04 Mayıs 2025

Anlatmanın dayatıldığı çağda sessizliğe yer açmak

Anlatı her zaman bir son arar, ama hayat çoğu zaman yarım kalır. Bu yazı, anlatmaya zorlayan dünyada birlikte susabilmenin ve taşıyabilmenin değerini sorguluyor

Babam iyi bir hikâye anlatıcısıydı. Başına gelenleri, kimi gerçeğe sadık kalarak, bazen de sahneye uygun hâle getirerek ama her zaman da komik anlatırdı. Aynı hikâyeyi farklı kişilerle paylaştığında her seferinde üzerinde küçük oynamalar yapar, tepkinin yoğunlaştığı yerleri genişletir, boş bakışların denk geldiği detayları bir sonraki seferde eleyiverirdi. Hikâye, onun için başına gelen bir şey değildi yalnızca; karşısındakine anlatılırken şekil alan bir şeydi. Söz, biçim verdikçe anlam kazanıyordu. Kimi zaman trajik bir anı komikleşiyor, kimi zaman sıradan bir ayrıntı olayın dönüm noktasına dönüşüyordu. Gerçek, hikâyenin hatırına eğilip bükülüyordu.

Bunun müthiş bir özellik olduğunu düşünürüm. Anlatabilmek, hayatın dağınıklığını toparlayabilmek demektir bir yanıyla. Ama son zamanlarda, anlatamayanın, hatta dahası anlatmak istemeyenin dışlandığı bir çağda yaşadığımızı düşünmeden edemiyorum. Elinizde “iyi bir hikâye” yoksa baştan kaybetmişsiniz gibi. Artık yalnızca başımıza ne geldiği değil, onu nasıl anlattığımız belirliyor değerimizi. Hikâyeleştiremeyen değil, anlatmak istemeyen de bu yeni çağda kaybeden ilan ediliyor. Anlatıdan çekilmek, neredeyse sosyal bir suç.

Bazı filmleri izledikten sonra yalnızca hikâyeye değil, bir niyetin yüküne de maruz kalmış gibi hissediyorum. Anlatılmak istenen şey, çoğu zaman hikâyenin önüne geçiyor gibi; bir fikir, bir duygu ya da bir mesaj, izleyicinin zihnine kazınmak üzere ısrarla biçimlendiriliyor. Dizi izliyorum; bir bakıyorum, karakterler diyalogların içine yerleştirilmiş açıklamalarla kendi duygusal evrimlerini anlatmakla meşgul. Neden kırıldıklarını, neden kırdıklarını, nasıl büyüdüklerini ya da artık neden “daha iyi” olduklarını çoğu zaman doğrudan bir monologla öğreniyoruz. Sanki susarsak eksik kalacakmışız gibi bir hâl. Böyle sahneleri izlerken bazen kendimi Yeşilçam filmlerindeki o meşhur telefon diyaloglarını hatırlarken buluyorum. Hani Cüneyt Arkın apar topar ahizeyi kaldırır ve tek başına şöyle konuşur: “Ne? Çok mu kötü? Ne? Yoğun bakımda mı? Ne? Ölüyor mu?” Bütün sahnenin özetini kendi başına anlatır, biz de olayı anlamış oluruz. O zamanlar bu sözlü anlatıya gülerdik. Ama şimdi dönüp baktığımda, bugünkü dramatik açıklama furyasının daha sofistike ama benzer bir işlev gördüğünü düşünüyorum. Herkes kendi kendine konuşuyor, ama bu kez terapi diliyle.

Bu hafta izlediğim Sorry for Your Loss dizisine bu gözle baktım. Ana karakter Leigh’in yas sürecini takip eden dizide, neredeyse her duygusal eşik bir açıklamaya, bir iç döküşe, bir yüzleşmeye bağlanıyor konu. Blog yazıları, terapi seansları, dost sohbetleri ya da öfke patlamaları… Hepsi bir anlam üretme çabasıyla örülü. Karakterler yaşadıklarını yalnızca yaşamıyor, yaşadıklarını anlatmakla da yükümlüler. Kayıp, suçluluk, öfke ve pişmanlık gibi duygular, sezilmekten çok söze dökülerek var oluyor. Bu yapı, duygusal yoğunluğu artırmak yerine zaman zaman metin hissini güçlendiriyor, seyirciye ne hissedeceği çoktan söylenmiş oluyor. Oysa bazı anlatılar, anlatmamanın gücüne yaslanarak izleyiciye daha geniş bir alan açar. Rectify dizisi, bu anlamda dikkat çekici bir karşıtlık sunabilir mi diye düşünüyorum. İzleyeli oldu ama haksız yere idama mahkûm edilen Daniel Holden’ın hapisten çıkış süreci, büyük açıklamalar ya da didaktik yüzleşmeler yerine suskunlukla, bakışlarla, boşluklarla örülüydü. Daniel dizide çoğu zaman ne hissettiğini tam olarak bilmez ya da ifade etmez; bazen yalnızca durur, bakar, yürür. Anlatının yükü karakterden izleyiciye kayar, anlam, doğrudan verilmez; sezdirilir, çağrıştırılır, zamanla örülür. Sorry for Your Loss, anlatma zorunluluğunun dramatik biçimini temsil ederken, Rectify bu zorunluluğun dışına çıkar; sessizliğin bir anlatım biçimi olduğunu hatırlatır. Birincisi açıklayarak bağ kurar, ikincisi ise açıklamayı reddederek. Biri izleyiciye hazır bir anlam sunar; diğeri, anlamın boşlukta nasıl büyüyebileceğini gösterir.

Bu, çağın dayattığı anlatma zorunluluğu. İçerik bolluğu, dikkat kıtlığı, görünür olma baskısı ve algoritmik beğeni ekonomisi, bizi yalnızca bir şeyler üretmeye değil, sürekli anlatmaya da zorluyor. İçeriği sadece ekran kültürü için değil, kendimiz için de istiyoruz. Herkes bir içerik üreticisi ama ekran için ama kendi hayatı için. Ancak burada bir çelişki var, her şey anlatıldığında, aslında geriye hiçbir şey kalmaz. Ve zaten her şey anlatılamaz. Anlatma eylemi, eksikliğe değil, fazlalığa dayanır. Geride bir boşluk bırakmaz, anlamı çerçeveler. Oysa bazı duyguların ve deneyimlerin, yalnızca sezilerek var olması gerekir. Onlar için kelimeler yetersizdir, hatta bazen fazladır.

Peter Brooks, anlatının temelinde arzunun yattığını söyler. Hikâye, yalnızca olayların sıralanması değil, onları sonuca taşıma çabasıdır. Dağınıklığı toparlamak, belirsizliği ortadan kaldırmak için kurulmuştur. Ama bu süreçte yaşananın kendisi değil, temsil edilen hâli öne çıkar. Anlatı, alternatif yolları sessizce dışarda bırakır. Bu, yalnızca edebi anlatılar için değil, hayatın kendisi için de geçerli. Hikâye anlatma arzusu, arzunun ta kendisidir, bir bütünlük yaratma, dağınık parçaları bir amaca yönlendirme çabasıdır. Anlatı, olayların neden olduğunu değil, neden böyle olduğunu anlamamıza yardımcı olur. Ancak bu çaba çoğu zaman olayları kendi akışından koparır; onları kapanış isteyen, sonuca bağlanan yapılar hâline getirir. Brooks bunu “teleolojik bir baskı” olarak tanımlar, yani anlatılar bir sona ulaşmak zorundaymış gibi kurulur. Bu da doğal olarak bir anlatma zorunluluğunu beraberinde getirir. Ve bu kurama göre anlatma arzusu çoğu zaman “bitirmek” arzusudur. Dağınık olanı düzenlemek, nedenini bilmediğimiz bir şeyin sonunu kurmak isteriz. Hikâye, anlamın yerine geçer. Bir şey anlamadığımızda bile onu anlatıya dönüştürerek kontrol altına almış gibi hissederiz. Ancak bu yapay kapanışlar, gerçekliğin parçalı doğasını bastırır. Oysa bazı deneyimler bir sona bağlanamaz; tamamlanamaz ya da dile gelmez. Anlatıldığında, belki de en insani olan yanı kaybolur.

Jean-François Lyotard, büyük anlatıların gücüne karşı küçük anlatıların değerini savunuyordu. Anlatı, her zaman bir temsil sistemive temsil, deneyimin yerini almaya başladığında, anlatı deneyimi değil, o deneyime dair bir tatmin üretir. Her şey anlatıldığında, duyumsama değil, yeniden üretim gerçekleşir. Modern çağ, aşırı temsil üretimiyle bakışı körleştirir. Görünen her şey artık anlatılmak zorundadır sanki. Bu zorunluluk, içerikten çok biçime, derinlikten çok dolaşıma odaklanır. Sessizlik, belirsizlik ve eksiklik ise bu yapının dışına itilir.

Walter Benjamin, klasik metni Hikâye Anlatıcısı’nda, modern çağda anlatının geçirdiği dönüşümü ele alırken “deneyim” ile “yaşantı” arasındaki ayrımı derinleştirir. Benjamin’e göre moderniteyle birlikte deneyim (Erfahrung) yani zamanla içselleştirilen, başkalarıyla paylaşılan ve kolektif belleğe eklemlenen bilgi, yerini yaşantıya (Erlebnis), yani anlık, yüzeysel ve kişiselleştirilmiş duyumsamalara bırakmıştır. Geleneksel anlatılar, sessizlik, bekleyiş ve ritüel yoluyla anlamı olgunlaştırırken; modern anlatılar hız, açıklık ve sürekli üretim baskısı altında yüzeye sıkışır. Deneyim, artık anlatının içinde büyüyemez. Anlatı, deneyimi bastırır. Bu dönüşüm dijital çağda daha da keskinleşir. Sosyal medya platformları bireylere kendi hayatlarını “hikâyeleştirme” imkânı sunarken, bu anlatılar giderek neoliberal özne kurgusunun parçasına dönüşür. Hikâye anlatmak yalnızca anlatmak değil, görünür kılmak ve performansa dökmekle de ilişkilenir. Kişisel öyküler, “özgünlük” üzerinden markalaşır; zor zamanlar “ilham veren” anlatılara çevrilir; kırılganlık, algoritmalar için biçimlendirilir. Yaşantı anlatıya, anlatı pazarlanabilir bir içeriğe dönüşür.

Bu bağlamda anlatmak, yalnızca ifade etme ihtiyacı değil, bir varlık biçimine dönüşür. Susan Sontag’ın “temsillerin çoğalması bakışın kendisini aşındırır” sözünü hatırlatacak biçimde, sürekli anlatmak zorunda hissetmek, yaşamanın yerini almaya başlar. Bir deneyimin değeri, onun ne kadar iyi anlatıldığına, ne kadar etkileşim aldığına göre belirlenir. Anlatı yoksa, deneyim de yokmuş gibi sayılır. Sessizlik, anlatmayış ve hikaye kuramayıi kendisine temsil alanı bulamaz. Bir de şöyle düşünelim, anlatılmayan, eksik bırakılan, yalnızca sezdirilen anlatılar, yalnızca bir estetik strateji değil, aynı zamanda bir düşünme biçimi olur. Boşluklar, düşünceyi davet eder. Her şeyin söylendiği yerde, dinlemenin alanı daralır.

Roland Barthes’ın deyimiyle, anlatı her zaman bir arzu nesnesi; anlatan kişi anlamı kurar, yönlendirir ve bazen de zorla dayatır. Ancak her anlatı aynı zamanda bir çerçeveleme, neyin dışarda kalacağını da belirleyen bir yapı. Anlatmak yalnızca bir iç dökme eylemi değil; bir seçme, düzenleme, biçimlendirme süreci. Her anlatı, aynı zamanda bir kurgu önerisi. Yaşananın kendisini değil, yaşananı kontrol altına alan bir versiyonunu sunar. Bu da bir tür kayıptır. Anlatının çerçevesi, bazı şeyleri içeri alırken bazılarını dışarıda bırakır.

Öyleyse günümüz seyircisinin alışkanlıklarını da sorgulamak gerekir. Seri üretimle gelen “anlam” bombardımanı, izleyiciyi pasifleştirir. Her sahnede bir duygu, her sahnede bir cevap arayan anlatı mantığı, sonunda bizi hissedemez hâle getirir.

Anlatmak, çoğu zaman bir karşılık beklentisiyle yapılır. Anlamlandırmak kadar, anlaşılmak da arzunun bir parçasıdır. Ama bu beklenti her zaman karşılık bulmaz. Duyulmadığında, anlatı bir boşluğa savrulur; yankılanmaz, geri dönmez, tamamlanmaz. Dinleyeni olmayan söz, yalnızca varlık belirtisi değil, zamanla bir yük hâline de gelir. "Anlatmak iyi gelir" önerisi, ancak bir kulağın, bir kalbin açıklığıyla mümkün olabilir. Duyulmayacaksa, anlatmak da iyileştirmez; aksine, eksik bırakılmış her cümle, daha da ağırlaşır.

Bugünün dünyasında anlatı bolluğunun tam da bu nedenle yorucu bir tarafı var. Herkes konuşmakta, yazmakta, ifşa etmekte ama çok azı dinlemekte. Sosyal medya çağında paylaşmak neredeyse var olmanın koşuluna dönüşmüşken, sessizlik bir eksiklik değil, bir direnç biçimi olamaz mı? Her şeyin söylendiği bir çağda, söylenmeyen şey ne anlatır?

Bu sorunun cevabı, sessizliğin yalnızca bir yokluk değil, aynı zamanda anlam üretmenin başka bir biçimi olduğunu kabul etmekle mümkün. Anlatmamak, bazen ifade edememenin değil, anlatmaya direnmenin bir formu. Eksik bırakmak, bilinçli bir stratejiye dönüşebilir. Bu eksik, alıcının katılımını talep eder. Böylelikle anlatı, tek yönlü bir açıklamadan çıkıp, ortaklaşa inşa edilen bir anlam sürecine dönüşür.

Colm Bairéad’in The Quiet Girl (An Cailín Ciúin) filmi tam da bu türden bir sessizliğe odaklanır. Claire Keegan’ın kısa romanından uyarlanan film, konuşmaktan çok bakışlarla, suskunluklarla, küçük jestlerle ilerler. Ana karakter Cáit, ihmal edilmiş bir çocuktur. Yeni bir aileye gönderildiğinde ne kendini anlatır, ne de karşısındakiler ona hayat hikâyelerini döker. Ama tam da bu sessizlik, karşılıklı bir hassasiyet alanı açar. Film, neyin söylenmediğiyle ilgilenir. Bir annenin kaybı, bir çocuğun özlemi, bir adamın pişmanlığı… Hepsi üstü örtülü, ama gözle görülür hâle gelir.

The Quiet Girl, anlatının her zaman kelimelere muhtaç olmadığını hatırlatır. Hikâye, bazen sözcüklerle değil, sessizlikle kurulur. Ve o sessizlik, yalnızca bir eksiklik değil, aynı zamanda bir bağ teklifidir. Anlatmanın bu kadar yüceltildiği bir zamanda, susmak bir cesaret işidir. Bizi dinlemeye hazır olmayan bir dünyada, bazen en sahici iletişim biçimi, birlikte susabilmek olabilir. Bazen hem anlatmayı, hem dinlemeyi hem de susmayı bilmek olabilir. Hepsinin temsil edilebildiği anlatılar ise bana kalırsa tadından yenmez.

Le Guin, hikâyeyi savaşan kahramanların değil, biriktiren, taşıyan, ilişkiler kuranların, yani çuvalı taşıyanların, yarattığını söyler. Tarihi mızraklarla değil, çuvallarla yazmayı önerir. Bu kuramda anlatı, bir şeyleri “yoluna koyma” değil, birlikte taşınan, birlikte anlam kazanan bir süreçtir. Ariadne’nin ipi gibidir yani, hedefe ulaştırmaz, ama kaybolmamanı sağlar. Bunu bir adım öteye götürmek istiyorum. Çünkü her anlatının bir kurguya, bir sonuca, bir çözülmeye zorlandığı bir zamanda, hikâyeleştirme baskısının da farkında olmak gerekiyor. Her yaşantının bir başlangıcı, doruk noktası ve finali olması gerektiği fikri, anlatıyı daraltıyor; hayatın parçalı, çelişkili, bazen yarım kalan doğasını dışarda bırakıyor. Bazı deneyimler, anlatıya değil, eşlik edilmeye ihtiyaç duyar. Hikâye anlatılmasa da birlikte taşınabilir. Anlam, çoğu zaman bir sona değil, paylaşılan sessizliğe yerleşir. Her şeyin söze dökülmediği bir alan yaratmak, anlatının en insani hâli olabilir.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Güçlü görünmemenin gücü

Kamusal yas huzursuzluk yarattı, Özel’in davranışı kırılganlığı zayıflık değil, ilişkisellik biçimi olarak gösterdi

Şüpheye davet

Her şeyin hızla kanaate dönüştüğü bir çağda, tereddüt etmek bir direnç biçimi olabilir mi? Şüpheyle düşünmenin onuruna bir bayram yazısı

Bitmemişin estetiği

Sanatta, düşüncede ve ilişkilerde bitmemiş olanın izini sürmek; cevapsızlığı bir eksiklik değil, anlamın çoğulluğuna açılan bir çağrı olarak düşünmek mümkün mü?

"
"