05 Temmuz 2025
Jay Coakley ve Elizabeth Pike’ın spor sosyolojisi alanında en çok başvurulan çalışmalardan birisi olan eserinin Funda Akcan’ın titiz çevirisi ile okuyucular ile buluşan çalışmanın ilk altı bölümünü iki ayrı yazıda ele almıştık. Bu yazımızda kaldığımız yerden kitabı tanıtmaya devam ediyoruz. Yedinci bölüm sporda şiddet: Hayatlarımızı nasıl etkiler? Başlığını taşıyor. Sporda şiddet olgusu üzerinde çalışmak hem çok bilindik bir duruma karşılık gelmektedir hem de içerisinde pek çok öğeyi barındırmakta olduğu için son derece karmaşık bir yapı arz etmektedir. İşte tam bu noktada spordaki şiddetin sosyolojik olarak irdelenmesi beraberinde hem sportif ortamı hem de toplumsal hayata ilişkin pek çok noktaya dair öğrenme sürecimizi etkilemektedir. Sporun mayasında sertlik ve şiddetin bulunuyor olması, sportif ortamın saldırgan davranışın taklit edilmesi için uygun bir alan oluşturmasını sağlamaktadır. Spor kitlelerine mensup bireyler, sadece spor karşılaşmasını seyretmekle kalmazlar, aynı zamanda sporla ‘ilişkili’ diğer kolektif davranışların da katılımcıları olurlar. Şiddetle bağlantılı sportif karşılaşmalar genel olarak takım halinde yapılmakta olanlardır. Rakip takım ya da ‘öteki’ imgesi rekabet-yarışma çerçevesinde şiddetin yaşanmasında etkili olmaktadır. Takım halinde yapılan müsabakalarda sporcuların fiziksel temasının daha fazla oluşu da saldırganlıkla ilgili yüklemeleri yukarıda belirttiğimiz izleyici faktörünün de etkisi ile arttırmaktadır. Wieviorka’ya göre şiddet; kendini ifade etme olanağı bulamayan öznenin kendini anlatma biçimidir.
Yazarlar tarih boyunca sporda şiddet olgusunu ele alarak bölüme başlamışlar ve saha içindeki şiddete geçmeden önce sosyolog Allan Johnson’ın bir sözünü ön plana çekmişlerdir:
‘Şiddet öncelikle kontrol ile ilgilidir. Şiddet işe yarar. İnsanlara aksi takdirde yapmayacakları şeyi yaptırır. Yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi yönetir’.
Şiddet ve erkeklik bağlantısı spordaki cinsiyet eşitsizliğinin ürettiği ideolojik arka planı anlama adına önem arz etmektedir. ‘Birçok toplumda güç ve performans sporlarına katılım erkekliği kanıtlamanın önemli bir yolu haline gelmiştir. Oğlan çocukları, bu sporları yaparlarsa ve şiddete, ağrıya ve yaralanmalara dayanabilecekleri görülürse, ‘ödlek’ ve ‘nonoş’ gibi toplumsal etiketlerden kaçınabileceklerini keşfederler. Bu öğrenme gençlik sporlarında başlar ve genç erkekler çoğu güç ve performans sporunun sosyal dünyasına daldıklarında ‘gerçek’ erkekler tarafından oynanan oyunun bir parçası olarak sert beden temasını ve sınırda şiddete kabul ederler’ (s.275). Kadınların sporda olması ve şiddet olgusu ile bağlantıları konusunda ise şu noktaları ön plana çıkartırlar:
‘Kadınlar şiddet içeren sporlara katıldıklarında, birçok insanın toplumsal cinsiyet hakkındaki geleneksel inançları yeniden onaylamak için kullandığı ‘mantığı’ bozarlar. Bu, bazı kişilerin kadınların bu sporlara katılmaması gerektiğini katılımlarını engelleyecek kurallar olması gerektiğini iddia etmelerine neden olur. Diğerleri, bu sporlardaki kadın sporcuları sadece soytarı, doğanın ucubeleri ya da gariplikleri olarak görür. Kadınların şiddet içeren sporlara katılımı, geleneksel toplumsal cinsiyet ideolojisini değiştirmek isteyenler için çoğunlukla bir ikilem yaratır. Katılım, kadınların zayıf ve savunmasız olduğuna dair ideolojik inançla çelişebilir ancak katılım cinselleştirildiğinde, tarih boyunca kadınların geleneksel olarak dezavantajlı olduğu inançlarını yeniden onaylar. Bu nedenle, bazı kadınlar şiddet içeren sporlara alternatif ararken aynı zamanda sporda fırsat eşitliğini savunurlar. Hedefleri, kadınların şiddet kullanmadan güçlü ve iddialı olabileceği sporları teşvik etmektir’ (s. 276).
Bu bölümde saha dışında şiddet olgusu önce sporcular tarafından yapılan saldırılar ve cinsel saldırılar üzerinden ele alınıyor. Ardından seyirciler arası şiddet olgusu önce medya izleyicileri arasında şiddet ardından spor etkinliklerinde şiddet olarak sürdürülüyor. Burada tarihsel arka plan olarak Büyük Britanya’daki geçmişe dönük örnekler sıralanıyor. Kalabalığın şiddetinin kontrol edilmesi hususunda ise şu üç önemli hususa dikkat çekiliyor:
‘Birincisi, sahada algılanan şiddetin kalabalık şiddeti ile ilişkili olması, olaylar sırasında oyuncular arasındaki şiddetin kontrol edilmesi ihtiyacına işaret eder. Taraftarlar oyuncuların eylemlerini şiddet olarak tanımlamazlarsa kalabalık şiddeti olasılığı azalır. Bununla birlikte, olaylar düşman rakipler arasındaki şiddetli çatışmalar gibi aktarılmazlarsa, taraftarların şiddeti algılama olasılığı daha düşük olur…İkincisi, kalabalığın dinamikleri ve şiddeti hızlandıran koşullar hakkındaki farkındalığın kritik olmasıdır. Önleyici tedbirler önemlidir. Seyircilerin ihtiyaçları ve hakları bilinmeli ve bunlara saygı gösterilmelidir. Kalabalık kontrolünden sorumlu görevliler, savunmacı tepkiler oluşturmadan veya şiddeti artırmadan potansiyel olarak yıkıcı durumlara nasıl müdahale edeceklerini bilmeleri için iyi eğitilmelidir…Üçüncüsü, çoğunlukla kalabalık şiddetinin altında yatan tarihsel, toplumsal, ekonomik ve siyasi sorunların farkındalığı önemlidir. Kalabalık şiddetine karşı kısıtlayıcı yasa ve düzen müdahaleleri geçici olarak etkili olabilir ancak çoğunlukla şiddeti besleyen, temelde yatan gerilimleri ve çatışmaları ortadan kaldırmayacaklardır’ (s.303-304).
Toplumsal cinsiyet ve spor: Adalet mümkün mü? Sekizinci bölümümüzün başlığı olup girişte eşitlik ve adalet kavramlarının nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duruluyor. ‘Eşitliği ve adaleti birbirinden ayırmak önemlidir. Eşitlik ‘aynılığı’ ifade eder, örneğin kız ve oğlan çocuklar okullarda aynı sporları yapar ve spor malzemeleri erkek ve kadın sporcular için aynıdır. Adalet, uygunluğu ve tarafsızlığı ifade eden bir iş terimidir. Örneğin adaletli bir beden eğitimi müfredatı kız ve oğlan çocuklarının mutlaka aynı sporu yapması anlamına gelmez ancak kız ve oğlan çocuklarının hangi sporları yapacaklarını seçme konusunda aynı fırsatlara sahip olmaları ve hem kız hem de oğlan çocuklarının değerlerinin ve arzularının dikkate alınması anlamına gelir. Adalet, aynı zamanda erkeklere ve kadınlara aynı ekipman yerine uygun ekipman verilmesi anlamına gelir’ (s.308).
Toplumsal cinsiyet ve spor bağlantısı beraberinde ideoloji ve güç sorunları meselesine odaklanmayı getirmektedir ki yazarlar da hemen bu kavramları açıklama yoluna gitmişlerdir. ‘İdeoloji, çoğunlukla sosyal dünyalarımızda o kadar derine kök salmıştır ki, onun hakkında nadiren düşünürüz ve neredeyse hiç soru sormayız. Onu doğal kabul ederiz ve dünyayı anlamlandırmak için bir ‘kültürel mantık’ biçimi olarak kullanırız. Bu özellikle toplumsal cinsiyet ideolojisi için geçerlidir. Toplumsal cinsiyet, toplumsal hayatın merkezi bir düzenleyici ilkesidir ve toplumsal cinsiyet ideolojisi, kendimizi ve başkalarını nasıl düşündüğümüzü, başkalarıyla nasıl ilişki kurduğumuzu ve ailelerden toplumlara kadar her düzeyde toplumsal hayatın nasıl örgütlendiğini etkiler. Ne giydiğimizi, nasıl yürüdüğümüzü, kendimizi başkalarına nasıl takdim ettiğimizi ve geleceğimizi nasıl düşündüğünüzü ve nasıl planladığımızı etkiler’ (s.309). Toplumsal cinsiyet ideolojisinin aynı zamanda statükonun korunması noktasında nasıl önemli bir işlevi yerine getirmekte olduğunu ise şu sözlerle dile getirmektedirler: ‘Erkeksi özelliklerin güç ve nüfuz konumlarına uygun olduğuna inanılır; bu nedenle, toplumsal cinsiyet beklentilerine uymazlarsa erkeklerin kolektif olarak kaybedecekleri daha çok şey vardır. Erkeklerin toplumsal cinsiyet sınırlarını sıkı bir biçimde denetlemelerinin ve onları zorlayanlara ya da onların dışında hareket edenlere yaptırım uygulamalarının nedeni budur. Öte yandan dikkatli olmaları gerekse de kadınların sınırları zorlarlarsa kaybedecekleri daha az, kazanacakları daha çok şey vardır’ (s. 312).
Hâkim toplumsal cinsiyet ideolojisi ve spor bağlantısı konusunda yazılanlar ise spor sosyolojisi alanında çalışmayı düşünenler açısından ufuk açıcı bir görünüm arz etmekte:
‘Toplumsal cinsiyetle ilgili fikirler ve inançlar sporun organize edildiği, teşvik edildiği ve yapıldığı temelin önemli bir parçasıdır. Spor, erkek-kadın farkı hakkındaki inançları yeniden onaylamak ve erkeksi özellikleri değer vermek için kullanılan bir alandır. Aynı zamanda kadın sporları ‘gerçek’ ya da erkek sporları kadar iyi görülmediği için sıklıkla marjinalleştirilir ve kadın sporcular, bazen kadınlık normlarını ihlal ettikleri için ötekileştirilirler veya sapkın olarak görülürler. Spor, aynı zamanda toplumsal cinsiyet ideolojisine meydan okumak ve değişiklikler yapmak için bir alandır; bu, toplumda sporu anlamaya çalışırken toplumsal cinsiyeti incelemeyi ilginç kılan bir gerçektir…Kadın sporcular, antrenörler, yetkililer ve yöneticiler ancak ‘erkek gibi’ oynamaları veya işlerini ‘erkek gibi’ yapmaları halinde nitelikli sayılırlar. Spor yapan bir kadın, erkek gibi düşünüp davranmıyorsa, doğru ya da normal şeklinde tanımlanması pek olası değildir. İnsanlar böylesi bir sosyal dünyada, sporcular ve spor hakkında konuştuklarında aksini belirtmedikleri sürece, örneğin kadınların takımları, kadınların dereceleri, en iyi kadın sporcular, Kadınlar Dünya Kupası vb. hakkında konuştuklarını söylemedikçe, erkekler ve erkek sporları hakkında konuştukları varsayılır. Bu kadın sporlarının onları yapanlar veya sporcuları ve takımları destekleyenler için önemsiz olduğu anlamına gelmez. Ancak bu, genel kültürel düzeyde erkek sporlarından daha az öneme sahip oldukları anlamına gelir’ (s. 314-315).
Sporun eril bir şekilde inşa edilmesi beraberinde toplumsal hayatın içerisinde spor olgusuna ilişkin değer yargılarının ve buradan üretilen zihinsel tahayyüllerin de benzer biçimde erkeksi bir ideolojiyi yeniden ve yeniden üretmesi anlamına gelmektedir ki bu bağlamda kitapta geçen Bruce Kidd’in spor stadyumlarını ve kubbeli arenaları neden ‘erkeklerin kültürel merkezleri olarak’ tanımladığı ifadesi son derece ilgi çekicidir. Yine kitabın içerisinde spor hakkında derinlemesine düşünelim bölümünde Caster Semenya ve kadın uygunluğu bölümü, kadınlara yönelik adaletsiz uygulamaları ortaya koymaktadır. Gelecekte katılımın artacağını öngörürken dikkatli olmak için nedenler başlığında önce bütçe kesintileri ardından hakim toplumsal cinsiyet ideolojisini tehdit eden değişimlere kazın insanların güçlü tepkileri, kadınların sporda karar verme pozisyonlarındaki yetersiz temsili, kozmetik fitness vurgusunun devam etmesi (Bu noktada Sue Tibbals’ın şu sözünü buraya alıyorum:
‘Kız çocukları, çekici olmanın aktif olmaktan daha önemli olduğuna inanarak büyümekte ve birçok kadın düşük beden özgüveni nedeniyle egzersiz yapmaktan kaçınmaktadır. Spor halen bazı kadınlar tarafından kadınsı olmayan bir şey olarak görülmekte ve kız çocuklarının ilk spor deneyimleri genellikle itici olmaktadır’ s.344), ardından kadın sporlarının önemsizleştirilmesi, homofobinin hâkim toplumsal cinsiyet ideolojisini yeniden üretir; sporda lezbiyenler ve gey erkekler alt bölümleri ile interseks ve trans bireylerin spordaki deneyimlerine yer verilmektedir. Sonuç bölümünde ise spor yapma şeklimizi değiştirme üzerinde durulmaktadır. ‘Spor hakkında nasıl konuştuğumuzu ve nasıl spor yaptığımızı eleştirel olarak değerlendirdiğimizde, hepimiz ideolojik ve kültürel değişime katılırız…Sporda kural değişiklikleri de toplumsal cinsiyet adaletini sağlamak için faydalı stratejilerdir. Örneğin, futbol, ragbi ve boksta şiddeti kısıtlamaya yönelik kurallar, kadın sporcuların ciddiye alınma olasılığının daha yüksek olduğu bağlamlar yaratır…Tam adalet, insanların sporu organize etme, sporu yapma ve spora anlam verme konusunda daha çok çeşitli seçenekleri olduğu anlamına gelir’ (s.356).
Dokuzuncu bölüm ırk, etnisite ve ulusal kimlik: Sporda önemli midir? Başlığını taşıyor. Spor sahası, farklı kültürlerin olduğu kadar farklı etnik köken ve ten renginin, fikirlerin, inançların da karşı karşıya geldiği bir yerdir. Uluslararası temasların artmasını sağlayan ulaşım olanakları sonrasında spora atfedilen değer farklı bir boyut kazanmış olup küreselleşme süreci içerisinde bu durum bambaşka bir görünüm almıştır. ‘Beyaz Adam’ın dünyaya nam salma süreci ekonomik olduğu kadar siyasal, kültürel ve toplumsal derin izler bırakmıştır ve bu durumun spor üzerinden ırk ve ırk ideolojisi çerçevesinde konumlandırılması halen sürmektedir. 19.yüzyılın sonu ile 20.yüzyılın başında Avrupa’daki pek çok ülkede gerçekleştirilen etkinliklerde karşımıza çıkan İnsanat Bahçeleri bu durumun ete kemiğe bürünmüş halinin ortaya konulmasıdır. Yazarlar, beyaz sporcuların diğerlerinden nasıl farklı bir şekilde görüldüğünü çok iyi anlatmışlardır:
‘Beyaz sporcular olağanüstü fiziksel şeyler yaptığında, hâkim ırk ideolojisi insanları, bunun ya beklenen bir şey olduğu ya da metanet, zekâ, ahlaki karakter, stratejik hazırlık, eğitilebilirlik ve iyi organizasyonun bir neticesi olduğu sonucuna götürür. Bu nedenle çok az insan beyaz tenli bedenleri incelemek ister. Siyah sporcu meslektaşlarının aksine, beyaz sporcuların nadiren fiziksel özellikleriyle anıldığını duyarız; bu nedenle Lewis Hamilton siyah Formula 1 sürücüsü olarak anılırken, beyaz David Beckham’ın profesyonel futbolu bıraktığını okumadık. Birden fazla Olimpik Nordik (kros kayağı) etkinliğinde tüm finalistler ‘beyaz’ olduğunda ve Avusturya ve İsviçre’den beyaz kayakçılar her yıl neredeyse tüm Dünya Kupası şampiyonluklarını kazandığında, insanlar beyaz tenlerinin genetik avantajlarının bir işareti olduğu için onların başarılı olduklarını söylemezler’ (s.370).
Irk ideolojisi, toplumsal cinsiyet ve toplumsal sınıf bağlantısı ilerleyen sayfalarda üzerinde durulan konular arasındadır. Dünyanın küresel bir köy olma hali beraberinde farklı etnik kökenden gelen kişilerin bir arada spor yapma ve spor izleme alışkanlıklarını da değiştirmiştir. Futboldaki ırkçılık için özel bir bölüm açılmış olup futboldaki ırkçılığın üç temel dışavurumu üzerinde durulmaktadır.
‘1) Taraftarların oyuncuları etnik, ırksal veya dini nedenlerle aşağıladığı doğrudan ırkçılıktır. Bunun örnekleri arasında Afrika kökenli oyuncular sahaya çıktığında muz atan veya maymun sesleri çıkaran seyirciler sayılabilir.
2)Taraftarların, etkinlikle veya oyuncularla doğrudan bağlantısı olmayan bağnaz ya da ayrımcı bir siyasi gündemi destekleyen tezahüratlar veya pankartlar kullandığı dolaylı ırkçılık. Bu gündemler çoğunlukla belirli ülkelerden gelen göçün kısıtlanmasını, belirli göçmen gruplarının denetlenmesini ya da etnik giyim tarzlarının veya geleneklerin kamusal alanda yasaklanmasını talep eder.
3) Oyuncular, antrenörler ve hakemler tarafından olumsuz ırksal, etnik veya dini yorumların yapıldığı sahada ırkçılık. Rakipleri veya hakemleri küçük düşürmek için bağnaz hakaretler kullanan oyuncular bunun örneğidir’ (s.395).
Kitaptaki bölümleri tanıtmaya devam edeceğim.
*Coakley, J& Pike, E. (2024) Spor Sosyolojisi Toplumda Spor: Sorunlar ve Çatışmalar, Çev. Funda Akcan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları
"Sporu olmasını istediğimiz şeye dönüştürmek için çalışmadığımız sürece öncelikle kendi şartlarına göre ve kendi amaçları doğrultusunda yapmamızı isteyenlerin çıkarlarını yansıtacaktır. Bu da bizi ilginç bir tercihle karşı karşıya bırakır: sporu olduğu gibi kabul eden tüketiciler olabiliriz ya da sporu insancıl ve sürdürülebilir kılmak için çalışan vatandaşlar olabiliriz"
Sınıf ilişkileri ve ticari sporlar arasındaki bağlantıda yine bu yazıdaki ilk sayfadaki işin ekonomik boyutu ile olan bağlantısına dönüş yapabilirsiniz. Top küçüldükçe sınıfsallığın arttığı gerçeği aklınızın bir tarafında bulunsun diyebilirim.
Sporun endüstriyel bir görünüm alması ve teknolojinin devreye girmesiyle birlikte sporun yasa dışı halleri üzerinde daha farklı etmenlerin konuşulması söz konusu olmuştur. İşte tam bu noktada özellikle yasa dışı bahis uygulamalarının gerek taraftarlar nezdinde gerekse de sporcular tarafından kullanılması dikkat çekicidir
© Tüm hakları saklıdır.