22 Haziran 2025
Moda Sahne benim için yalnızca bir kültür mekânı değil; Kadıköy’ün merkezinde, kalabalığın içinde ama ondan ayrışan, düşünceye alan açan ender yerlerden biri. Kişisel olarak da uzun süredir benim için özel bir anlam taşıyor. O sahneye konuşmacı olarak çıktım; ders verdim, beni dinlemeye gelenlerle birlikte düşünmenin yollarını aradım. İlk kez tanıştığımız bir yemekte, üniversitede bir daha derse giremeyeceğimi düşündüğüm bir dönemde, Kemal Aydoğan bana tereddütsüz “sahne senindir" dedi. O sırada beni çok tanımıyordu bile. Masada yaptığımız, sinema, tiyatro ve edebiyat sohbetinin hatırına karşılık bir jestti bu. Bu jest, dışarıda kalmışlık duygusuyla baş etmeye çalıştığım bir anda, güven beyanı olarak yer etti bende. Uzun süre Moda Sahne’de haftalık dersler verdim. Kapıdan her girişimde Bülent’le birkaç dakikalığına sohbet ettik; gülümsemesi her şeyi kolaylaştırırdı. Moda Sahne, bu açıdan bakıldığında yalnızca bir sahne değil. Aynı zamanda alternatif bir öğrenme ve tartışma zemini sunan, pek çok kişi için ifade ve etkileşim imkânı yaratan bir yer. Bir mekânın bunu yapabilmesi için tutarlı bir yaklaşım ve süreklilikle örülmüş bir ilişki ağına ihtiyacı var. Onlar bunu sağladı.
Ve bu hafta o sahneye Edouard Louis'nin geldi.
Pandemiden beri Kemal Aydoğan’ın yönettiği, Onur Ünsal’ın sahneye taşıdığı Babamı Kim Öldürdü, Louis’yi ilk okuduğum kitaba denk düşüyor. Bu oyun bir roman değil sadece. Aynı zamanda yazı diliyle düşünen bir sahne çalışması. Bir anlatı pratiği olarak edebiyatın neye izin verdiğini, kimi konuşturduğunu ve kimi temsil ettiğini sahne üstünde açığa çıkaran, toplumsal şiddeti estetik araçlarla yeniden kuran düşünsel bir yapı.
Louis’nin bu metni güçlü. Oyun iyi. Yönetmenlik iyi. Oyunculuk iyi. Mutlaka okunmalı ve izlenmeli.
Kitap bedenin toplumsal şiddet tarafından nasıl biçimlendirildiğini anlatırken, bunu yalnızca içerikten değil biçimden de kuruyor. Oyun da, yalnızca bir politik anlatı değil; aynı zamanda temsil sorunsalına doğrudan müdahale eden bir yapıt. Hangi hikâyeler anlatılabilir? Kim konuşabilir? Anlatı hakkı kime aittir? Louis bu soruları sorarken, sessizliğe terk edilmiş bir sınıfsal geçmişi dile döküyor.
Ama Louis’nin gerçekten iyi bir yazar olup olmadığına hâlâ karar veremedim o ayrı.
Kendilik anlatılarını, parçalı bellek üzerine kurulu metinleri, oto-etnografik fragmanları yıllardır heyecanla okurum. Ama son zamanlarda şunu sormadan edemiyorum: Edebiyat, yalnızca kendi hayatını anlatabilme cesaretiyle mi tanımlanır hâle geldi?
Édouard Louis’nin yazınında, anlatı yoluyla edilgenliğe karşı bir hâkimiyet kurma arzusu seziyorum. Bu, kuşkusuz politik açıdan etkileyici; fakat aynı zamanda sınıfsal yarayı anlatıya dönüştürerek onu kontrollü bir düzleme yerleştiren bir tavır. Ve bu, bende hem hayranlık hem huzursuzluk yaratıyor. Başka türlüsü nasıl olurdu onu sormayın rica edeceğim, bilmiyorum, sadece bu huzursuzluğu hissediyorum.
Öz-kurmaca bana artık yalnızca anlatı ile kurgu arasındaki sınırı değil, aynı zamanda empati ile temsil arasındaki mesafeyi de düşündürüyor. Sanki artık herkes kendi hayatını yazmak zorundaymış gibi. Sanki başka birinin hikâyesine temas etmek, o hikâyeyi yeniden kurmak, hatta sadece dinlemek bile sakıncalıymış gibi. Bir yandan da edebiyatın sınırları, tek bir kişinin anlatım becerisine indirgenmiş gibi görünüyor. Oysa anlatmak, yalnızca başına geleni tarif etmek değil; başkalarının hikâyelerine yer açabilmek de olmalı. Evet biliyorum bu yazın biçiminde tüme varan bir tavır var. Aslında ben değil biz anlatısı oldukları için değerli yaptıkları işler. Buna ben de inanıyorum ama yavaş yavaş bu konularda sorularım olmaya başladı. Olmasın mı?
Bu tür öz-kurmaca anlatıların ardındaki biçimsel kontrol, şiddeti görünür kılarken onu estetik bir düzleme çekiyor mu? Ve biz bunu okurken yalnızca politik olarak etkileniyor muyuz, yoksa edebi olarak büyüleniyor muyuz? Louis gerçekten “iyi bir yazar” mı, yoksa edebiyatın güncel eğilimleriyle çok uyumlu bir figür mü? Yani kişisel olanı kamusal olana çevirme becerisi, otobiyografik anlatıyı politik iddiaya dönüştürme stratejisiyle öne çıkan bir örnek mi? Her otobiyografi kurmacadır; bunu biliyoruz. Hafıza seçicidir, biçimcidir, hatırlamak zaten bir tür düzenlemedir. Ama öz-kurmaca adı verilen tür, bunu sanki yeni bir buluşmuş gibi sunuyor. Kurmaca ile gerçeğin sınırındaki o “gri alan” sık sık vurgulanıyor. Fakat bana göre bu bölge gri değil; aksine kırmızı. Çünkü o alanda yalnızca estetik belirsizlik değil, etik sorumluluk da dolaşıyor. Şiddet yalnızca görünür kılınmıyor; temsilin yeniden üretim döngüsüne sokuluyor.
Louis'nin çağrısı, şiddeti görünür kılalım, son derece yerinde. Hayatta durduğu yer önemli. Söyleşilerdeki açıklığı, toplumsal eşitsizlikler karşısındaki tutumu, queer bedeni ve sınıfsal belleği edebiyatın merkezine taşıma isteği değerli. Ancak tüm bunlara rağmen kendimi rahatsız eden o sorudan kurtaramıyorum. Tüm bu metinleri okurken duyduğum ilgi, sadece politik duyarlılıktan mı besleniyor? Yoksa başkasının acısını dikkatle, hatta hazla izlemeye alışmış bir edebi okurluk pozisyonunun parçası mıyım? Başkalarının hayatına dair bu kadar yoğun anlatılar, görece konforlu bir yerden bakan okur için, bir tür estetik gözetleme pratiğine mi dönüşüyor?
Belki de bu metni bu kadar etkileyici kılan şey, tam da bu ikiliği başarıyla kurması. Louis’nin anlatısı, hem öznenin mutlak hâkimiyetinde bir alan kuruyor hem de o alanı sınıfsal kırılganlıkla işaretliyor. Yazarken güçlü ama yazdığı şeyin kendisi hep zayıflıkla, ezilme deneyimiyle biçimlenmiş. Bu da onun anlatısını eleştirmek konusunda okuru tereddütte bırakıyor. Fakat tam da bu yüzden Louis edebiyat içinde ayrıcalıklı bir konumda. Şiddeti anlatıyor, evet; ama onu yalnızca ifşa etmiyor, belirli bir estetik form içinde kurguluyor, ritmini, dozunu, söylemsel çerçevesini kontrol ediyor. Bu biçimsel hâkimiyet, anlatının etkileyiciliğini artırırken, okurun temsilin sınırlarına dair eleştirel sezgisini de harekete geçiriyor. Louis’nin anlatısı bu yüzden sadece politik değil, aynı zamanda politik olanın nasıl estetikleştirildiğini de düşündüren bir yapı ortaya koyuyor.
Onun Türkçeye çevrilen tüm kitaplarını okudum. Etkilendim, düşündüm, hatta belki zaman zaman kendi yazma pratiğimle hesaplaştım. Ama hâlâ karar veremediğim bir şey var. Bu metinler bizi neye ikna ediyor? Acının tarifine mi, anlatının becerisine mi? Louis iyi bir yazar mı, yoksa edebiyat sisteminin bugün en çok ihtiyaç duyduğu türden bir anlatı öznesi mi? Belki ikisi birden. Belki bu sorunun cevabı yok. Ya da henüz bende yok.
Rachel Cusk’tan Annie Ernaux’ya, Tove Ditlevsen’den Marguerite Duras’ya uzanan o yoğun, kırılgan ama yapısal olarak çok iyi inşa edilmiş metinleri hem didaktik hem düşünsel bağlamda düşünüyorum. Annie Ernaux, yazıyı kişisel olanın kolektif belleğe dönüştüğü bir toplumsal araştırma aracı olarak kurar; onun edebiyatı, Bourdieu’nün habitus kavramıyla doğrudan konuşur. Sınıfsal geçişin, kültürel sermayenin dönüşümünü anlatırken benliğini bir gözlem nesnesine dönüştürür. Buna karşın Rachel Cusk, bireysel anlatının sınırlarını tam tersinden kurar; anlatıda mesafeyi, biçimsel kontrolü ve çözülmüş bir benlik pozisyonunu tercih eder. Kendi deneyimini aktarmaktan çok, deneyim üzerine düşünmenin biçimlerini öne çıkarır. Tove Ditlevsen sınıfsal kırılganlık ve cinsiyetlenmiş hafızayı merkeze alır, ekonomik şiddet ile yazınsal ifade arasındaki gerilimleri görünür kılar. Marguerite Duras, belleğin boşlukları, arzunun dili ve suskunlukla örülü biçimiyle özneyi metnin merkezinden sızdırarak anlatının hem duygulanımsal hem şiirsel katmanlarını açıkta bırakır. Deborah Levy öz-kurmaca ile düşünsel deneme arasındaki çizgide yürür, kadın yazarlığın kültürel, ekonomik ve bedensel koşullarına dair sezgisel ama kuramsal bir yapı kurar. Yazı onun için yalnızca bir ifade biçimi değil, aynı zamanda anlatamamanın, yer açamamanın ve sessizlik içinde var olamamanın politik bir analizi hâline gelir.
Bu çağın anlatım biçiminin büyük ölçüde öz-kurmaca üzerinden şekillendiğini inkâr etmiyorum, bu yazarları okumayı seviyorum, hepsi yolumu aydınlatıyor. Özellikle kadın yazarların bu form üzerinden ses bulduğu, susturulmuş alanları yazıya taşıdığı bir dönemde, bu metinlerin güçlü edebi nitelikleri kadar politik varoluşlarını da önemsiyorum. Yani meselem, öz-kurmaca anlatıların sahiciliği ya da estetik değeri değil. Tam da bu metinlerle kurduğum yakınlık üzerinden başka bir soru daha büyümeye başlıyor içimde, sanki tam açıklayamadığım şekilde Louis’in metinleri bu bahsettiğim yazarların metinlerinden ayrılıyor. Anlatı hakkı, artık sadece otobiyografik olanla mı tanımlanıyor? Edebiyat yalnızca ifşa ve tanıklık üzerinden mi anlam kazanıyor? Kitapları etkileyici, dili güçlü, şiddeti görünür kılma çabası samimi. Ama gerçekten Louis’nin hayatının daha fazla ayrıntısını öğrenmek istiyor muyum? Ve edebiyat, bir yazarın hayat öyküsünün uzantısı olarak mı var olacak bundan sonra? Öz-kurmaca, biçimsel olarak güçlü olsa da, içerdiği anlatı pozisyonunu istisna olarak değil norm olarak kurmaya başladığında, başka yazı biçimlerini bastıran bir hâle gelebilir. Anlatı hakkının bu denli biyografik temellere dayanması, temsilin siyasal ağırlığını artırırken aynı zamanda edebi çeşitliliği törpüleyebilir.
Tüm bunların bir arada var olabileceğini kabul etmek, okurluk ve izleyicilik pozisyonumuzda esaslı bir değişim talep ediyor. Bir metni beğenmek, ondan etkilenmek, aynı anda onun biçimiyle hayranlıkla ilişkilenirken temsil biçimine dair etik bir rahatsızlık duymak; dahası, türün kendisine yönelik yapısal bir eleştiri geliştirmek mümkün. Ve evet, bütün bunları aynı anda yapabiliyor olmamız gerekir bana kalırsa. Zihinsel açıklık, duyarlıkla çelişmek zorunda değil. Kavramsal karmaşıklık, etik sorumlulukla birlikte var olabilir. Zaten eleştirel düşüncenin asıl zemini, yalnızca yargı vermek değil, bu çok katmanlı karşılaşmaları okuyabilmektir.
Geçenlerde kızım bana bir şey sordu: “Bu filmin yanlış şeyler anlattığı söyleniyor ama yine de onu sevebilir miyim?”
Bu, yalnızca bir çocuk sorusu değil. Aslında çok temel bir estetik ve politik ilişki biçimini ima ediyor. Yanıtım şuna yakındı, eserlerle kurduğumuz ilişki, kusursuzlukla değil, farkındalıkla belirlenmeli.
Eğer bir yapıtı ne söylediğini bilerek, onu neden sevdiğimizi anlayarak izliyorsak, hatta kimi zaman neden “hatalı” olduğunu da çözümleyebiliyorsak, o zaman suçluluk duymadan sevebiliriz onu diye düşünüyorum. İyi bir metin okuryazarlığı ve daha geniş anlamıyla iyi bir medya okuryazarlığı politik bilinçle çelişmek zorunda değil; aksine, onu besleyebilir. Elbette hepimizin politik etik sebeplerle yoldaş metin olarak görmediği eserler, yanında durmak istemediği anlatılar olabilir. Ve bu gayet anlaşılır. Ama anlatının ne söylediğini duyabilmek, ne ima ettiğini sezebilmek, temsilin sınırlarını kavrayabilmek, sadece reddetme ya da onaylama ikiliğine sıkışmadan düşünmeyi de mümkün kılar. Bazı yapıtları guilty pleasure kategorisine yerleştirmek zorunda hissetmememiz de buradan geçiyor. Bizi büyüleyen bir yapıtla ilişki kurarken, onun neyi nasıl yaptığını biliyorsak, etkilenme hâlimiz sahici ve bilinçli olur. Bu da edebiyatın, sinemanın, anlatının hâlâ düşünsel bir alan olduğunu hatırlatır bize.
Bunu söylerken Édouard Louis’yi bir guilty pleasure olarak gördüğümü sanmayın. Aksine, yazdıklarıyla beni düşünmeye iten; estetik ve politik olarak katmanlı, dikkatle kurgulanmış bir üretim alanı açtığı çok açık. Onun metinlerini okurken yaşadığım çelişkiler, daha çok türün ve temsilin sınırlarına ilişkin sorularla ilgili. Hızlı geçişlerle bir konudan diğerine atlayan zihnim, burada herhangi bir şeyi küçümsemek değil, yalnızca yerini daha doğru tanımlamak istiyor. Umarım bu, düşünsel dağınıklık değil; meseleleri farklı yönlerden kavrama çabası olarak okunur.
Oyun ve söyleşinin ardından aklımda en çok kalan, bu metnin etrafında oluşan ortaklık hâli. Kuşkusuz, oyunun sahnelemedeki başarısı, anlatının sahnedeki biçimsel yoğunluğu ve söyleşideki açıklığın bu ortaklığı mümkün kılan bir etkisi vardı. Louis söyleşide son derece açık, savunmasız ve sahiciydi. Anlattıkları, edebiyatın ya da toplumsal eşitsizliğin doğasına dair çığır açıcı fikirler değildi belki; ama gençliğinin ve sahne üzerindeki o doğal tereddütsüzlüğün içinde, yazma nedenine ve şiddeti görünür kılma arzusuna sadık bir tonu vardı, bu açıklık hâli, anlattığı meselelerle arasındaki mesafeyi daha görünür kılıyor, yazarlık pozisyonuna yönelik sahici bir yüzleşme alanı açıyordu.
Ama gelin, yalnızca bu metni okumak ya da bu oyunu izlemekle yetinmeyelim; sahnelere, mekânlara, düşünsel ortaklıkların kurulabildiği her yere gidelim. Orada, bir anlatının çevresinde oluşan geçici ama derinlikli karşılaşmaların nasıl bir fark yarattığını birlikte deneyimleyelim. Çünkü bazen, metnin kendisi kadar onun etrafında kurulan bu beraberliktir bize edebiyatın, sanatın ve kamusal düşüncenin neye kadir olduğunu hatırlatan.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor. Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı. Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur. Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. |
İçim Dışım The Gilded Age çünkü bugünü değil, 1880’leri yazmanın güvenli doğasına sığındım
Kamusal yas huzursuzluk yarattı, Özel’in davranışı kırılganlığı zayıflık değil, ilişkisellik biçimi olarak gösterdi
Her şeyin hızla kanaate dönüştüğü bir çağda, tereddüt etmek bir direnç biçimi olabilir mi? Şüpheyle düşünmenin onuruna bir bayram yazısı
© Tüm hakları saklıdır.