26 Kasım 2023

Terhâneden itiraflar: Bu sektörde bütün çalışanlarına asgari ücret ödediğini söyleyen biri sahtekârdır!

“Onların çalışmaya ihtiyaç duyması, bizim hatamız değil!”

Bir kıyafetin tasarım ve kitlesel üretim aşamasından satışa sunulmasına kadar geçmesi gereken süre anlamındaki hızlı moda hedefi, 90ların başında iki hafta olarak konmuştu. Zor bir hedefti. Halen de zor bir hedeftir. Yıllar içinde gitgide hızlanmalarına karşın, örneğin, H&M ve Zara gibi küresel hızlı moda devleri için bile bu günümüzde yaklaşık dört haftadır.

Üretimin çoğunun Asyaya kaydırılmış olduğu koşullarda hızlı moda yeterince” hızlı değildir. Ve ultra hızlı moda” tarafından, geride bırakılır. Ultra hızlı moda şirketi Boohoo, örneğin, tasarım-satış sürecini iki haftaya düşürür. Ama rakibi başka bir ultra hızlı modacı Missguided bunu da beğenmez. “İki hafta çok uzun” der. Ve bir haftayı amaçlar.

Ultra hızlı moda şirketleri, fiziksel mağazaları bulunmayan online şirketlerdir. İnternet teknolojisine yaslanırlar. Ve yeni trendlere çok hızlı -anında- karşılık verirler. Sloganları, hızlarına uygundur: "See Now, Buy Now Tıpkı üreticiler gibi tüketiciler de ultra” hızlı olmalıdır. Düşünmek vakit kaybıdır. Zira, görmek ve -satın- almak, artık bir ve aynı şeydir.

Önceki üç yazıda farklı y
önleriyle ele alınan hızlı moda endüstrisi, hatırlanacağı üzere hız ve ucuzluk üzerine kuruluydu. Hız ve ucuzluk baskısı ise üretimin taşeron zincirleri eliyle zaman içinde çoğunlukla Asya ülkelerine kaydırılmasına neden olmuştu.

Gana sahillerinde, kıyafet yığınlarının arasında bir balıkçı (Muntaka Chasant/Shutterstock)

Asyadaki işçiler hızlı” ve ucuz”dur. Geçinemeyecekleri kadar düşük bir ücret ve yorgunluktan uyuklamayıp, daha fazla parça dikebilmek için yüzlerine serpilen soğuk su karşılığında, hızlı moda için ellerinden geleni” yapar.

Buna karşın, yeni nesil internet mağazaları için Uzak Doğudan ürün transferleri halen çok yavaştır. Siparişler iç
in dört hafta beklemek, kabul edilemezdir. Hızlı modanın hızını sınırlayan, o halde, sadece üretimin kendisi değil fakat aynı zamanda nakliye ve lojistiktir. Ve hızlı moda ultra hızlı olabilmek için, bu ayak bağından kurtulmalıdır.

Bir Hollywood aktrisinin üzerinde ilk kez gölen özel tasarım bir kıyafet, öte yandan, sadece birkaç gün içinde internette ucuz taklitleriyle satışa çıkabildiğine göre demek ki hızlı moda bu yavaşlığa da bir çözüm bulmuştur. Ve çözümü Biutifuldur!

'Biutiful' Barselona

İspanyol yönetmen Alejandro González Iñárritunun filmi ‘Biutiful’ (2010) botlarla denizi aşıp, İspanyada işgücüne katılan kaçak/yasadışı göçmenleri konu eder. Ve çoktandır ucuz Asyaya kaydırılmış olan tekstil üretiminin, hız baskısıyla emeğin pahalı olduğu ana yurduna kaçak” dönüşüne dair izler barındırır.

Göçmenlerin çoğu Afrikalı veya Çinlidir. Kimlik veya oturma/çalışma izni anlamında, belgeleri” yoktur. Ortalıkta fazla görünmemeleri gerekir. İspanyol bir aracı olan Uxbal’ın (Javier Bardem) yardımıyla, kaçak iş bulur ve çalışırlar. Uxbal, belgesiz göçmenler ile polis arasında aracılık yapar. Göçmenler ve kaçak işçi çalıştıran işyerlerinden para alıp, bir kısmını polislere rüşvet olarak dağıtır. Bu sayede polisler Barselonan merdivenaltı ‘sweatshop/terhâne’ ve kaçak göçmen işçilerini görmezden gelir.


Filmden bir sahne: Uxbal ve Çinli sweatshop/terhâne sahibi

Uxbal’ın kendisi de esasında tıpkı göçmenler gibi sefalet içindedir. Bu yasadışı aracılıktan çok az para kazanır. Ama onun başka bir yeteneği daha vardır. Uxbal, yeni ölmüş kişilerle konuşabilir. Bazen cenazelere çağırılır. Ve ufak bir ücret karşılığında, ölünün yakınlarına iletmek istediği son mesajlarını aktarır. Dünyayla bir hesabı kalıp da gidemeyenlerin”, neden gidemediklerini anlamaya çalışır. Ve gitmelerine yardımcı olur.

Uzak Asyadan Barselonaya sadece kaçak göçmenler değil, Asyanın sweatshop koşullarını da yanlarında getirmişlerdir. Gecekondu mahallelerindeki sweatshop’lar Çinli işçilerle doludur. Sweatshop’larda çalışıp, bodrum katlarında gözden uzak sıkış tıkış yaşarlar.

Esasında, Woody Allen’ın 'Barselona Barselona’ filmindeki güneşli ve güzel Barselonadadırlar. Ama belgeleri” yoktur. Güneşi göremezler. Ve dünyanın neresinde olduklarından, haberleri yok gibidir.

Çoluk çocuk onlarca yetişkin, bir deponun bodrum katındaki penceresiz bir odada yerde, yan yana uyurlar. Hava soğuktur. Güneş görmeyen penceresiz oda, daha da soğuktur. İncecik şiltelerin üzerinde göçmenler soğuktan titrer. Isıtıcı alınması gerekiyordur.

Uxbal göçmenler üzerinden para kazanır ama bu iş iç
in, esasında fazlasıyla vicdanlıdır. Mağazaya gider. Isıtıcı bakar. Kaliteli olanlar pahalıdır. Dahası, Uxbala kanser teşhisi konmuştur. Yakında ölecektir. Ölmeden önce, iki küçük çocuğuna bir şeyler bırakmak ister. Isıtıcılar için fazla para harcayamaz. Ucuzlarını seçer. Gazlı ısıtıcılar getirilir. Ve bodruma kurulur. Bodrum ısınır. Göçmenler sıcak ve rahat bir uykuya hazırlanır. Ortalıkta görünmemeleri için, normalde oda dışarıdan kilitlidir. Her sabah bir görevli gelip, kapıyı dışarıdan açar. Ertesi sabah, yine birileri gelir. Kapıyı açar. Ve işçileri uyandırmaya başlar. Fakat çoluk çocuk, kadın, erkek onlarca Çinli gaz zehirlenmesinden kaskatı kesilmiştir. Hiç kimse uyanmaz.



Filmden bir sahne: Isıtıcılardan zehirlenen Çinli işçiler

Ölen onlarca belgesiz Çinlinin cesedi bir araca yüklenir. Ve kıyıdan 300 metre açıklarda bir yerde, gece yarısı denize atılır. Ertesi sabah, cesetleri kıyılara vurur. Açıklama hazırdır. Zaten, botları devrilen yasadışı göçmenler durmadan kıyılara vurmuyor mudur!

Ölülerle konuşabilen Uxbal’la, ilginçtir, arkadaşı Lili dahil ölen hiçbir Çinli konuşmaz. Çinli göçmenler sessizce gitmişlerdir.” Kâğıt üzerinde yoklardır. Ve öldükten sonra bile, sanki haklarını savunacak hiç kimse yoktur. Zaten, tek kullanımlıktırlar.” Kullanılmışlardır. Ve yerleri, başka göçmenlerce kolayca doldurulur.

Filmden bir sahne: Cesetleri denize atılan Çinli sweatshop işçileri

Göçmen işçiliği sweatshop'ların ayrılmaz bir parçasıdır

'Biutiful’ bir filmden ibaret değildir. Filmi için araştırmalar yaparken, Iñárritunun, Barselonadaki Çinli bir mafya tarafından tehdit edilmesi de zaten bunu gösterir. Öte yandan, İspanya bir istisna değildir. Uzaklardan mal getirtme derdinden kurtulup, Avrupa ve Amerikadaki esas tüketicilerinin dizi dibinde üretim yapabilmek için ultra hızlı moda göçmen işçilerin ucuz emeğine bağımlıdır. Göçmen işçiler, genellikle ucuzdur. Belgesizleri, daha da ucuzdur. Ve yerli işçilere göre, hemen her zaman çok daha savunmasızdır.

Sadece Batı’da değil fakat tekstil üretimi yapan birçok ülkede, bu nedenle, göçmen emeği “önceliklidir".

Malezya, Tayland, Ürdün ve Mısır’ın hazır giyim endüstrileri, örneğin, komşu ülkelerden gelen göçmen işçilere bağımlıdır. Küresel düzeydeki rekabet güçleri de zaten bu ucuz emekten kaynaklanır. Dış göçten olduğu gibi iç göçten yararlanan Çin ve Hindistan gibi ülkeler de vardır. Zira, ülke içi bile olsa bir göçmen -neredeyse- daima daha ucuzdur.

Sektör ayrıca, savaşın vurduğu bölgelerden de faydalanır. Savaştan kaçan yüz binlerce Suriyeli, örneğin, Türkiyedeki hazır giyim atölyelerinde istihdam edilir. Küresel kuzeyin, üretimlerini emeğin ucuz olduğu bölgelere aktarması bir kuraldır. Fakat konumuz olan hızlı modanın ultra hızlılık gereği Avrupa, ABD ve Avustralyadaki birtakım hazır giyim fabrikalarının giderek daha fazla göçmen işçi istihdam ettiği bilinmektedir.

Modern İngiliz sweatshop'larından Oxford Street mağazalarına

Leicester, İngilterenin göbeğinde bir şehir. Hızla büyüyen online giyim mağazaları için üretim yapan irili ufaklı 700 fabrikası bulunuyor ve haftada toplamda 1 milyon parça kıyafet üretiyor.

Hazır giyim endüstrisindeki işçilerin hakları için kampanyalar yürüten Labor Behind the Label örgütüne göre Leicesterdaki hazır giyim işgücünün yaklaşık üçte birini Birleşik Krallık dışında doğmuş yabancılar
oluşturuyor. Ve çoğunluğu, etnik azınlık gruplarından geliyor. Dil engeli, belgelerin eksikliği ve sınır dışı edilme tehdidi gibi nedenlerle pazarlık güçleri yok. Asgari ücretin çok altında bir ücrete mahkûmlar.

Ultra hızlı modacı Boohoonun tedarikçilerinin, örneğin, çalışma şartlarına aykırı atölyelerde çalıştırılan göçmen işçilere asgari ücretin yarısından azını ödediği kanıtlandı. Tedarikçi bir fabrikanın sahibinin DailyMaile isimsiz verdiği bir röportajda, bu yasadışı uygulamayı açıkça kabul etti.

Asgari ücret veriyoruz ama…” diyordu. Herkese vermiyoruz.”

Sektörün kâr ve ucuzluk gerilimini içeriden bilen birisi olarak, bizleri ayrıca gerçekçi” olmaya çağırıyordu.

Zira,
... marjların sürekli daraldığı bu sektörde…”, işçilere asgari ücret ödemek gerçekçi değildi! Daha ileri gidiyor ve Hazır giyim sektöründe, bütün çalışanlarına asgari ücret ödediğini söyleyen biri sahtekârdır! diye iddia ediyordu. Bu bir yalandır. Çünkü mümkün değildir."



Aktivistler, Boohoo markası PrettyLittleThing'in tedarik zincirindeki hazır giyim işçilerine ödenen düşük ücretleri protesto ediyor. Londra (Fotoğraf: @hollyfalconer/Instagram)


'Made in USA'

Amerikadaki hazır giyim işgücü, benzer şekilde, çoğunluğu Meksika ve Çin kökenli ve belgesiz göçmen kadınlardan oluşuyor. Kaliforniya ve New Jersey, en önemli iki merkez.

Satış noktalarına/müşterilerine yakın olan bu bölgelerde üretim yaptırarak, markalar ve perakendeciler, siparişlerini ultra” hızlı bir şekilde teslim alabiliyor. Yanı sıra, emek sömürüsünün simgesi haline gelen Bangladeş, Çin veya Hindistan gibi Asya ülkelerinin kötü şöhretli sweatshop’ları yerine, ürünlerini Made in USA” etiketleriyle pazarlayabiliyor. Bu etiketlerle pazarlanan giysilerin yüzde 80inden fazlası Los Angelesdaki 46 bin işçi tarafından üretiliyor.

Çoğunluğu, göçmen kadınlar. Ve genellikle, Meksika ve Orta Amerikadan geliyorlar. Çalışma koşulları, Asyadaki sweatshop’lar kadar kötü değil. Fakat oldukça kötü. Ücretler düşük. Çalışma şartları ağır. Genellikle İngilizce konuşamıyorlar. Ve ülkede, yasadışı olarak bulunuyorlar. Bu nedenle, hiçbir şeye itiraz edemiyorlar. İşverenlerin bir tercihi olarak, parça başı çalışıyorlar. Ve parça sayısını tutturabilmek için, aralıksız gecenin geç saatlerine kadar, günde 15-18 saat çalışıyorlar. 

Sweatshop karşıtı bir protesto, Los Angeles, 2017 (Fotoğraf: Aditi Mayer)

Parça başı aritmetiğinde, parça sayısı her şey demektir. Et demek, süt demek ve zaman demektir. Artık günler yoktur, parça sayısı vardır. Tıpkı Amerikalı yazar Abraham Cahan’ın bir romanında bir parça başı işçisinin ağzından yazdığı gibi, bir günün yirmi dört saatten oluştuğu, sadece bir laftan ibarettir. Bir günde 12 kaban vardır… Dün aldığım 12 kabandan, halen dikilecek ikisi kalmıştır.” O halde, siz salı olduğuna bakmayın…pazartesi hâlâ benimledir!"

"Ultra hızlı” sömürü

Göçmen emeğinin en büyük talibi, kuşkusuz, hızla büyüyen ultra hızlı moda endüstrisidir. Küresel liderlerden Boohoo, PrettyLittle Thing ve Shein, örneğin, birleşik yıllık gelirlerini sadece üç yıl içinde 2 milyar dolardan 15,7 milyar dolara (2021) çıkarmışlardır. Geleneksel” hızlı moda markalarına kıyasla, daha hızlı ve daha ucuzlardır. Hızlı moda devi H&M,örneğin, web sitesine (ABD) bu yıl 4414 yeni model eklemişken, Sheininkiler 315 bini bulmuştur. Ve şu sıralarda, sadece İngilterede 5£’un altında tam 4029 ürünü bulunmaktadır.

Hızla değişen koleksiyonlar piyasaya sürülmeden önce hızla test edilip, potansiyel müşterilerden geri bildirimler alınmalıdır. Ve bu aşamadan sonra, ürünler mağazalara hızla ulaştırılmalıdır. Rakipleriyle ‘kim daha önce vitrine koyacak’ yarışındaki ultra hızlı modacılar bunun için fabrikalarını genel merkezlerine mümkün olduğunca yakın tutmak ister. Bu aynı zamanda nakliye masraflarının düşmesi anlamına gelir.

Sektörün bu eğilimleri, yakınlığı nedeniyle son dakika siparişlerine hızlı bir yanıt verebilen Türkiyeyi, Çin ve Bangladeş’ten sonra Avrupanın üçüncü büyük hazır giyim tedarikçisi konumuna getirmiştir. Tabii bu, sadece Avrupaya fiziksel yakınlıkla ilgili değildir. Zira Türkiye, savaşın vurduğu milyonlarca Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan bir ülkedir. Ve Gaziantepten İstanbula, hazır giyim sweatshop’ları Suriyeli göçmenlerle doludur.

Daha hızlı ve daha ucuz ultra hızlı moda endüstrisi, tüketim tarafında satın alma, giyinme ve -çöpe- atma döngüsünü hızlandırır. Ama daha önemlisi, ucuz emek için en savunmasıza yönelir. Ve sonuçta, statüleri ev sahibi ülkelerce özellikle askıda tutulan kaçak/yasadışı göçmenlerin tek kullanımlık emek”/atık-insan” statüsünü pekiştirir.

Suriyeliler giderse “Doğudakiler” var

Hızlı moda sektöründe Türkiyenin küresel rekabet gücü, markaların değişken model ve hacim taleplerini esneklikle karşılayıp, hızlı teslimata olanak tanıyan ucuz ve esnek işgücü/kayıt dışı çalışma modeline dayanır. Büyük tedarikçilerdense daha küçük işletmelere taşeronluk verilmesi, esnekliği pekiştiren bir üretim modelidir. Sektördeki 52 bin şirketten yaklaşık 48 bininin, örneğin, 50den az çalışanı vardır. Ve buralarda çalışan işçilerin yüzde 80inin iş, sağlık ve mali düzenlemeler açısından kayıt dışı oldukları tahmin edilmektedir.

Sektördeki kayıt dışılık, göçmen emeği ile yakından ilişkilidir. Yakın geçmişe kadar Türkiyedeki hazır giyim sektörünü Azerbaycan, Afganistan ve Özbekistan gibi ülkelerden gelen göçmenler ayakta tutuyordu. Ancak Suriyelilerin gelişi yeni bir kayıt dışı istihdam dalgası yarattı. Sayıları artıp kalış süreleri uzadıkça Suriyeli mülteciler, anlaşılır bir şekilde, gelir elde etmenin yollarını aradı.

Tekstil ve hazır giyim sektörü, nitelik bakımından giriş engeli görece düşük bir sektördür. İşe başlamak için, önden fazla bir teknik bilgi/deneyim gerektirmez. Suriyeli mültecilerin ucuz işgücü, bu nedenle, sektöre hızla soğurulmuştur. Türkiyede yaşayan yaklaşık 3,5 milyon  (resmi rakam) Suriyeli mültecinin 650 bin kadarının…” geçimini uluslararası markalar için kıyafet üreterek sağladığı tahmin edilir.

Türkiyedeki Suriyelilerin büyük çoğunluğu, ortalama 5 yıldan uzun bir süredir burada yaşıyor. Dahası, ilk dalga 12 yıl öncesine kadar gidiyor. Buna karşın, mültecilerin sadece küçük bir kısmı -91.500- çalışma iznine sahip. Halbuki, güvencesiz çalıştırılan göçmen/mülteci sayısı 2 milyona yaklaşmış.

Genelde, kaçak çalıştırılıyorlar. İş sözleşmelerinde yoklar. Sosyal güvenceleri yoktur. İşten kolayca çıkarılabilirler. İş imkânı kısıtlıdır. Zaten, çalışma hakları yoktur. İşlerini kaybetmemek için hiçbir koşulda çalışma şartları ve ücretlerden şikâyet edemezler. Ve ne istenirse onu yapacak, ne verirlerse onu alacak kadar savunmasızdırlar.

Yerli işçilerin koşulları da, elbette, yeterince kötüdür. Üstelik, göçmenlerin ucuz ve esnek kayıt dışı emeğiyle rekabet edemediklerinden, bir kısmı işlerinden olmuştur. Aynı sınıftaki yerli ve göçmen emeğinin birbirleri için birer tehdide dönüşmesi, sistemin bir mantığıdır. Çünkü işgücü için sektör, daima en savunmasıza yönelir. Bir seçim kampanyası olarak Suriyelileri ülkelerine geri göndermeyi vadeden politikacılara, örneğin, kimisi ekonomik açıdan karşı çıkıyordu.

Zira, ucuz işgücüyle Suriyeliler Türkiyenin rekabet gücünü arttırıyordu. Suriyeliler giderse…” Ekonomi çökerdi! Buna karşı “rahatlatıcı” bir argüman ise Gaziantep merkezli büyük bir sanayiciden geldi. Suriyeliler giderse…” diyordu. Tıpkı eski zamanlarda olduğu gibi, yerlerine doğudakiler-kastedilen Türkiyenin doğusu- gelirdi.

Denklem açıktır. Sermaye daima en savunmasız emeğe yönelir. Mümkünse belgesiz” yabancı göçmen, ama yoksa doğulu” iç göçmen de olur!

Türkiyedeki Suriyeli işgücü içerisinde, 15 yaş ve altı çocuk işçiliği de yaygındır. Panoramanın (BBC, 2016) saha araştırmasını da içeren bir belgeselinde, Suriyeli çocuk işçilerin İngilterenin High Street mağazaları için kıyafet diktikleri belgelenmiştir. 

Belgeselde, İstanbulun arka sokaklarındaki bir sweatshop/atölyede onlarca Suriyeli çocuk görülür. Ailelerini geçindirmek için çalışıyorlardır. Haftada 60 saat ve çok düşük bir ücret karşılığında Marks & Spencer, Zara, Mango ve Asos gibi markalara kıyafet dikerler. Bodrum katındaki bir atölyenin neredeyse tamamı…” çocuklarla doludur. Çoğu yedi-sekiz yaşlarındadır. Sweatshop’un sahibi, çocukların bu kadar uzun saatler çalışmak için” henüz çok küçük olduklarını kabul eder.

Fakat Onların çalışmaya ihtiyaç duyması, bizim hatamız değil”dir.



Türkiye’deki bir sweatshopta çalışan Suriyeli çocuk işçi (Fotoğraf:Ahmed Deeb)

İstanbuldaki onlarca Suriyeli işçiyle görüşmeler yapan Panorama muhabiri Darragh MacIntyre bu görüşmeleri "Acınacak düzeydeki ücretlerden ve korkunç çalışma koşullarından bahsediyorlar” diye özetler. Sömürüldüklerini biliyorlar. Ama bu konuda hiçbir şey yapamayacaklarını da biliyorlar”dır.

Belgeselde bir mülteci Suriyelinin başına bir şey gelirse…” diye çaresizliklerinin düzeyini tarif ediyordu. Onu bir bez parçası gibi çöpe atarlar.”

Zaten, atıyorlar! Mülteci/göçmen işçi ölümlerini raporlayan İş ve İşçi Güvenliği Meclisi bazı işverenlerin, ölen işçilerin bedenlerini işyeri ile bağlantısı kurulamayacak uzaklıktaki kent çöplüğü, ormanlık alan veya yol kenarlarına atarak, iş cinayeti ile işletmenin bağlantısını ortadan kaldırmaya çalıştıklarını
belirtiyordu.

"Kullan-at”/atık-insan” kaynağı olarak mülteci/göçmen sorunu, elbette, tekstil sektörüyle sınırlı değildir. Çalıştığı kaçak maden ocağında baygınlık geçiren, fakat hastaneye götürülmek yerine gizemli bir şekilde ölen/öldürülen Afgan madenci Vezir Mohammad Nourtani (50), örneğin, halen haberlerdedir. Olayın ortaya çıkmasından korkan ocak sahiplerinin yönlendirmesiyle, madencinin cesedi -o sırada henüz ölü olduğu da kesin değildir- bir arabanın bagajında ormana taşınır. Ve üzerine benzin dökülmek suretiyle, faili meçhul kişilerce yakılır.

“Belge” varlığın kanıtı değil, bir göstergesidir. Fakat tıpkı Marx’ın meta fetişizminde olduğu gibi bir noktadan sonra varlığın önüne geçer. Ve insanlar arası ilişkilerin yerini, belgeler arası ilişkiler alır. Belge yoksa, insan da yoktur. Daha doğrusu, varlığı kolayca inkâr edilebilir. Vezir Nourtani zaten yoktur.” Bedeni de buna uygun olarak, yok edilmiştir!

"At at! Yenisini al!”

Zamanında, ekonomik canlanmayı teşvik etmek için ve onarmak/tamir ettirmektense yenisini almak” anlamında kullanılan bir slogandır. Şimdilerde, hızlı modanın tüketim ayağına olduğu gibi, tükettiği tek kullanımlık” göçmen emeğine de uygundur. Ultra hızlı bir dünyada, sahi, emeğin yeniden üretimiyle kim uğraşır? Suriyeli/Afganistanlı’nın başına bir şey gelirse…” “At at!” Yenisi vardır.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Dün her şey daha güzeldi...

Dünün daima daha güzel olduğu düşüncesi, sürgün edebiyatından önce, nostaljinin konusudur. Bir kelime olarak nostalji, “eve dönüş” ve “acı” anlamlarına gelen Yunanca sözcüklerden türer.

Agota Kristof'un üçlemesi: Sürgün, nostalji ve yas

"Ülkemi terk etmeseydim hayatım nasıl mı olurdu? Sanırım daha zor, daha yoksul ama daha az yalnız, daha az parçalanmış ve belki daha mutlu.”

İsmi dışında tamamen yazısız ve sadece resimlerden oluşan bir roman okudunuz mu?

'The Arrival' tamamen yazısızdır. Belirli bir sistematik dahilinde bir araya getirilen görseller, illüstrasyonlar ve simgeler, hikâyenin çeviriye gerek kalmadan ve yeryüzündeki hemen herkesçe anlaşılmasını mümkün kılar