01 Haziran 2025

Bitmemişin estetiği

Sanatta, düşüncede ve ilişkilerde bitmemiş olanın izini sürmek; cevapsızlığı bir eksiklik değil, anlamın çoğulluğuna açılan bir çağrı olarak düşünmek mümkün mü?

Bir şey ne zaman biter? Bu soru hem sanatsal üretimin hem de insan ilişkilerinin temelini sorgulayan, göründüğünden çok daha karmaşık bir meseleyi aralıyor. Deneyin, sorun kendinize. Bir şeyin ne zaman bittiğini nasıl anladığınızı düşünün. Heykeltıraş Jacques Lipchitz, bir eserinin ne zaman tamamlandığına dair kendisine yöneltilen soruya şöyle yanıt vermişti: “Onun üzerinde çalışmayı bıraktığımda.” Bu cevap, bitmişliğin nesnel bir tamamlanmadan çok, öznel bir duraksamayla ya da terk edişle ilişkili olabileceğini ima etmiyor mu? Başka bir deyişle, bir şeyin “tamamlanmış” olması, her zaman “bitmiş” olduğu anlamına gelmeyebilir; bazen bir yapıt ya da bir düşünce, son noktasına ulaşmadan da kapanabilir ya da kapanamaz.

Bitmemişlik, yalnızca estetik bir kategori değil, aynı zamanda zihinsel ve duygusal bir deneyim. Ressam bazen bir tabloyu tamamlamaz, kişi bir soruya yanıt bulamaz ya da bir ilişkiyi sonlandıramaz, çünkü o süreçte cevabın kendisi yoktur ya da cevapsızlık bir tür varlık, hatta direniş biçimi halini almıştır. Hem estetik hem de düşünsel düzlemde “bitmemişlik” ilgimi çekiyor; Michelangelo’nun yontulmamış mermer figürlerinden Vigdis Hjorth’un Annem Öldü Mü romanındaki anne-kız çatışmasına, tamamlanmamış sanat eserleri ile cevapsız bırakılan kişisel sorular arasında nasıl bir ortaklık kurulabileceğine kafa yoruyorum.

Bitmemiş bir eser, eksik mi yoksa açık uçlu mu kalmış? “Tamamlanmamışlık” yalnızca estetik bir karar mı, yoksa zamanı ve bakışı yeniden kurma biçimi mi? Sanat tarihinde non finito eserlerin ardında yalnızca teknik ya da biyografik nedenler değil, bazen de etik ve felsefi tercihler yatar.

Bitmemişlik estetiğiyle, hız ve tamamlanma beklentisiyle örülmüş güncel kültürel yapılar arasında sessiz ama derin bir gerilim var. Günümüzün zaman anlayışı, çoğu şeyi bir sonuca ulaştırma, hızla tüketme, belirli bir sona bağlama yönünde işlerken; bitmemiş olan, bu düzenin ritmine uymayı reddeden bir açıklık bırakır geride. Edebiyatta da bu açıklık, verimsizlik olarak değil, düşünceye ve duygulanıma alan tanıyan bir zemin olarak karşılık bulur. Virginia Woolf’un bilinç akışında ya da Beckett’in tekrarlarında sonucun değil, sürecin belirleyici hâle geldiği görülür. Ferrante’nin metinlerinde anlatının netleşememesi, bir duygunun sürekli ertelenmesi ya da tam ifade edilememesi de aynı estetikle düşünülmeyi mümkün kılar. Dijital kültür içinde bu parçalanma daha yoğun hissedilir. Platformlarda başlanıp tamamlanamayan diziler, durmadan güncellenen uygulamalar ya da kapanmayan gündemler, bireyi sabit bir sona değil, sürekli ertelenen bir şimdiye doğru yönlendirir. Tamamlanmamışlık burada bir tercih olmaktan çıkar; yapısal bir işleyişin parçası hâline gelir. Kullanıcıyı daima “sonraki”ne çağıran bu ritim, bitişin değil, sürüp gitmenin değerli sayıldığı bir zaman kurgusunu yerleştirir. Fakat tüm bu akış içinde bitmemişliğe bilinçli bir biçimde yer açmak, örneğin bir anlatıyı açık bırakmak, bir soruya yanıt vermemek, bir düşünceyi tamamlamadan askıya almak, tüketim mantığına karşı küçük bir duraksama yaratabilir. Bu duraksama, eksiklikten çok, birlikte düşünmeye, duygulanmaya ve sessizlikle kalmaya dair bir davet gibi düşünülebilir.

Katalin Varga, geçmişin travmasıyla yüzleşmek üzere yola çıkar, fakat ne açıklığa kavuşan bir hakikat ne de tamamlanmış bir hesaplaşma sunar; onun hikâyesi, eksik kalanla birlikte yaşamanın içsel ağırlığını taşır. Clarice Lispector’un Yıldızın Saati romanındaki Macabéa, hayata tutunmaya çalışan, arzularını bile tam olarak tanımlayamayan bir karakter olarak, sürekli ertelenen bir varoluş içinde sessizce bekler. Yoko Ogawa’nın Hafızanın Polisi’nde anlatıcı, birer birer silinen nesnelerin ardından hafızası da çözülen bir dünyada, kayıpla birlikte var olmaya çalışır, anlam neredeyse görünmezleşir. Céline Sciamma’nın Petite Maman filminde küçük kız, annesinin çocukluğu aracılığıyla kaybın açıklığında gezinir, hikâye doğrusal bir sona değil yankılarla kurulan bir karşılaşmaya açılır. Bu karakterlerin her biri, tamamlanmak ya da sonuçlanmak yerine süreçte kalır, eksik olanı yok etmek yerine onunla birlikte var olmanın yollarını arar.

Michelangelo’nun Esirler heykellerinde olduğu gibi, tamamlanmayan form sadece yarım kalmış bir figür değil, aynı zamanda izleyicinin hayal gücüne ve algısına bir çağrı. Bu tür eserler yalnızca “eksik” değil, aynı zamanda “açık”. Yani belirli bir sonuca ulaşmaz; onun yerine izleyeni sürecin bir parçası hâline getirir. Burada bitmemişlik, zamansal bir askıya alma anlamı taşır. Eserin tamamlandığı nokta tekil bir an değildir, süreğen bir şimdiye yayılır. Paul Valéry’nin deyişiyle, “bir şiir asla tamamlanmaz, sadece terk edilir.” Bu terk ediş, klasik anlamda bitişin değil, alternatif bir sürekliliğin başlangıcı olur. Jackson Pollock’un resimleri, üretimin ve çözülmenin aynı anda gerçekleştiği bir sahaya dönüşür. İzleyici burada yalnızca “bakarak” değil, bakışıyla “devam ettirerek” eseri tamamlar. Anlam kapatılmaz, tersine çoğaltılır.

Bitmemişliğin bu estetik kudreti aynı zamanda sorular doğurur. Sanatçı neden bitirmemeyi seçer? Bu bir bilinçli eksiltme mi, yoksa yaratma sürecinin bizzat kendisinin sonu olmadığını kabul etmek mi? Bitmemişlik burada bir temsil biçimi değil, üretimle ilgili etik bir duruş. “Her son, bir bakıma iktidar talebidir” diyebiliriz; çünkü sonlandırmak, anlamı sabitlemektir. Bitirmemekse, anlamı açığa alır, muğlaklığa izin verir, çoğul bir bakış üretir. Bu yönüyle non finito, modern anlamda yalnızca teknik bir tercih değil, aynı zamanda politik bir jesttir. Bu bakımdan Pollock’un bitmemişliği ile Michelangelo’nunki arasında hem bir süreklilik hem de bir kopuş vardır. İlki, anlamı devretmek ister; ikincisiyse formu serbest bırakmak. Her ikisi de kendi dönemlerinin temsil rejimlerine bir karşılık, bir dirençtir.

Eserin “bitişi” yoktur; yalnızca izleyicinin onu durdurduğu, bıraktığı bir an vardır. Belki de bu nedenle, bitmemiş bir eser, yalnızca sanatçının değil, izleyicinin de tamamlamayı öğrenmeyi reddettiği bir ortak alan yaratır. Franz Kafka’nın Şato romanı, yarım bir cümleyle sonlan-maz. Ne karakter bir yere varır, ne de anlatı kapanır. Ama bu eksiklik, bir kayıp değil; anlamın sabitlenmediği, daima ertelendiği bir anlatı biçimine dönüşür. Roland Barthes’ın söylediği gibi, anlam metin içinde bulunmaz; onun etrafında gezinir. Sonluluk bu bakımdan bir yanılsama; çünkü hayat da çoğu zaman tamamlanmış bir anlatı değil, kesintilere, ertelemelere, sessizliklere dayalı bir parçalanma.

Bitmemişlik yalnızca bir estetik strateji değil, gündelik deneyimin bizzat kendisi.

Gündelik yaşamda bitmemişlik yalnızca yarım kalmış bir işin değil, tamamlanamamış bir düşüncenin, söylenememiş bir sözün, tanımlanamamış bir duygunun da biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Psikolojik düzlemde bu durum, özellikle ruminasyon gibi zihinsel döngülerde kendini gösteriyor, geçmişte yaşanmış bir olayın etrafında dönüp durulması, cevabı olmayan soruların tekrar tekrar sorulması. Bu, anlam üretme çabasının bir göstergesi olduğu kadar, cevapsızlıkla baş etme biçimi de. Bitmemişlik aynı zamanda askıya alınmış bir zaman duygusu. Karara varılamayan ilişkilerde, tamamlanmamış konuşmalarda ya da ertelenmiş eylemlerde birey, bir “şimdi” deneyiminden çok, sürekli ertelenen bir “sonra”ya doğru yaşar. Travmatik deneyimlerde bu durum daha da belirgin, anlatı bölünür, hafıza parçalanır, duygular temsil edilemez hâle gelir. Bu nedenle, bitmemişlik yalnızca bir eksiklik değil, bazen varoluşsal bir eşik, bireyin tamamlanmamışla birlikte yaşama becerisini sınayan bir durum.

Hayat çoğu zaman tamamlanamayanlarla kurulu. Ve biz, çoğu zaman, bir “son”a ulaşmaktan çok, eksiklikle yaşamayı öğreniriz. Belki de bu yüzden bitmemiş eserler beni bu kadar derinden etkiler, Çünkü biz de çoğu kez yarım kalmışız.

Annem Öldü Mü romanında Johanna, uzun bir aradan sonra döndüğü memleketinde annesiyle yeniden bağlantı kurmaya çalışır. Aradığı şey ne bir özürdür, ne de açıkça telaffuz edilmiş bir yüzleşme. Belki yalnızca eksik kalmış bir cümle sonudur, belki sessizlikle örülmüş bir ilişkinin içinde küçük bir açıklık. Ama bu açıklık hiç gerçekleşmez. Aramalarına yanıt gelmez, kapılar açılmaz, bakışlar karşılaşmaz. Johanna, annesinin evinin çevresinde dolanır, çocukluğunun sokaklarında gezinir. Takip ettiği şey bir insandan çok, bir hayalettir artık. Kitabın adında dikkat çekici bir şekilde soru işareti yoktur. Bu yalnızca biçimsel bir tercih değil; aynı zamanda romanın temel meselelerinden birine dair ipucu. Johanna soru sormaz; çünkü sorunun zaten cevapsız kalacağını, cevabın gelmeyeceğini çok iyi bilir. Onun çabası daha çok bir tür yönelme, boşluğa tutulmuş bir sesleniştir. Sorudan çok bir yankı.

Peki cevap aramak takıntı mı, yoksa iyileşme çabası mı? Bazen bir sorunun cevabını bulmak değil, o soruyu tekrar tekrar sormak, onun etrafında düşünmek iyileştirici olabilir. Yani aklın soruya döndüğü, ama cevabın dönmediği nokta.

Norveç dizisi Pørni’yi bu hafta çok severek izledim. Pørni dizisinde Pernille, (buradaki isim oyununu Norveççe sebebiyle anlayamadım, iki isim ile de çağrılabiliyor karakter ama Pernille’i tercih ediyor) yıllar önce kaybettiği kız kardeşinin telesekreterine sesli mesajlar bırakıyor. Mesajlar, kardeşine ve aynı zamanda, kaybın kendisine yöneltilmiş bir çağrı. Bu çağrı, cevapsız kalacağını bilerek yapılan bir yönelme; tıpkı Johanna’nın annesinin cevapsızlığına yönelişi gibi. İkisinin eylemi de sadece geçmişle hesaplaşma olarak açıklanamaz, aynı zamanda eksik kalmış bir ilişkinin geleceğini kurma çabası. Takıntı değil bu; düşünmenin, sevmenin, eksikle birlikte yaşamayı öğrenmenin bir yolu. Zaman alan, emekle kurulan bir yol. Belki de bu yüzden bitmemiş olan, tamamlanmamış olduğu kadar yaşamaya da devam eder. Çünkü her cevapsızlık, aynı zamanda bir yeniden sorma hakkını saklı tutar. Ve bu hak, hayatla yeniden bağ kurmanın en kırılgan ama en içten biçimlerinden biri olabilir.

Bitmemişliğin yalnızca duygusal değil, estetik bir dili de var.

Bitmemişlik yalnızca bir teknik tercih değil; bakışa, yoruma ve hayal gücüne açılmış bir alan.

Tıpkı Kafka’nın Şato’sunun bitmeyen cümlesi gibi, bazen eksik olan, geriye en çok kalan olur. Eser kapanmaz; izleyiciyle birlikte sürer. Bu nedenle bazı metinler, yapılar ya da ilişkiler, tamamlanmadıkları için yaşarlar. Çünkü eksiklik, bazen bir çağrı biçimi, yanıt beklemeyen ama düşünmeye, hissetmeye, yeniden denemeye açılan bir çağrı.

Bitmemiş olan, çoğu zaman hem yara hem de imkân. Tamamlanamamışın çevresinde şekillenen, ucu açık bir varoluş biçimi sunar bize, cevabı ertelenmiş soruların, söylenmemiş sözlerin, tamamına erememiş yakınlık denemelerinin bıraktığı izlerde. Eksiklik, yalnızca bir kayıp değil; aynı zamanda varlığın açıklığa, belirsizliğe, yeniden kurulmaya açık hâli. Hem sanatta hem hayatta, bitmemiş olanla kurduğumuz bağ, en dürüst bağ olabilir, çünkü onda kesinlikten çok ortak bir arayış, beraber sürmekte olan bir düşünme hali vardır. Ve bu hal, bir sona değil, her defasında yeniden başlayan bir bakışa çağırır bizi.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Édouard Louis bu hafta Moda Sahne’deydi

Gelin, yalnızca bu metni okumak ya da bu oyunu izlemekle yetinmeyelim; sahnelere, mekânlara, düşünsel ortaklıkların kurulabildiği her yere gidelim. Orada, bir anlatının çevresinde oluşan geçici ama derinlikli karşılaşmaların nasıl bir fark yarattığını birlikte deneyimleyelim

Güçlü görünmemenin gücü

Kamusal yas huzursuzluk yarattı, Özel’in davranışı kırılganlığı zayıflık değil, ilişkisellik biçimi olarak gösterdi

Şüpheye davet

Her şeyin hızla kanaate dönüştüğü bir çağda, tereddüt etmek bir direnç biçimi olabilir mi? Şüpheyle düşünmenin onuruna bir bayram yazısı

"
"