15 Haziran 2025

Güçlü görünmemenin gücü

Kamusal yas huzursuzluk yarattı, Özel’in davranışı kırılganlığı zayıflık değil, ilişkisellik biçimi olarak gösterdi

aslı kotaman 15 haziran haftalık

İlk kez Käthe Kollwitz’in “Ölü Oğluyla Anne” heykelinin karşısında durduğumda beni etkileyen şey ne taşın ağırlığıydı ne de Neue Wache’nin loşluğu. O soğuk mekânda, tarih boyunca sayısız ziyaretçiyi sessizliğe gömmüş o taş blokların önünde, ilk anda hissedilen şey, doldurulmayı istemeyen, hatta doldurulması neredeyse saygısızlık gibi gelen bir sessizlikti. Size bir şey anlatmak istemeyen ama her şeyi hissettiren, kendi içinde yankılanan bir sessizlik. Varlığınızı içine alan, sizi hareketsizliğe zorlayan bir sessizlik. Akciğerlerinize dolan bir ağırlık gibi, her nefeste kendisini hatırlatan bir sessizlik. Bu heykelin önünde durduğunuzda, kederi yalnızca seyretmiyor, onunla birlikte oturuyordunuz. Size ait olmayan ama sizi kapsayan, kalıcı bir ortaklık kuruluyordu orada.

Kollwitz’in heykeli yalnızca kaybı anlatmıyor; aynı zamanda bu kaybı açıkça, kamusal biçimde ve tüm ağırlığıyla yaşama hakkını da temsil ediyor. Bu bir ifade değil, bir varoluş biçimi. O anne, yasını sergilemiyor. Bir performans değil onunkisi. Yasın içinde yaşıyor. O yas, bedeninin içine işlemiş, zamanla taşlaşmış, ama hâlâ hissedilen bir sıcaklığı da taşıyor gibi. Bedeni teatral biçimde yıkılmıyor; bir sahne sunmuyor bize. Aksine, içine kapanıyor, kendi içine çöken bir beden oluyor. Hareketsizleşiyor ama yine de canlı. Duyguyla biçim arasında bir mesafe yok. Heykelin dokusuyla annenin acısı arasında bir fark yok. O kadar bütün, o kadar doğrudan.

Bu heykelin önünde durmak, yalnızca sanatı izlemek değil, onunla birlikte durmanın, onunla birlikte susmanın ne demek olduğunu anlamak demek.

Dirençliliğin ticarileştirildiği, gücün estetize edildiği bir dünyada kırılganlık, siyasal bir duruş haline gelir. Ağlamak, kamusal alanda yas tutmak ya da sesin titremesi, bize giydirilen zırhta pekâlâ bir çatlak olarak görülebilir. Hele ki bu ifadeler kamusal figürlerden, liderlerden geliyorsa, kendilerinden baskı altında bile sarsılmaz durmaları beklenirken, çok daha zorlaşır.

Bu beklentinin kendisi, duyguyu bastırmanın politik bir norm haline geldiğini gösterir bize. Kırılganlık, zayıflıkla eşdeğer tutulur; hâlbuki insan olmanın kaçınılmaz bir parçası. Kamusal figürlerden duygusuzluk değil, metanet bekleriz; ama bu metanet, çoğu zaman hissizleşmenin, insanî olanın inkârı kılığına bürünür. Oysa kamusal alanda titreyen bir ses ya da gözyaşı, yalnızca bireysel bir an değil, başkalarının da acısını görünür kılmanın bir yolu. Kırılganlık burada bir eksiklik değil, etik bir imkân, başkalarının acısıyla bağ kurmanın, sessizliğe mahkûm edilen duygulara alan açmanın bir yolu. İşte bu nedenle, bir liderin yasını açıkça yaşaması yalnızca kişisel bir ifşadan ibaret değil; toplumsal duygulanım rejiminde bir yarık, duygunun bastırılmadığı bir alan açma girişimi.

Geçen hafta, kameraların önünde bir siyasetçinin kırılgan anlarına şahit olduk. Acı kaybımız Ferdi Zeyrek’in bu denli çok sevilmesi, Özgür Özel’in yasını sahiplenme biçimiyle daha da görünür oldu. Özel’in sesi titredi, gözleri kıpkırmızıydı, cümleleri yarım kaldı. Bu bir performans değildi. Katıksızdı. Ve bu yüzden sarsıcıydı.

Yara tam da buradan geçti bize. Çünkü bu kez her zaman olduğu gibi acı, soğuk cümlelerle geçiştirilmedi. Haber dilinin ardında bir insan vardı: Gencecik biri öldü. Sadece bir siyasetçi değil; bir baba, bir oğul, bir eş, bir arkadaştı. Ve bu acı, o an ete kemiğe büründü. Gerçeklik oradaydı, gözümüzün önündeydi. Göstermekten kaçındığımız o derin insani boşluk, bu kez saklanmadı.

İşte bu yüzden sarsıldık. Çünkü o an, sahici bir yasın tanığı olduk.

Özel’in sesi titredi. Gözleri kıpkırmızıydı. Cümleleri yarım kaldı. Bu bir performans değildi. Katıksızdı ve bu yüzden hepimizin ya da çoğumuzun demeliyim, boğazı düğüm düğüm oldu, yakıp kavurdu bizi.  

Kamusal yas huzursuzluk yaratabilir. Hele ki bu yas, iktidardaki erkeklerden geliyorsa. Yasın nerede ve nasıl yaşanabileceğine dair suskun ama içselleştirilmiş kurallar var. Cenazeler, evet. Belki bir anma konuşması evet. Ama ekran önünde, hele ki otoritesi “kendisine hâkim olmak” üzerinden kurulu biriyse hayır. Kırılganlığın kamusal temsili, her zaman eşit biçimde kabul görmez. Kim ağlayabilir? Nerede ve ne zaman? Hangi bedenden gelen gözyaşı asalet, hangisinden gelen zayıflık sayılır? Toplumsal cinsiyet, sınıf ve iktidar ilişkileri bu sorulara yanıt verir. Eril kodlarla tanımlanan siyasal figürler için gözyaşı hâlâ bir sınav, ya insaniyetin kanıtı ya da iktidarın zayıflaması olarak okunur. Oysa duygulanımın denetimi de bir iktidar biçimi. Ne hissedeceğimiz kadar, ne zaman hissedeceğimiz ve bunu nasıl göstereceğimiz de politik olarak biçimlendirilmiş. Bu yüzden kamusal yas, yalnızca bireysel bir duygunun ifadesi değil, kolektif duygulanım rejimlerine dair bir çatlak önerisi.

Judith Butler ve Brené Brown gibi düşünürlerin farklı disiplinlerden gelen yaklaşımları, kırılganlığın yalnızca bireysel bir zayıflık ya da kişisel bir eksiklik değil, başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerin ve toplumsal bağların temel koşulu olduğunu gösterir. Butler için kırılganlık, özellikle yas ve kayıp bağlamında, politik bir ölçüt. Kimlerin kaybı toplumsal olarak tanınır? Kimlerin yas tutmasına izin verilir, kimlerinkine sessizlik eşlik eder? Yas tutabilirlik bir yaşamın değerini belirleyen toplumsal ve ideolojik çerçevenin içindedir. Brown ise daha psikososyal bir yerden seslenir; kırılganlığı, insan ilişkilerinin derinliğini mümkün kılan bir alan olarak görür. Ona göre empati, cesaret ve özgünlük, yani insan olmanın en sahici yanları, ancak kırılganlığın tanınması ve kabulüyle ortaya çıkabilir. Her iki yaklaşım da bize, duyguların ve özellikle acının ifade ediliş biçimlerinin yalnızca bireysel değil, aynı zamanda kültürel ve siyasal olarak belirlendiğini hatırlatır.

Ama ne Butler ne de Brown Türkiye’den yazar. Siyasetin yalnızca bir meslek değil, baştan sona bir temsil biçimi olduğu bir ülkede, Özgür Özel’in görünür yası bu yüzden sarsıcıydı, gücün içinden insan sesi duyulmasına izin verdiği için. Yasını bastırmak yerine taşıdı. Göreviyle insanlık arasında bir tercihe zorlanmadığını gösterdi.

Özgür Özel’in kamusal yas ifadesi, samimiyetiyle bize çok şey gösterdi ama burada unutmamamız gereken başka bir şey daha var, böylesi bir duyguyu yaşamak için bile bir sahneye, bir ekrana, yani tanınan bir alana sahip olmanız gerekiyor. Oysa sesi duyulmayan birinin yasına zaten yer açılmaz. Kimlerin kırılgan olmasına, kimlerin eleştirilmesine bile ancak görünürlük izin verir. Kırılganlık bile, çoğu zaman bir ayrıcalık ama daha onu tartışabileceğimiz noktaya gelemedik.

Madem ana çalışma alanım sinema, o zaman kırılganlığın doğasına dair örneklerimi de sinemadan seçeyim. Çünkü sinema, çoğu zaman kelimelerin yetmediği duyguları, bakışlar ve sessizlikler aracılığıyla taşımayı bilir. Yeni izlediğim ve hakkında daha uzun yazmak istediğim Sing Sing filminde, mahkûmların tiyatro sahnesine çıktıkları anlarda sadece başka bir karaktere değil, kendi içlerindeki bastırılmış kırılganlığa da alan açtıklarını gördüm. Bu sahnelerde, sertliğin değil, açıklığın cesaret olduğu bir alan kurulur. Mahkûmlar için kırılganlık, yalnızca bireysel bir duygu değil, kolektif bir iyileşme pratiği haline gelir.

Manchester by the Sea filmindeki Lee Chandler karakteri, kaybın ve suçluluğun ağırlığıyla neredeyse tamamen içine kapanır. Ağlamaz, anlatmaz, anlatamaz. Onun bu sessizliği, yaşadığı kederin ne kadar derin olduğunu çok daha çarpıcı bir biçimde hissettirir. Sessizlik burada yalnızca bir savunma değil, aynı zamanda bir var olma biçimi. Film, erkeklik rollerinin içinde sıkışmış duyguların nasıl görünmez kılındığını sorgular.

Baba filmi ile aldığı Oskar’dan sonra Zeller’in serisinin ikinci filmi Son filminde ise ergenliğin eşiğindeki Nicolas, depresyonu üzerinden anlatılamayan, bastırılan bir kırılganlık taşır. Onu çevreleyen yetişkinler, özellikle de babası, bu kırılganlıkla yüzleşmeyi başaramadığında, çocuğun iç dünyası daha da çöker. Film, kırılganlığı görmemeyi seçmenin neye mal olabileceğini sarsıcı biçimde gösterir.

Ve Zvyagintsev’in Dönüş filminde baba-oğul ilişkisi üzerinden gelişen gerilim, duyguların bastırılması, güç gösterisi ve sessizlikle şekillenir. Burada da kırılganlık bir zaaf değil, bastırıldığı sürece içten içe çürüyen bir duygudur. Baba karakterinin duygusal mesafesi, otoritenin kırılganlıkla çatışmasını çarpıcı biçimde ortaya koyar.

Ağır Roman’daki Salih, varoşun içinde şekillenen sert erkeklik kalıplarına rağmen, sevdiği kadın uğruna kırılgan olmayı göze alır. O mahallede kırılganlık zayıflıkla eşdeğerdir; utançla, düşkünlükle anılır. Ve bu yüzden Salih’in aşkı da yas tutması da suskunlukla, içine kapanarak yaşanır. Gözyaşı yoktur ama bedenin taşıyamadığı bir kırılma vardır.

Bu örnekler kırılganlığın yalnızca bir içsel durum olmadığını, aynı zamanda toplumsal normların, cinsiyet rollerinin ve güç ilişkilerinin belirlediği bir ifade alanı olduğunu gösterir. Kimi zaman bir mahkûmun sahnedeki tiradıyla, kimi zaman suskun bir babanın bakışında, kimi zaman ise gözyaşlarını saklamayan bir siyasetçinin sesiyle karşımıza çıkar. Peki kırılganlığın yüzleşmeye davet olduğu filmlere baktık ama bugün yerli dizilerde kırılgan olmamayı bir onur gibi üzerinde taşıyan karakterleri ve onların bu topluma ödettiği bedeli konuşmayacak mıyız?

Yerli dizilerde, özellikle erkeksi karakterlerin nadiren gösterdiği kırılganlık anları, sıradan bir duygusal yüzleşme değil, adeta bir epifani olarak sunulur. Kırılganlık estetize edilerek istisna hale gelir. Bu anlar, karakterin “sertliği” ile o kadar tezat içinde olur ki, kırılganlık performatif bir yücelme ânı haline gelir. Oysa kırılganlık, özünde böyle bir yücelik istemeyen, sıradan, gündelik ve herkesin taşıdığı bir insani koşul. Kırılganlığı bir onarım değil ama bir anomali olarak sunmak, kırılganlığı normalleştirmek yerine onu estetize etmek ve yalnızca dramatik doruk anlarında meşrulaştırmak, kırılganlığın potansiyel dönüştürücü gücünü bastırır; çünkü kırılganlık, yalnızca “güçlü” karakterlerin belirli anlarda onayladığı bir gösteri değil, ortak insani bir deneyim.

Kırılganlık zayıflık değil, varoluşun çatlaklarından sızan ifade. Aynı, Paris, Texas filminde Travis’in yıllar sonra oğluna söylediği “Ben seni hak etmedim” cümlesi gibi, yalnızca bir itiraf değil, söylenemeyenlerin ağırlığını taşıyan bir açıklık. Kırılganlık, gösteri değil, korunmadan konuşma, kendini açma, ilişkilenme hâli. İnsanı insan yapan şey, başkalarına bağımlı oluşu ve bu bağımlılık, sadece ihtiyaç anlarında değil, ifade ve temas anlarında da geçerli.

Kırılganlık bir çöküş anı değil, ilişkilenme kapasitesi, bir varoluş hali, en samimi haliyle yaşanmayı bekler o kadar. Güce yakıştırılmaz ama ironiye bakın ki gerçek gücün kendisi o. Sarsılabilmek, ayakta kalmak kadar dirençli.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Parlak kafesin içinden dünyaya bakmak

İçim Dışım The Gilded Age çünkü bugünü değil, 1880’leri yazmanın güvenli doğasına sığındım

Édouard Louis bu hafta Moda Sahne’deydi

Gelin, yalnızca bu metni okumak ya da bu oyunu izlemekle yetinmeyelim; sahnelere, mekânlara, düşünsel ortaklıkların kurulabildiği her yere gidelim. Orada, bir anlatının çevresinde oluşan geçici ama derinlikli karşılaşmaların nasıl bir fark yarattığını birlikte deneyimleyelim

Şüpheye davet

Her şeyin hızla kanaate dönüştüğü bir çağda, tereddüt etmek bir direnç biçimi olabilir mi? Şüpheyle düşünmenin onuruna bir bayram yazısı

"
"