20 Nisan 2025
Bir Guns N’ Roses şarkısını kulaklığımda dinliyorum. “Başka hiçbir zaman bu kadar canlı hissetmedim,” diyor sözlerde. Düşünüyorum, canlı hissetmek için hep yeni bir şey mi yapmak gerekir? Yeni bir şehir, yeni bir ilişki, yeni bir kitap, yeni bir, yeni, yeni. Yoksa döne döne aynı şeyleri yapsak da olur mu? Buna her yaşımda farklı cevaplar verdim. Daha gençken değişim şarttı. Aynılık korkutucuydu. Ama zaman geçtikçe aynı günlerin içinde de bir şeyler buldum, ya da ben değiştikçe aynı gün başka görünmeye başladı.
Sabah kalkıp aynı şeyleri tekrar ediyorum. Alarm aynı saatte çalıyor. Aynı perdeden gün ışığı süzülüyor odaya. Aynı kahveyi aynı fincandan içiyorum. Neredeyse birbirinin aynı haberleri dinliyorum. Aynı yollardan yürüyorum. Aynı işi yapıyorum. Aynı marketten alışveriş yapıyor, aynı yemekleri pişiriyor, aynılarını yiyorum. Aynı sohbetleri yapıyorum bazen, hatta aynı cümleleri kurduğum oluyor. Seyahat rotalarım sıklıkla aynı. Aynı kitapları sürekli yeniden okumuyorum belki ama hep aynı türleri seçiyorum. Sonra bir an geliyor düşünüyorum; yahu ben Groundhog Day’e neden şaşırıyorum? Filmde Bill Murray’in canlandırdığı karakter Phil Connors, her sabah aynı günü, 2 Şubat’ı, yeniden yaşamaya başlar. Aynı radyo anonsuyla uyanır, aynı insanlarla karşılaşır, aynı sohbetleri eder, her şey birebir tekrar eder. Ama döngü kırılmaz, çünkü karakter değişmez. Yıllar önce izlediğimde bu filmi çok farklı anlamıştım. O zamanlar anlatının merkezine yerleştirilen aynılığı sivriltmiş ve esas meselenin tekrar olduğunu düşünmüştüm. Şimdi ise filmdeki döngünün bir aşkla kırılması fikri bana daha fantastik geliyor. Çünkü o döngüyü kırabileceğimize olan inancım, zaman geçtikçe zayıflıyor. Dahası ihtiyaç da duymuyorum. Aynı gün de kimi zaman büyülü olabiliyor pekâlâ.
Tekrar eden bir hareket, bir söz, bir gün, dışarıdan bakıldığında hep aynıymış gibi görünebilir. Ancak içimizde değişen şey, o tekrarın anlamını baştan sona dönüştürebilir. Rebecca Solnit’in dediği gibi, “Bazı şeyler tekrar ettiği için değil, değişmediği halde içimiz değiştiği için anlam kazanır.” Aynı fincandan içilen kahve, aynı sokakta yürürken görülen bir pencere, zamanın kendisi aynı kalmış olabilir, fakat algımız, duygumuz, belleğimiz dönüşür. Tekrarın içinde fark yaratmak, yalnızca yaşamla değil, anlatımla da ilgilidir. André Gide’in söylediği gibi, “Her şey söylenmiş olabilir ama kimse senin söylediğin gibi söylememiştir.” Tekrar ettiğimiz şeyler, başkalarının da yaşadığı şeyler olabilir; fakat o tekrarın içinden bakmak, o deneyimi kendi sesimizle dile getirmek, başka bir farkın kapısını aralar. Aynı günü yeniden yaşamak ya da aynı kitabı yeniden okumak, yalnızca bir tekrar değil, yeniden kurulan bir anlamdır.
Mrs. Dalloway’in tek bir güne sığan iç hesaplaşmasıyla, Bloom’un Dublin sokaklarında ilerlerken geçmişe ve mitolojiye açılan zihni arasında fark yok gibi, ikisi de zamanı “bükmekle” değil, onun içinde “kalmakla” uğraşıyor. Zamanı bozan şey, onun akışı değil, bizim o akış içindeki fark edişimiz.
Zamanın döngüsel anlatılarında sıkça karşımıza çıkan sorulardan biri, aynı günün gerçekten yeniden yaşanıp yaşanamayacağı. Bu tür anlatılar, tekrarı yalnızca olay düzeyinde değil, duyusal ve bilişsel boyutlarda da düşünmeye davet eder. Byung-Chul Han’ın modern zamana dair yorumları örneğin. Zamanın hız kazanmasıyla birlikte, derinliğini yitirdiği, deneyimlerin yüzeyde kalmaya başladığı söylenebilir. Bu bağlamda, bir günü yeniden yaşamak artık o günün anlamını yeniden kurmak değil, daha çok biçimsel bir tekrarın içinde yer almak anlamına gelebilir. Zaman, belirli bir düzen içinde akmayı sürdürürken, duyguda, bilinçte ve hafızada aynı izi bırakmayabilir. Takvim aynı günü gösterse bile, o gün artık tanıdık olmayan bir şeye dönüşmüş olabilir, ya da herhangi bir anlam taşımayabilir.
Bu tür bir kopuş hissi, Roland Barthes’ın Camera Lucida adlı metninde dikkat çekici bir biçimde açığa çıkar. Barthes, annesinin bir çocukluk fotoğrafına bakarken, yalnızca bir görüntüye değil, o görüntünün içerdiğini düşündüğü varlığa, duygusal yoğunluğa ulaşmaya çalışır. Ancak fotoğrafın sunduğu şey, o varlığın doğrudan temsili değil, yalnızca bir izidir. Zamanın ilerleyişiyle birlikte anlamın yer değiştirmiş olabileceği sezilir. Barthes’ın bakışı, tekrarın mümkünlüğünden çok, tekrarın yerini kaybetmiş olmasıyla ilgileniyor gibidir. Bu durum, geçmişe veya aynı günün yeniden yaşanmasına dair kurulan ilişkilerin artık eskisi gibi doğrudan olmayabileceğini düşündürür. Bana kalırsa bir benzerlik Günden Kalanlar’da bulunur ama konuyu saptırmayayım.
Gilles Deleuze’ün Difference and Repetition kitabında tekrar, hiçbir zaman birebir aynılık olarak ele alınmaz. Her tekrar, kaçınılmaz biçimde bir fark, bir sapma, bir olanak taşır. Aynı filmi art arda iki kez izlemek bile, ikinci izleyişte başka bir sahneye odaklanmamıza, farklı bir duyguyu hissetmemize neden olabilir. Aynı günün de böyle bir potansiyel taşıdığı düşünülebilir. Zaman biçimsel olarak kendini yinelese bile, algı düzeyinde o günün aynı kalması pek mümkün değildir. Bu, Groundhog Day’de yalnızca kısmen görünür olurken, Ulysses, On the Calculation of Volume ya da White on White gibi anlatılarda daha belirgin bir şekilde hissedilir. Aynı günün tekrarından değil, tekrarın içindeki farktan söz edilir.
Yine de bu noktada düşüncemin, Kierkegaard ya da Schopenhauer gibi figürlerle olan mesafesini de gözetmek istiyorum. Onların çizdiği yollar, ister “ya–ya da” ikilemi üzerinden etik bir seçime, ister sonsuz ve kör bir irade döngüsü üzerinden kaçınılmaz ızdıraba uzansın belirli bir yönelimi işaret eder, ya değişimle yüzleşme, ya da tekrarda sıkışma. Fakat ben, aynı günün tekdüzeliğinde yalnızca tükeniş değil, durağan bir olasılık da görüyorum. Belki aynılık, her zaman bir çıkışsızlık anlamına gelmez. Belki bazen aynı şeyleri yaşamak, her defasında biraz daha farklı bir yerden bakmayı mümkün kılar. Tekrarın sadece sıkıntı ya da kaçış değil, bazen bir tür denge ya da teslimiyet hissi de barındırabileceğini düşünmek istiyorum. Ve her tekrar illa bir değişime yol açmak zorunda değildir. Bazen yalnızca o ânın kendisi, bir yere varmaya çalışmadan, bir amacı yerine getirmeden de yeterince anlamlı olabilir. Her şeyin değişmesi gerekmez; bazı anlar, oldukları haliyle kalabilir ve yine de yaşamın içini doldurabilir.
Bu tema üzerine düşünürken, geçtiğimiz hafta bir seminerde Tim Parks’ın bir yazısı yeniden aklıma geldi. Şöyle soruyordu Parks: “Neden aynı kitabı tekrar tekrar okumayız ama başka başka kitapları okuruz?” Bu basit gibi görünen soru, zamanla ve deneyimle kurduğumuz ilişkiye dair çok şey söylüyor. Her defasında başka bir kitaba yönelmek, yeni olanı seçmek, sanki bir tür ilerleme duygusuna bağlanıyor. Hep ileri gitmek, hep başka bir yöne bakmak... Oysa bir kitabı yeniden okumak, bir günü yeniden yaşamak gibi olabilir. Sayfalar aynı, kelimeler aynı kalabilir; ama okuyan kişi artık aynı kişi değildir. Zihnindeki bağlam, içindeki boşluklar, ihtiyaç duyduğu cümleler değişmiştir. Aynı satırlardan geçerken başka şeyler hissedilir, başka yerlerde durulur, önceki okumada fark edilmeyen bir detay bu kez ağırlaşır. Bu yüzden ikinci kez yaşanan hiçbir şey, ilk kez yaşanana benzemez; tekrar eden yalnızca biçimdir, anlam her defasında yeniden kurulur.
Parks’ın bu düşüncesi, Vladimir Jankélévitch’in zaman üzerine söylediklerini de çağrıştırıyor. “Bir şey yalnızca bir kere ilk kez olur.” Bu cümlede zamanın doğrusal akışından çok, deneyimin benzersizliği vurgulanır. Aynı güne yeniden dönsek bile, o gün artık ilk gün değildir. Aynısı gibi görünen hiçbir şey aslında tam olarak aynısı değildir. Aynı yolu yürürüz ama yürüyen beden aynı değildir. Aynı şehre döneriz ama artık başka bir gözle bakarız. Aynı pencereye bakarız ama içerideki sessizlik değişmiştir. Günlerin, kitapların, cümlelerin, hatta hatıraların bile tekrar ettiği düşünülür bazen; ama aslında tekrar eden, yalnızca dışsal bir biçimdir. İçeride başka bir bilinç büyümektedir. Zamanın çizdiği daireye geri dönsek bile, artık merkezimiz kaymıştır. Aynı noktaya döneriz, ama oraya artık başka bir benlikle varırız.
Bu soruların izini sürerken aklıma Chantal Akerman’ın Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles filmi geliyor. Jeanne, gündelik tekrarın neredeyse milimetrik ölçüde çizilmiş haritasında yaşayan bir kadın. Yemek pişiriyor, ocağın altını kısıyor, ayakkabıları yerleştiriyor, yatağı düzeltiyor. Aynı hareketleri gün be gün sürdürüyor. Film boyunca bu tekrarlar görünmez bir ritimle ilerliyor. Ama bir noktada o ritim bozuluyor. Küçük bir gecikme, alışılmış bir hareketin eksikliği, bıçağın biraz daha sert batışı... ve görünürdeki düzen çatlamaya başlıyor. O çatlak, bir kırılmadan çok, zaten hep orada olmuş ama susulmuş bir gerginliğin kendini göstermesi gibi. Film, bu küçük aksaklığın sessizce nasıl büyüdüğünü izletiyor bize. Jeanne’ın hikâyesi, tekrarın bağlama göre nasıl bambaşka anlamlar kazanabileceğini de düşündürüyor. Bu tekrar, bir tercihin ya da ritüelin parçası değil çünkü, görünmeyen bir emek döngüsünün, toplumsal cinsiyetli rollerin içselleştirilmiş bir sonucu. Günlük hayatta deneyimlediğimiz bazı tekrarlar bir direnç ya da arayış alanı yaratabilirken, bazıları sürüklendiğimiz yapısal bir zorunluluğun parçası olabilir. Jeanne’ın tekrarı, bir hafıza kurma çabası değil, silmeye zorlandığı bir benliği bastırma biçimi. Günlük hayatta deneyimlediğimiz bazı tekrarlar bir yönelim, bir ritim duygusu yaratabilirken; bazıları, fark edilmeyen bir yükün, sessizce sürdürülen bir itaatin parçası.
Yazının başında Schopenhauer’in sarkaç metaforuyla başlamıştım. Hayat, ızdırapla can sıkıntısı arasında bir ileri bir geri salınır. Bu düşünce her şeyi bir çıkışsızlıkla kuşatır gibi görünür. Ama bu salınım, yalnızca sıkışmışlık hissi değil, hareketin kendisiyle gelen bir farkındalık da taşıyabilir. Aklıma Benjamin Button’ın hayatı geliyor. O öyküde zaman tersten işler; çocuklukla yaşlılık yer değiştirir. Ama sonunda sorar bize, ne fark eder ki? Baştan sona ya da sondan başa yaşamak? Sarkaç hangi yönde sallanırsa sallansın, geçtiği her noktada aynı şey kalmaz. Aynı günü tekrar tekrar yaşamakla, bir hayatı baştan sona, sonra yeniden baştan yaşamaya çalışmak arasında pek fark yok belki de. Her salınımda, çok az da olsa bir yön kayması olur. Değişiklik, ileri gitmekte değil, bir anlığına durup o salınımı hissetmek olabilir mi?
Her salınımda, çok az da olsa bir yön kayması olur. Değişiklik, ileri gitmekte değil, bir anlığına durup o salınımı hissetmekte gizlidir.
Zaman çizgisel değil; kimi günlerde bir sarmal gibi, kimi günlerdeyse kapanmayan bir daire gibi davranır. Aynı günler birbirini tekrar eder gibi görünür, fakat aralarına sızan ufak sapmalar vardır. Gözle fark edilmez, ama hissedilir. Tekrarın içinden sarkan o küçük farklılık, yön değiştirir, iz bırakır. Fark oradadır; çok tanıdık bir günün, fark edilmeden değişmiş bir ânında.
Boyhood filminde çocuk anın anlamı üzerine düşünürken annesi şöyle der: “Everyone’s always saying, seize the moment. I don’t know, I’m kind of thinking it's the other way around. The moment seizes us.” “Herkes hep 'anı yakala' der. Ama bilmiyorum, bana kalırsa tam tersi olabilir. An bizi yakalıyor.”Anı yakaladığımızı sanırken, çoktan onun tarafından yakalanmış oluruz. Zaman, kendi yolunu çizerek içimize işler. Henüz tanımlanamamış bir duyguya, düşünceye, belleğin kırılgan bir katmanına dokunur.
Proust’un madeleine kurabiyesi gibi sıradan bir tat, tanıdık bir ses ya da güneşin belli bir saatte vurduğu bir pencere, beklenmedik bir biçimde geçmişe açılır. Tekrarlardan oluşan bir dizinin içinde yerinden hafifçe oynamış bir tuğla gibi, kendini fark ettirmeden ağırlık merkezini kaydırır. O küçük oynama, geri dönüşü olmayan bir iz yaratır hafızada.
Zaman salınıp dursun. Her gün birbirine benzeyebilir. Yine de bazı anlar, içeriğiyle değil yön değiştirme gücüyle belirir. Tekrarın içinde farkın izini bırakır. Aynılığın yorgunluğuna karşı sessiz ama kararlı bir dirençtir bu. Tekrar eden hayatın içinde, varlığını duyuran o küçük farktır yönümüzü değiştiren.
Hayat sonsuz bir yenilik arayışı değil. Her seferinde bir ilki yaşamak zorunda değiliz. Yeni şehirler, yeni insanlar, yeni başlangıçlar bazen sadece ertelenmiş bir boşluğu kapatmaya çalışabilir. Olmasın değil, olsun yenilikler ama tek kurtuluş orada değil. Hayat, her defasında farklı görünmeye çalışan şeylerden çok, aynı yerde kalabilme cesaretiyle de kurulabilir. Sürekli değişmek ya da başka bir şeye dönüşmek bir zorunluluk değil. Değişmeden kalmak da bir biçim. Derinleşmek için her zaman yön değiştirmeye gerek yok. Aynı kelimeleri yeniden kurmak, aynı manzaraya bir kez daha bakmak, aynı günün içinden bir kez daha geçmek; tüm bunlar yeniden anlam kazanabilir.
Hayatın ağırlığı her zaman ileri gitmekte değil. Düşünmemiz gereken yalnızca iki uç değil. Sarkaç bir o uca, bir bu uca gider evet, doğası bu. Ama hareket yalnızca uçlarda yaşanmaz. Salınış da bir deneyimdir. Ritmin kendisi, o gidip gelmelerin arasında oluşur. Aynı yerden bir kez daha geçerken, hiçbir şeyin tam olarak aynı kalmadığını fark ediyorsak, o zaman dönüş değil, salınışın kendisi anlam kazanır.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor. Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı. Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur. Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. |
Kamusal yas huzursuzluk yarattı, Özel’in davranışı kırılganlığı zayıflık değil, ilişkisellik biçimi olarak gösterdi
Her şeyin hızla kanaate dönüştüğü bir çağda, tereddüt etmek bir direnç biçimi olabilir mi? Şüpheyle düşünmenin onuruna bir bayram yazısı
Sanatta, düşüncede ve ilişkilerde bitmemiş olanın izini sürmek; cevapsızlığı bir eksiklik değil, anlamın çoğulluğuna açılan bir çağrı olarak düşünmek mümkün mü?
© Tüm hakları saklıdır.