29 Haziran 2025
İki sezonu bir haftada bitirip, üçüncü sezonun ilk bölümünü yayınlandığı anda yakalayınca, içim dışım The Gilded Age oldu. Her sabah 1880’lerin kadife perdelerinden sarkarak uyanıyor, akşamları şatafatlı baloların etiketiyle yatağa giriyorum. Kızım “gilded ne demek?” diye sorduğunda, hiç düşünmeden “yaldızlı kafes dönemi” dedim. Sonra bir duraksadım; kafes de ne? Nereden çıktı? Gilded yaldızlı demekse age de dönem. Kafes ne? Sanırım sebep şu, The Gilded Age, her ne kadar yaldızlı bir sabun köpüğü gibi görünse de, bugünün kafeslerini anlamak için dönüp bakabileceğimiz, altın varaklı bir illüzyonun içinden konuşuyor. Bu, sadece bir dönem draması değil; sınıfın, görünürlüğün, aidiyetin ve güç yapılarının bugün hâlâ nasıl çalıştığını, üstelik görkemin diliyle anlatan bir çağ okuması. Tabii bütün bunları, satenden korseye, dramatik bakışlardan spiral merdivenlere uzanan bir sabun köpüğü melodramın içinden izliyoruz; hem de en kolayından.
Bugün yaşadığımız pek çok şeyin ipuçları bu dönemde var, vahşi kapitalizm, eski paranın yeni zenginlikle kurduğu gergin ittifaklar, kadınların görünürlük mücadeleleri, ırk ayrımcılığının medeniyet örtüsüyle bastırılma biçimleri. Dizide “old money” ve “new money” arasındaki mücadele, yalnızca servetin kimde olduğu meselesi değil; kimin aidiyet hakkı olduğuna dair bir kavga. New York’un “dört yüz” kişilik eski burjuvazisi, (onlara aristokrat diyemiyorum çünkü New York’ta durum İngiltere örneğinden epey farklı) ki içlerinde Astor ve Vanderbilt gibi aileler yer alıyor, yeni gelenlerin, özellikle demiryolu milyonerlerinin ya da sanayi zenginlerinin toplumsal merdiveni nasıl zorladığını dehşetle izler. Bu sınıf mücadelesi bugüne ne kadar da benziyor, kim ‘hakikî yurttaş’? Kim kurumlara dışarıdan gelen bir ‘yeni gelen’? Kim kendini yerleştirmiş, kim hep eşiğinde? Bugün“yeni” ya da “eski” olmak, mekânsal ya da tarihsel bir pozisyondan çok, duygulanımsal bir hâle dönüşmüş durumda. Kapitalizmin sinsi versiyonunda herkes içerideymiş gibi hissediyor ama yerini asla tam bilemiyor. Georg Simmel’in yıllar önce tarif ettiği gibi, yeni gelen figürü yalnızca dışarıdan biri değildir; aynı zamanda bulunduğu yere asla tamamen yerleşemeyen kişidir. Bugünün neoliberal düzeninde bu his genelleşmiş durumda, iş yerinde, okulda, şehirde ya da çevrimiçi platformlarda, herkesin yeri varmış gibi ama kimse tam olarak yerleşik değil. Aidiyet, kırılgan bir illüzyona dönüşmüş halde. 19. yüzyılın vahşi kapitalizmi, adını koyabildiğimiz bir düşmandı; bugünkü versiyon ise daha sinsice çalışıyor, herkesin hakkı varmış gibi, güvencedeymiş gibi davranılıyor. Oysa bu düzen, güvenlik duygusunun yerine sürekli tetikte olmayı, hak yerine şansı, vatandaşlık yerine marka değerini koymuş durumda. İnsanlar artık çalıştıkları saatleri saymıyor, kendilerini değerli hissettikleri dakikaları kovalamakla meşgul. Ve bu arayışta, herkes hem içeride gibi hissediyor hem de hep eşikte kalmaya mahkûm.
Dizinin geçtiği 1880’ler, işçi sınıfının yeni yeni ayağa kalktığı, sendikaların kurulmaya başladığı, grevlerin ilk büyük yankılarını duyurduğu yıllar. İnsanlar artık 12 saatten fazla çalışmanın yazgı olmadığını fark etmeye başlıyor; hak kavramı, ilk kez kitlesel bir bilinçle dile geliyordu. 8, 8, 8. 8 saat çalış, 8 saat uyu, 8 saat dilediğini yap. Bugünse garip bir çelişki içindeyiz, sanki haklar çoktan kazanılmış gibi davranılıyor, ama o hakların içi boşaltılmış durumda. Asgari güvenceyle sürdürülen freelance işler, kuralsızlaştırılmış platform ekonomileri, sürekli erişilebilirlik beklentisi... İşçilerin işverenle değil, algoritmalarla pazarlık ettiği bir çağdayız artık. Ve bu çağ, özgürlük kelimesiyle cilalanmış ama hareket alanı her geçen gün daha da daralan yeni bir kafes sunuyor.
Dizide Bertha Russell gibi karakterlerin sosyeteye kabul edilmek için verdikleri mücadele, bugünün görünürlük savaşlarının başka bir versiyonu gibi okunabilir. O zamanlar paranın yetmediği, onay arayışının aristokrasiyle sınırlandığı bir düzen vardı; bugünse onay, platformların algoritmik mimarisine gömülü. Kimin yeni zengin, kimin ilk gelen olduğuna artık ışıltılı balolar değil, izlenme oranları, takipçi sayıları ve dikkat ekonomisinin görünmez çitleri karar veriyor. Ancak benzer olan şu, hem o çağın demiryolu baronları hem bugünün patronları, gücü ellerinde tutarken aidiyetin kurallarını da yeniden yazıyor. Alt sınıflar, tıpkı 19. yüzyılın Amerika’sında olduğu gibi, bu yeni oyunun dış çizgilerinde dolanıyor, hem içerideymiş gibi hissettirilerek, hem de asla tam anlamıyla içeri alınmayarak. Ve biz bu çitlerin etrafında dönüp dururken, sadece ekonomik değil, duygusal bir belirsizlik de yaşıyoruz, ne zaman üzülsek abartılı, ne zaman suskun kalsak vurdumduymaz sayılıyoruz. İçeride değiliz ama dışarıda da değiliz. Tıpkı The Gilded Age’deki sınıra dayanmış karakterler gibi, kendi çağımızın parlak kafesinde yerimizi arıyoruz.
Gilded Age’in yaldızlı anlamı günümüze sızıyor işte. Yüzeyde parlayan bir eşitlik vaadi, altında sınıfsal kırılmaların giderek görünmezleştiği bir rejim. Bugünün “parlak kafesi,” geçmişten miras değilse bile onun zekice güncellenmiş bir versiyonu.
İş güvencesi hayal; yıllık sözleşmelerle, yaratıcı sektörlerde proje bazlı hayatta kalma stratejileriyle örülmüş bir geçim mimarisi. Barınma krizleri, kronik yoksulluk, artan borçluluk hali bireysel başarısızlık olarak kodlanıyor. Ama aslında toprak çoktan çatlamış. Tıpkı bir David Lynch filminde olduğu gibi, çimlerin altı kurtçukla kaynıyor. Görünürdeki düzenin hemen altında kıpırdayan kurtlar da bastırılan öfke, sessiz çaresizlik, gıda güvencesizliği, ölümcül ihmaller. Bugün dünyada milyonlarca çocuk yeterli protein alamadığı için gelişim geriliği yaşıyor; açlıkla bağlantılı ölümler hâlâ sessiz, merkezden uzak ve görünmezler. Ama bu kırılmalar uzakta değil. Kentlerin merkezinde, prestijli üniversitelerin gölgesinde, sergi salonlarının ardında yaşanıyor. Görünmez olan, artık çok yakında.
Yaldız, bugün yalnızca yüzeyi değil; hakikatin kendisini de örtme işlevi görüyor.
Şatafatlı balolar, dramatik merdiven sahneleri, altın varaklı perdeler… Bu görsel dil sadece zenginliği değil, bastırılmış arzuları, dışlanmış kimlikleri ve görünmez emeği sahneye çağırıyor. Dizide neredeyse her anlamlı karşılaşma bir merdiven başında ya da bir perde aralığında gerçekleşiyor; kamera sıklıkla karakterleri takip ediyor çünkü güç, izlenenin izleyen üzerindeki etkisiyle sahneleniyor.
Estetik burada yalnızca dönemi yeniden üretmekle kalmıyor; toplumun hiyerarşik yapısını da mimari formlar ve mekân kullanımına yedirerek duyguların nasıl kodlandığını gösteriyor. Beaux-Arts mimarisiyle şekillenen bu sahneler, sütunlar, yüksek tavanlar, koridorlar ve simetrik planlar aracılığıyla, görkemin içinde kurumsal düzeni de sahneye taşıyor. Her bir iç mekân yerleşimi, kimin nerede durduğunu, kimin merkezde ya da dışarıda olduğunu gösteren bir anlatı aracına dönüşüyor. Bu görsel ihtişam, yalnızca tarihî bir detay olarak değil, bugünün gösteri ekonomisine içkin duygu düzeneklerini de hatırlatıyor.
The Gilded Age'in görselliği, bugünün dikkat ekonomisinin ve dijital temsildeki barok fazlalığın habercisi gibi işliyor. Görsel ihtişam büyürken, içindeki yalnızlık ve dışlanmışlık daha da sessizleşiyor.
Parlak kafes, ilk başta spontane bir mecaz gibi doğsa da, The Gilded Age’in sunduğu dünyayı tarif etmek için şaşırtıcı biçimde isabetli. Parıltı var ama içerideki hareket sınırlı; özgürlük var ama koşullu. Bu kafesin duvarları, sınıf, ırk, cinsiyet ve aidiyetle örülmüş. İçeride olanlar bile sürekli tetikte, konumlarını kaybetmemek için, etiketi doğru taşımak zorundalar.
Bugün bu parlak kafes çoktan dijitalleşti. Kendi profilini yöneten, kendini marka gibi sunan birey için özgürlük, neredeyse bir algoritmik disiplin biçimine dönüşmüş durumda. Performans her yerde ama aidiyet hâlâ seçici. Sosyal hareketlilik mümkün görünse de, asıl kurallar tıpkı 19. yüzyıl sosyetesindeki gibi içeriden yazılıyor. Herkes görünür olmak istiyor ama kimin görünürlüğünün nasıl değer kazanacağı baştan belirlenmiş. Ancak önemli olan yalnızca sosyal medyada temsil edilmek ya da edilmemek değil. Bu dijital parlaklık, prekarya iş koşullarının, kazanılmış hakların sinsice ortadan kaldırılmasının, iklim krizinin, savaşların ve yapısal eşitsizliklerin üzerine ince bir perde çekiyor. İnsanlar görünürlük kazanmak için sürekli içerik üretirken, gerçek güvencesizlik her yerde derinleşiyor. Kafesin parıltısı içeride olmayı cazip gösteriyor; ama içeridekiler bile o parıltıyı sürekli yeniden üretmekle meşgul, çünkü içeride kalmanın koşulu da bu.
Yüzyılın demiryolu baronları, sanayi devriminin açtığı fırsatlarla imparatorluklar kurdu; bugünse kapitalizmin baronları, Bezos, Musk, Zuckerberg, benzer bir yükseliş hikâyesini kodlar ve veriyle yazıyor. Jeff Bezos’un Venedik’teki gösterişli düğünü bu yüzden yalnızca kişisel bir ritüel değil; güç ve ihtişamın küresel teşhiri. Bir yanda lüks yatlar, paparazzi drone’ları, sosyal medya estetiğiyle paketlenmiş zenginlik... Öte yanda ise aynı şehirde, yeraltı altyapısı çöküyor, su kanalları iklim krizinin yüküyle kaynıyor; Venedik harfi harfine batıyor. Tıpkı The Gilded Age’de olduğu gibi, bugünün elitleri de servetlerini yardımseverlik ve görgü kurallarıyla yumuşatmaya çalışıyor. O dönem sosyal saygınlık için kurulan vakıflar neyse, bugün de “sosyal sorumluluk projeleri” aynı işlevi görüyor: kapitalizmin en yıkıcı etkilerini kişisel ahlaka havale ederek sistemsel sorumluluğu paranteze almak. Bu bir yeniden üretim stratejisi; tıpkı eski New York sosyetesinin yeni zenginleri dışlayarak kendi konumunu sağlamlaştırması gibi. O dönem bir opera koltuğuydu konu, bugün COP zirvesine sponsor olmak. COP28 örneği bunu çarpıcı bir örneği değil miydi? Zirve, fosil yakıt zengini Birleşik Arap Emirlikleri'nde düzenlendi ve ExxonMobil, Chevron, Shell gibi şirketler doğrudan ya da dolaylı sponsorlar arasında yer aldı. Coca-Cola'nın sürdürülebilirlik ortağı olarak sunulduğu bir iklim zirvesinde, gösteri ile gerçeklik arasındaki mesafe daha da açılıyor. Aynı sahnede “karbon nötr” etiketli davetler verilirken, yoksul bölgelerde sıcak dalgaları can alıyor. Bugün şirketler, karbon salımlarını telafi ettiklerini iddia ederek karbon nötr rozetleriyle itibar kazanıyor; tıpkı bir zamanlar salonlara bağış yapan milyonerlerin saygınlık” devşirmesi gibi. Aslında tıpkı Venedik gibi, yüzeyde refahın teatral ışıltısı, altında sessiz bir çöküş.
Ne olursa olsun, geçmişe ait bir şeyler izlemek beni daima rahatlatıyor. Belki bugünün ağırlığını, fazlalığını, ekran başında geçirilen zamanın bile üretkenliğe dönüştürülmesi beklentisini, geçici de olsa askıya alıyor diye. Zaten gerçek zamanlı olanı, her gün olup biteni, bugünü yazmak gittikçe daha imkânsız hale geliyor. O yüzden 1880’leri yazmak daha kolay g. Daha dolaylı, daha güvenli. Böylece gerçeği, kendi zamanının diliyle değil, başka bir dönemin aynasından kurmak mümkün.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor. Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı. Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur. Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. |
Gelin, yalnızca bu metni okumak ya da bu oyunu izlemekle yetinmeyelim; sahnelere, mekânlara, düşünsel ortaklıkların kurulabildiği her yere gidelim. Orada, bir anlatının çevresinde oluşan geçici ama derinlikli karşılaşmaların nasıl bir fark yarattığını birlikte deneyimleyelim
Kamusal yas huzursuzluk yarattı, Özel’in davranışı kırılganlığı zayıflık değil, ilişkisellik biçimi olarak gösterdi
Her şeyin hızla kanaate dönüştüğü bir çağda, tereddüt etmek bir direnç biçimi olabilir mi? Şüpheyle düşünmenin onuruna bir bayram yazısı
© Tüm hakları saklıdır.