne getirerek anlattığını anımsıyorum. Şiirine de yansımıştır. Sezai ile onun bu tavrı ve öyküleri üzerine çok konuşmuşumdur.

O yıllarda mukaddesatçı genç sanatçılarla, aramızda büyük kopukluk yoktu. Kopukluğu onlar yarattı.

Zaman nasıl da akıp gitmiş? Tam yirmi yıl oluyor Cahit Zarifoğlu ile görüşmeyeli. Bir gün de bin yıl olacak."

 

 

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Savaşanların değil, savaşı çıkaranların amacı

Yeryüzünde birçok coğrafyayı talan etmenin mazeretleri değişir sadece. Bu mazeretlerin kimlere hizmet ettiği gerçeği değişmez. Savaşların biçimi ve şiddeti gibi…