18 Mayıs 2025

Pandora’nın kutusunda kilitli kalan ‘umut’, işkenceyi sonsuz mu kılar yoksa umut eşittir sandık mıdır?

Pandora’nın kutusu miti yorumlamalarında, geleneksel kültürün iyimserliği aksine, umudun tam karşısında yer alanlar da vardır. Bunların başında, belki de Nietzsche gelir...

Görsel yapay zekâ (Grok) tarafından oluşturulmuştur

İki seçim arasını, seçimlere hazırlıkla geçiren ve siyaseti böylelikle seçimlere indirgeyen muhalefet partileri için sandık, seçmenlerine verebildikleri tek umuttu. Ama 19 Mart sonrası bu tek umut, geriye kalan ‘son’ umut oldu.

Şimdi sokaklar, o son umut için umutsuzlukla dolup taşıyor. Öğrenciler sokakta. İşsizler, emekliler sokakta. Yakın bir zamana değin “Çıkmayacağız. Zorlayacak, çıkmayacağız. Baskı kuracak, çıkmayacağız. Ama gereğini sandıkta yapacağız!” titizliğiyle sokaklardan uzak duran, son belediye seçimlerinde Kürt siyasi hareketinden sosyalistlere geniş bir birleşik cephenin desteğiyle yakaladığı momenti ‘normalleşmeye’ yatıran ana muhalefet partisi bile sonunda ‘kareli ceketini’ çıkarıp, o son umudun peşinde sokaklara indi.

Ekoseli ceketi gündem olan Özgür Özel: Winner ceketini bir kere de biz giyelim dedik, ne olmuş?

Doğru. Seçilmişlerin hapse atılması yeni değildi. Kayyımlar yeni değildi. Ama Adalet Yürüyüşü gibi ‘sapmalar’ dışında, sonunda kendi sandığını da yitiren bir CHP’nin sokağa inmesi yeniydi.

Hatırlanacaktır, indiği ilk günlerde, parti sokakta kitlelere yol gösteren önder-parti değildi. Tersine, sokağa barikatları yıkan önder-öğrenci/halkın peşinden sürüklenmişti. Ama kısa sürede önderlik kabiliyetini gösterdi. O günden bugüne hiç durmadan mitingler düzenliyor, öğrencilerle buluşuyor ve siyasetin bir imkânı olarak sokağı ‘keşfediyor’.

“Sonuç almadan ne eve döneceğiz ne sokakları boşaltacağız!” kararlılığıyla sokaklara tutunmuşken, fakat sanki bu noktaya zaten sandıkla gelinmemiş ve siyaset yapmanın başka bir amacı yokmuş gibi “Kurtuluş sandıkta değil, sokakta!” türünden devrimci/dönüştürücü yaklaşımlarla mesafesini özenle koruyor ve sadece gerektiği kadar bir sokakla yetinerek, konuyu İmamoğlu ve erken seçim çevresinde tutuyor. Ve zaten sandığını yitirmiş, umutsuzlukla taşan sokaklara, verebileceği o tek ve gene aynı umudu veriyor: Sandık!

Fotoğraf: Kızıl Bayrak

Pandoranın sandığı’

Yunan mitolojisinin ilk kadın insanı Pandora’nın hikâyesi, zengin sembolizmi sayesinde istenildiği yöne çekilebilen, yoruma açık bir hikâyedir. Malum, Pandora’nın esasında bir sandığı yoktur. Fakat kutusu vardır. Aslında bu kutu da değil, antik dönemde içinde zeytinyağı, şarap ve buğday gibi şeylerin saklandığı kilden yapılma bir çömlek/testi, pithos’tur. 

İlk olarak, antik Yunan şairi Hesiod’un (yaklaşık MÖ 750-650) Theogony ve İşler ve Günler (1) adlı eserlerinde karşılaşılan Pandoranın testisi, muhtemelen, onu 16. yüzyılda Latince’ye çeviren Rotterdamlı Erasmus’un pithos’u pyxis’le (box, kutu) karşılaması sonucu, kalıcı olarak Pandoranın kutusu’na dönüşür.

Pandora mitinin kayıtlı ilk versiyonu Hesiod’un Theogony’sinde yer alır. Aynı şairin daha sonra yazdığı ve İşler ve Günler adı altında toplanan şiirlerindeki ikinci versiyonunda ise, hikâye kayda değer ölçüde farklılaşır. Bu farklılaşma, Hesiod sonrası antik dönem yazarlarıyla da devam eder. Boşluklar doldurulur, eklemeler ve çıkarmalar yapılır. Ve sonuçta orijinal ilk ikisinden başlayarak hikâyenin kutuyu kimin açtığından, Pandora’nın kiminle evlendiğine kadar birbiriyle uyuşmayan, farklı versiyonları oluşur.

Bugün yaygın olan bir versiyonda, hikâye, Prometheus’un bilginin, teknolojinin ve genel olarak uygarlığın bir sembolü olarak ateşi Olimpos tanrılarından çalıp, ölümlülere/insanlara vermesiyle başlar. Tanrıların tanrısı Zeus bu meydan okumaya çok kızar. Ve misilleme olarak, hem Prometheus’u hem de insanlığı aynı anda cezalandırmayı planlar.

Zanaatkarların koruyucusu, ateş tanrısı Hephaestus’a kilden bir kadın yaratmasını emreder. İlk kadın insan, yani Pandora yaratılır. Su ve kilden yaratılan bu kadın, Olimpos tanrılarının verdiği ‘hediyelerle’ donatılır. Aphrodite güzelliğinden, Hermes ikna edici konuşma yeteneğinden ve diğer her biri kendi eşsiz karakterinden bir şeyler verir. Pandora, dış görünüşte bir tanrıçanın boyu ve güzelliğine sahip, yetenek dolu bir kadındır. Adının yaygın olan ilk anlamı da (all-gifted, bütün hediyelerin/yeteneklerin sahibi), tanrıların ona yönelik işte bu cömertliğinden gelir.

'Pandora', John William Waterhouse, 1896 

Pandora, ölümlüler/dünya için yaratılmıştır. Fakat Zeus onu dünyaya göndermeden önce, Pandora’ya ağzı mühürlü bir ‘kutu’ verir. Ve ne olursa olsun, kutuyu kesinlikle açmamasını emreder. Buradaki yasak kutu, Orta Doğu dinlerindeki ilk günah mitolojisinin yasak meyvesini hatırlatır. Ve o kutunun açılmasını yasaklamakla, Zeus aslında açılacağını garantilemiş olur.

Pandora, tanrılara meydan okuyan Prometheus değil, fakat kardeşi Epimetheus için yaratılmıştır. Bu sırada, Prometheus boş durmaz. Adının kelime anlamı, önceden-bilendir. Adıyla uyumlu bir şekilde, Zeus’un intikam alacağını önceden bilir. Ve Zeus veya Olimposlulardan gelebilecek hiçbir armağanı kabul etmemesi için kardeşini uyarır. Ama kardeşinin adı, boşuna sonradan/iş-işten-geçtikten-sonra-bilen değildir! Pandora’yı karşısında gören Epimetheus kardeşinin uyarısını unutur. Ve kutusuyla birlikte, Pandora’yı evine alır.

Gerisi, ‘yasak meyvenin’ tadına bakmaktır. Pandora bilme arzusuna daha fazla dayanamaz. Ve yasak kutuyu açar. Gerçi hikâyenin farklı bir versiyonunda kutuyu açan Pandora değil fakat kardeşinin uyarılarını dinlemeyen ve kutunun içinde ne olduğunu ancak onu açtıktan sonra öğrenen, o hep sonradan-bilen Epimetheus’tur. 

Kutunun içinde açlık, sefalet ve hastalık gibi Zeus’un insanlık için tasarladığı her türden ‘hediye’/kötülük vardır - ki Pandora’nın ikinci anlamı olan all-giving, bütün hediyelerin/kötülüklerin vericisi de bunu ima eder. Kapağın açılmasıyla birlikte biri hariç kutudaki bütün ‘kötülükler’ serbest kalır. Geriye kalan tek şey, elpis/umuttur. Umut kutunun kapağına yapışmış, kapağın kapanmasıyla birlikte kutunun içine hapsolmuştur.

Gelecek eşittir umut!

Kutuda kalan umudun rolü, orijinal hikâyede belirsizdir. Ki anlamı büsbütün kapatmayan bu belirsizlik, miti birbirinden farklı ve zengin yorumlamalara açar. Zira, en iyimserinden en kötümserine, literatürde birbirinden oldukça farklı Pandora yorumları mevcuttur.

Umudun, mutlaka iyi bir şey olduğu varsayımına dayanan geleneksel bir okumada kutuya hapsolan umut, tanrıların insanlara yaptığı/bıraktığı tek iyiliktir. Mitin orijinal versiyonunu böylesi bir iyimserlikle genişleten H. A. Guerber’in hikâyeye yazdığı sonsözde, örneğin, tanrılar Pandora’yı dünyaya göndermeden önce son anda fikir değiştirir. Ve ani bir şefkat dürtüsüyle, bütün kötülüklerin arasına, onlara katlanmayı mümkün kılacak umut adlı nazik bir yaratığı gizler. Umut, varoluşun acısını ve ızdırabını hafifletir. Ve kutuya hapsolmuş oluşu, ancak daha iyi bir geleceğe işaret etmek içindir.

Bilindiği gibi umut, birçok kültürde bir erdem olarak kabul edilir. Umut beklemek, katlanmak ve çabalamaktır. İnsanlara uğruna çabalayacakları bir şeyler vererek, der Erikson ve Frankl, umut içerisinde bulundukları çaresiz duruma katlanmalarına yardımcı olur. Başka bir deyişle, umut varsa ona ihtiyaç duyulduğundan vardır; demek ki mevcut haliyle hayat kötüdür ve kurtuluş ancak gelecektedir. İnsanın bir yaratık olarak kendine özgülüğünü, İnsanın Anlam Arayışı’nda Frankl(2), onun ‘yalnızca geleceğe bakarak yaşayabilmesinde’ bulur. Belki de bu nedenle insanın kaybetmekten en çok korktuğu şey umuttur. Çünkü umudu kaybetmek, geleceği kaybetmektir.

Buradaki iyimser varsayım açıktır; henüz gerçekleşmemiş bir gelecek, kötü bir şimdiden mutlaka daha iyidir. Başka bir deyişle, ne olursa olsun ‘her şey çok güzel olacak’tır. Oysa umut, bunu kendi başına garantileyemez. Tam da bu nedenle ‘her şey çok güzel olacak’ geleceği kurmaya yönelik politik bir vaat olmaktan çok, vadedilen bir/tek/son umuttur. Ve bir umut olarak kaldığı sürece ‘gelecek de bir gün gelecek’ ile neredeyse eş değerdir!

Umudun ‘düşmanları’

Pandoranın kutusu miti yorumlamalarında, geleneksel kültürün iyimserliği aksine, umudun tam karşısında yer alanlar da vardır. Bunların başında, belki de Nietzsche gelir. 

Friedrich Wilhelm Nietzsche (1844 – 1900)

Guerber'in aksine Nietzsche, mitin Hesiod'un orijinal anlatımındaki tonuna sadık kalır. Nietzsche’ye göre, kutuya sonsuza dek hapsolan umut, şefkâtli tanrıların, kötülüklere katlanmalarına yardımcı olmak için insanlara verdiği bir hediye/iyilik değil, tam tersi, o kötülüklerden biridir.

Miti değerlendirdiği İnsanca, Pek İnsanca (3) adlı eserinde Nietzsche, insanlığı cezalandırmaya çalışan Zeus’un bunun en etkili yolunu bularak, umut sayesinde işkenceyi/kötülükleri sonsuz kıldığını söyler. İnsanlar kutuda kalan umudu en büyük iyilik sanırlar. Hâlbuki umut, kötülüklerin en sinsisidir. Acıları geçici olarak dindiren, tam da bu sebeple dünyevi hesabı geciktiren dini umut gibi uzun süreli bir işkencedir.

Nietzsche, acılara katlanmaya yardımcı olduğu kabulünü reddederek, umudun insanları acı içinde tutan şeyin ta kendisi olduğunu söyler: Umut kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.”

Bu anlamda, tanrıların tanrısı Zeus amacına ulaşmıştır. Umut, insanlık için en büyük cezadır. İnsanları, kurtuluşun yakında olduğuna inandırır. Böylelikle, katlanılmaz olana ‘katlandırır.’ Umut pasiftir. Ve kötülük karşısında harekete geçmek yerine, henüz gerçekleşmemiş bir geleceğe inanır. Ne de olsa gelecekte ‘her şey çok güzel olacak’tır!

Umudun bu yorumunda da umut yoksa, peki gerçek bir değişim ve dönüştürücü eylem için başka bir ‘umut’ yok mudur?

“Yaşadığım toplumun umutsuz koşulları, içimi umutla dolduruyor!”

'Gösteri Toplumu’nun yazarı Guy Debord’un sık sık alıntıladığı bir mektubunda Marx, yaşadığı toplumun umutsuz koşullarının içini umutla doldurduğundan bahseder. Umut burada, devrimci bir umutsuzluktur.

Kapitalizmin koşulları kötüleşir, emek-sermaye çelişkileri yoğunlaşırken, devrimci/radikal bir değişim için de imkânlar oluşur. Sistemin kusurlarının açık ve net bir şekilde hissedildiği kriz zamanları, değişim için de bir fırsattır. Ve kötülüklere katlanmayı salık veren bir umudun yokluğunda, toplumsal umutsuzluk devrimci bir moment olarak harekete geçebilir. Umutsuzluğun, radikal değişikliklerin yaratıcısı olduğu durumlara tarihten kısmi bir örnek, adaletsiz bir monarşi karşısında, son umudunu da yitiren sıradan insanların sokaklara döküldüğü Fransız Devrimi’dir.

Fransız Devrimi'nin önemli simgelerinden biri olan 'Halka Yol Gösteren Özgürlük' tablosu, Eugène Delacroix,1830

‘Sahte/yanlış umut’

Slavoj Žižek ve Simone Weil’de de umutsuzluğa övgü vardır. Onlara göre umut, olumlu bir güç olabilmesine karşın, aynı zamanda toplumsal ve politik sistemlerin daha derin gerçekliklerini maskelemeye hizmet eder. Umutsuzluktan korkmaktansa, bu nedenle, asıl gerçeklikle tam bir farkındalıkla yüzleşmenin önüne geçen sahte veya boş umutlardan korkmalıdır.

Sahte/yanlış umut (false hope) dediği umudu, Žižek, iktidarın kendini gerçekleştirme mekanizmalarını perdeleyen ve radikal siyasi eylemi böylelikle olanak dışı bırakan ideolojik bir yanılsama olarak görür. İktidarda veya muhalefette olsun, ana akım ideolojik anlatılar için umut, kitlesel umutsuzluğun yıkıcı/dönüştürücü gücünü ehlileştirmenin bir yoludur. Sandık siyaseti ve ufak tefek reformları ön plana çıkararak, sahte umut derin yapısal sorunları gizler. Ve her şey çok güzel olacak söyleminde olduğu gibi “daha iyi bir geleceğin hemen ulaşılabilir” olduğu inancını yayarak, sandığa gidip oy vermek gibi bir etkinliği, siyasal mücadelenin esas amacı kılar.

Mevcut sistemdeki ufak tefek değişikliklerin önemli sonuçlara yol açacağı fikri/umudu ise, neoliberal tarihin sonu tezinin örtülü bir kabulü değilse, şefkâtli Olimpos tanrılarının insanlara yaptığı bir iyiliktir. Ve radikal bir değişim için, öncelikle tanrıların bu iyiliğinden/kutuda kalan son kötülükten kurtulmalıdır. Umut, bir ayak bağıdır. Umutsuzluğu kabul etmeli ve ona cesaret vermelidir(4)!

Umutsuzluk artıyor …

Gerçi zaten reddedilecek gibi değil, Türkiye’de umutsuzluk artık ‘resmen’ kabul edilmiştir. Veri Enstitüsü’nün, İmamoğlu gözaltılarından bir gün önce tamamlanan araştırmasına göre, örneğin, toplumun yüzde 72’si beş yıl öncesine göre daha az umutludur. Genel hayat şartlarının beş yıl sonra daha iyi olacağına inananların oranı, 18-39 yaş grubu için sadece yüzde 24-26 civarındadır. Her üç kişiden birinin, geleceğe dair bir beklentisi yoktur.

İstanbul’da yaşayan gençlerin sosyoekonomik profilini çıkaran İstanbul Planlama Ajansı (İPA) da benzer sonuçlara ulaşmıştır. Gençler geçim sıkıntısıyla boğuşuyor ve gelecekten umutsuzdur. Ve dörtte birinin, hayattan/gelecekten hiçbir beklentisi yoktur.

Bu, 19 Mart öncesinin ‘sandıklı sisteminde’ böyleyse, sokakların, Tanıl Bora’nın deyimiyle, kaybedilen sandığın yardımına koştuğu sonrasında nasıldır? Ve bu kadar umutsuzluğa sandıkla gelinmişken, umut neden hâlâ sandıktadır?

Seçim bitti… Yaşasın seçim!

Bunun bir nedeni, mevcut siyasal kültürün siyaseti oy vermeye indirgemesiyse, diğeri de bizde sandık dışı siyasetin akla sadece ‘darbeyi’ getirmesi. Askeri darbelerle dolu yakın tarihimiz, malum, hala yeterince yakın. İktidarından muhalefetine, herkes haklı olarak ve her fırsatta darbeye karşı. Bu darbe/darbeci görünme aşırı hassasiyeti, diğer taraftan, her ne olursa olsun her türden sandık dışılığı kriminalize ediyor.

İktidar “Sokaklara döküleceklermiş!..” diye, örneğin, sopasını kaldırıyor. Sokağa hiç olmadığı kadar yaklaşan muhalefet ise, buna karşılık, başına buyruk bırakıldığında akıllarına ‘ayıp şeyler’ getirme ihtimaline karşı, sokağa inen umutsuz kalabalığa hemen çekidüzen veriyor. ‘Taşkınlıklar’ önleniyor. ‘Marjinal gruplar’ ayıklanıyor. Ve sonuçta geriye, sandığa yeminli bir siyaset kalıyor.

Spontan sokak hareketlerinin, bu şekilde, erken seçim/seçilmişi geri getirme taleplerine hapsedildiği bir ortamda, işçi grevleri ve taban örgütlenmesi gibi radikal dönüşüm imkânları önemini yitirir. Ve seçimler, herhangi bir değişim yaratabilecek ilk ve son umut olarak görülür. Mevcut iktidarın, özellikle ilk yıllarında, her fırsatta sandığa işaret ederek yerleşikleştirdiği ‘sorgulanamayan seçim/seçilmişlik’ muhalefet kanadında da geniş kabul görür. Seçim süreci ve adaletine dair pürüzler olabilir, denir, ama her nasıl olursa olsun tek ve gerçek mücadele alanı yine de seçimlerdir. Daha kapsamlı siyasal bir değişimin ilk adımı bile değil, seçimleri kazanmak ulaşılması gereken nihai hedeftir!

Bu da aslında, bizdeki bitmek bilmeyen kronik seçim atmosferini açıklar. Bu seçim-seçimlere hazırlık-seçim atmosferi/döngüsünde, daima bir ‘seçim’ vardır. Ve iki seçim arası, ‘siyaset yasaktır.’ Yoksulluk, işsizlik ve adalet gibi derin yapısal ve gerçek sorunlar askıda, seçimleri bekler. ‘Bugün’ muhalefeti eleştirmenin zamanı değildir, çünkü bugün değilse yarın, seçimler yakındır. Doğru, insanlar umutsuzdur. Ama sandık diye bir şey vardır. Ve kaderlerinin kendi ellerinde olduğu hatırlatılarak, umutsuzlukla taşan sokaklar ‘harekete geçmeye’/en kutsal göreve/sandığa çağrılır. Sandıktan ne çıkar, gerçi önemli değildir. Ne çıkarsa çıksın, zira umut sandıkta kalır. Ve geleceğin de bir gün geleceği umuduyla, yeniden başa dönülür.

Tıpkı onu temsil eden ölümlünün aksine, bir kurum olarak krallığın sürekliliğini ve başka türlüsünün hayal bile edilemeyeceğini ima eden “Kral öldü, yaşasın kral!” söyleminde olduğu gibi seçim bitmiş, ama yaşasın seçimdir!


Umutsuzluk özlemi…

Perry Anderson neoliberalizmin global kriz dönemlerinde, muhafazakâr veya demokrat/liberal olsun, partilerin ideolojik geri çekiliş(5) anlamında, birbirleriyle rahatça değiştirilebileceğinden bahseder. Bu yorum, bizim seçim yarışlarına da uyarlanabilir. Amacın kazanmak olduğu bir yarış, yarışmacıları ‘kazanacak adaya/partiye’ benzetir. Sandığa yaklaştıkça, bu nedenle, merkezin ‘büyük’ adayları ve partileri gitgide birbirine, ama en çok da zaten kazanmış olana benzer. Belirgin bir ideolojik konum ve siyasal ajandayla sisteme meydan okumak yerine, muhalefet ‘kazanacak adayın’ peşine düşer. Bu uğurda, gerekirse ‘kazanacak ceket’ bile giyilir. Ve konuşma şekillerinden heybetli hallerine, adaylar birbirine karışır.

Seçmen/halk denen o ‘en geniş kitle’ konduğu gibi uçan bir kelebektir. Ve onu tek bir yanlış sözcükle ürkütmemek için, ideolojik farklılıklar törpülenir. Kurtuluş yok, tek başına! gibi özünde sosyalist devrimci bir slogan bile, örneğin, milliyetçi, muhafazakar, ırkçı ve faşist referanslarla yan yana, sandığın yardımına çağrılır. Böylelikle bir cumhuriyet ideali, sınıfsız ve fikirsiz bir siyaset mümkün olur!

Bütün kurumları parti-devletleştiren ve böylelikle, ‘bilgiden’ çok elinde topladığı güçle istediğini yapabilen yirmi üç yıllık kesintisiz iktidar, elbette, önceden-bilen bir Prometheus değildir. Oysa milletvekili dokunulmazlıklarından, açık açık yan yana görünürsek seçmen ne der ‘hassasiyetiyle’ Kürtler’in desteğini ancak perde arkasından talep eden ve şimdi iktidar Öcalan’la görüşmeye başlayınca ‘sıradan insanlar’ gibi şaşıp, iki-seçim-arası ayağını basacak yer arayan muhalefet hep-sonradan-bilen bir Epimetheus’a daha yakındır.

Veciz bir örnek Le Monde’un eski Türkiye muhabirinden. 2019’daki bir röportajında, Marie Jego, Kürt bölgelerinde 10 belediye başkanının tutuklanıp yerlerine kayyımların atandığını hatırlatarak, kendisi de yeni seçilmiş olan İmamoğlu’na Bunun sizin de başınıza gelebileceğini düşünüyor musunuz? diye sorar. “Hayır” der İmamoğlu. “Bana olamayacağını düşünüyorum.”

Umudu yitirmek…

Sandıkla gelinen noktada, sokaklar sandığı/İmamoğlu’nu geri getirmenin mücadelesini veriyor. Öğrenciler umutsuz. Yaşlılar, emekliler umutsuz. Umutsuzlukta, toplumsal dönüşümün imkânlarını gören Marx ve Žižek gibi düşünürler için, peki bu kadar umutsuzluk az mıdır?

Az değil, belki ‘yanlıştır’. Umudun yanlışı varsa, zira umutsuzluğun da vardır. Yanlış umutsuzluk, sandığın kapağına yapışan o son umuttur. Ve radikal bir başlangıç için, belki de önce o son umudu yitirmelidir!

Zeynep Yıldırım kimdir?

Siyaset Bilimi Doktoru Zeynep Yıldırım, siyaset bilimi alanındaki doktorasını Türkiye'de yaşayan Suriyeli mültecilerin menşe ülkelerine geri dönüşü üzerine yaptığı tez çalışmasıyla 2019 yılında İstanbul Üniversitesi'nden aldı.

2018 yılından beri Londra'da yaşayan ve bağımsız araştırmacı olarak çalışan Dr. Yıldırım, Londra Göç Müzesi'nde gönüllü danışmanlık yapıyor.

Duvar ve Birikim gazetelerinde yazıları bulunuyor. 2021 yılında başladığı T24'teki yazılarına devam ediyor ve yazılarında çoğunlukla göç etmenin ve göçmen olmanın insanlar üzerindeki etkisini sanat, edebiyat ve siyasetin iç içe geçtiği bir yaklaşımla değerlendiriyor.

Çalışma alanları arasında gönüllü ve zorunlu göçler, göçmen ve mülteci deneyimleri, mülteci politikaları, siyaset teorisi, kimlik ve kültürel çeşitlilik, popüler kültür ve siyaset ilişkisi ile politik sanat bulunuyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Geri dönüştürülmüş polyester kıyafetlerin yüzde 93’ünün pet şişelerden üretildiğini biliyor musunuz?

Sürdürülebilirlik soyut bir idealdir. Ama onu gerçekleştirmek için, kendisi de birbirini kovalayan üç okla betimlenen geri dönüşüm gibi somut yöntemler söz konusudur. Bu anlamda, sürdürülebilirlik geri dönüşüm demek değildir. Ne de tersi doğrudur. Zira, kıyafetlere dönüştürülen pet şişeler, ilkinde değilse ikincide, çöplüğe geri ‘kavuşur.’

Geri dönüşüm kutusuna attığınız kıyafetlerin ‘cennete’ gittiğini düşünüyorsanız, moda endüstrisinin gizli 'cehennemine' bir bakalım

Geri dönüşüm, atık kıyafetleri gözden uzak ülkelere ‘geri göndermekten’ ibarettir. Bir markanın geri alma planı kapsamında Londra’daki bir mağazasına bırakılan bir etek, örneğin, Mali’deki bir çöplükten çıkar

Perdeleri çekme veya çekmeme seçimi sınıfa göre mi belirleniyor?

Cin içebilen yoksullar hangi cüretle zenginlere benzemeye çalışır; ‘zenginler’, kendilerini ‘yeni zenginler’den nasıl ayırır?

"
"