07 Ocak 2024

İsmi dışında tamamen yazısız ve sadece resimlerden oluşan bir roman okudunuz mu?

'The Arrival' tamamen yazısızdır. Belirli bir sistematik dahilinde bir araya getirilen görseller, illüstrasyonlar ve simgeler, hikâyenin çeviriye gerek kalmadan ve yeryüzündeki hemen herkesçe anlaşılmasını mümkün kılar

"… Pip, iki gözüm dostum benim, yaşamak dediğin nedir ki?

Kaynakla birbirine tutturulmuş ayrılık halkalarından bir zincirdir… "

(Charles Dickens, Büyük Umutlar)

Doğrudan tanıklık anlamında "gördüğüne" inanmak, kültürde yerleşik bir değerdir. Gözün gördüğüne inanılmayacaksa, başka neye inanılacaktır? Bir bilgi kaynağı olarak "görmek" o halde düşünceden önce gelir. Elbette "görmek", hayatın zihindeki her türden yansıması/temsili olarak düşünce tarafından koşullanır. Fakat üzerine düşünme/kafa yormaya göre "görmek" yine de daha yalın/tarafsız bir bilgi kaynağıdır.

Bir düşünce deneyi: Görmek, anlamak için yeterli midir?

Bir düşünce deneyi: Peki görmek, anlamak için yeterli midir? Ünlü Avustralyalı sanatçı Shaun Tan bu sorunun peşine düşer. Ve The Arrival (2016) isimli grafik romanında, anonim bir göçmenin göç deneyimini ortak bir insan deneyimi olarak ve sadece göstererek/resimlerle anlatmayı dener. Roman, okunacak bir kitap değildir. Fakat seyredilecek bir albümdür. İçinde çünkü, sadece resimler vardır. Ve göç deneyimini kelimeler olmadan, sadece resimlerle anlatır.

 

Sepya çizimlerin hakim olduğu kitap, sanki yıllarca elden ele dolaşmış ve tozlu raflarda rutubetten yıpranmıştır. Göstererek anlatmanın bir parçası olmalı, kapağı ve sayfaları eskitmedir. Kırışık izleri ve lekeler, içinde çok eski bir hikâyenin anlatıldığı izlenimini verir. Ve günümüzün en büyük sorunlarından biri olarak görülen göçün, esasında insan hayatının ne kadar eski bir eğilimi olduğunu hatırlatır. Ulusal sınırları aşmak anlamında "göçmek", sınırlar kadar yeni bir şeydir. İlk insandan bu yana bir canlı türü olarak insan hâlbuki tarih boyunca zaten hareket halindedir.

Göç, gönüllü veya zorunlu olabilir. Savaş, yoksulluk, kuraklık ve siyasi baskılar yaygın sebeplerdendir. Fakat göçün sebepleri, bunlarla sınırlı değildir. Sebeplerin çoğulluğu ve karmaşıklığı, göçmenin yaşı, cinsiyeti, etnik ve ulusal kimliği ve daha bir sürü tekil belirleyeniyle birleştiğinde her göçmenin göçü deneyimleme biçimi benzersizleşir. Fakat birbirinden ne kadar farklı olursa olsun Shaun Tan göçmenlerin göç deneyimleri arasında yine de ortak noktalar bulur. Ve aidiyet, yalnızlık, yabancılaşma, kültür ve dil farklılıklarının yarattığı izolasyon gibi oldukça karmaşık temaları anonim bir göçmenin deneyimi üzerinden hikâyeleştirir.

Göç deneyimini, yalın bir "görme" düzeyine indirebilmek için Tan öncelikle dilden vazgeçer. Dili konuşamama, zaten yabancılığın en belirgin göstergesidir. Ve hikâyede dilden vazgeçilmesi, bu nedenle, göçmenin yabancılık deneyimini doğrudan "deneyimlenebilir" kılar. Yanı sıra ulusal-yerel, kentli-kırsal, etnik, siyasi ve sınıfsal birçok ayırt edici kimliği ve alt-kimliği taşıma kapasitesine sahip dilden kurtularak

Tan hikâyesini dilin kültürel koşullanmaları ve önyargılarından temizler. Anlatısında, örneğin, istemeden de olsa ırkçılığı çağrıştırabilecek veya kastini aşarak, yan anlamlarıyla siyasal bir eğilimi empoze edecek kelimeler yoktur. Ve ufak tefek renk farklılıkları dışında, tipler neredeyse "anonimdir."

Shaun Tan ve bazı eserleri

Evrensel bir göç dili mümkün mü?

Göç deneyimini "gözle görülebilir" kılmak için Tan göçmeni, deyim yerindeyse, göçmen bir kuşun varoluş seviyesine indirir. Ve peşine bir kamera takıp, gördüklerini bize de gösterir. Göçmenin deneyimi anlatılmaz, fakat seyredilir. Giderken, arkasını dönmüş son bir kez evine bakıyorsa örneğin, anlarız, aklı daima o evde kalır.

Kitap, ismi dışında tamamen yazısızdır. Belirli bir sistematik dahilinde bir araya getirilen görseller, illüstrasyonlar ve simgeler, hikâyenin çeviriye gerek kalmadan ve yeryüzündeki hemen herkesçe anlaşılmasını mümkün kılar. Tan, kitabının "evrensel olarak erişilebilir olmasını ve herhangi bir resmi eğitim almamış birinin de bunu anlayabilmesini" ister. "Çünkü göç evrensel bir konu"dur.

Hikâyenin adı -The Arrival- esasen İngilizcedir. Fakat hikâyeyi anlamak için İngilizce bilmeye gerek yoktur. Burada bütün diller, göç deneyimine eşit uzaklıktadır. Ve hiçbir dil diğerinden avantajlı değildir. Gerçi, resimlerin bazılarında tabela, gazete veya bazı resmi belgeler görünür. Üzerlerinde yazılar da vardır. Fakat bu yazılar kurgusaldır. Ve var olan hiçbir dile ait değildir. Elbette Tan bunu bilerek yapar. Ve göçmenin yabancı bir dil karşısındaki çaresizliğini, bu sayede okuyucu/izleyiciye de deneyimletir.

Resimlerin sıralı görsel mantığı sayesinde tıpkı bir roman gibi okunabilen kitapta, sinematografiden ödünç alınan pek çok teknik kullanılır. Sekans çekimler, geniş açılı panoramalar, bir temadan ötekine hızlı-yavaş geçişler, yakın-uzak çekimler ve kuş bakışı görüntüler, hikâyenin sessiz bir film gibi deneyimlenmesini sağlar. Kitapta, sayfa numaraları da yoktur. Ama neyin neyden önce/sonra geldiği, göçmenin tanıklık edilen deneyiminden çıkarılabilir. Ve sayfaların sırası karışsa bile, resimlere içerilmiş mantık zinciriyle "film" ileri-geri sarılabilir.

Resimlerin altında, açıklayıcı notlar da yoktur. Tan bunu "Metni resimle eşleştirdiğinizde…" diye savunur. Yani resimlere kelimeler eklendiğinde, insanlar resimleri kendileri için yorumlamak yerine, kelimelere inanmaya başlar. Oysa, herhangi bir yazı içermediğinde "okuyucu" resme daha yakından bakıp, onunla daha kapsamlı bir etkileşime geçebilir. "Hikaye kelimeler olmadan anlatıldığı için…" Farklı yorumlamalara daha fazla yer açılır.

Yalnızlık ve çaresizlik bir ejderhadır...

Doğrudan çeviriyle, kitabın adı Varış'tır. Zaten hikâye, göçmenin göç ettiği yere varış sürecini anlatır. Ve bir ayrılık sahnesi ile başlar. Adamın biri, en değerli eşyasını bavuluna özenle yerleştiriyordur. Elinde bavulu, içinde aile fotoğrafı, karısı ve küçük kızıyla birlikte karanlık ve dar sokaklardan tren istasyonuna doğru yürür. Şehir terk edilmiş gibi ıssız, sanki şimdiden kimsesizdir.

Sokaklar boyunca birbirine bitişik evler, kapı ve pencereleri kapalı, hiçbirinde ışık yanmıyordur. Ejderha benzeri yaratıkların karaltıları, ıssız sokaklarda hüküm sürmeye başlamıştır. Yalnızlık ve çaresizlik bir ejderhadır, gidene de kalana da korkularında eşlik ediyordur.

İstasyonda yolcular… Ve tren geliyordur. Vakit, ayrılık vaktidir. Gözyaşları dökülür, eller birbirinden ayrılır. Adam gitmiş, kadın ve küçük kızı kalmıştır. Ve ikisi el ele, eve bir eksik geri dönerler. Issız ve karanlık ev yolunda kadın ve küçük kızın arkalarından bakarken, zamanın burada durduğu hissedilir. Eski ülke, artık durmuş bir saattir. Zira, zaman gidenle gitmiştir. Ve hikâye bu nedenle, asıl gidenin hikâyesidir.


Anonim bir karakter olarak göçmen

Karısı ve kızını arkasında bırakan bu isimsiz adamın kim olduğu veya nereden gelip nereye gittiği bilinmez. Hakkındaki bilgilere bu gözü kapalılık, onun anonim bir göçmen olarak temsiliyet gücünü arttırır. O, hangi sebeple olursa olsun göç etmiş, etmekte veya edebilecek olan herkestir.
 
Evrensel bir göç hikâyesi yazma fikriyle yola çıkan Tan kitap üzerinde dört yıl çalışır. Bunun için, kendi aile geçmişinden de faydalanır. Babası Çinli/Malezyalı bir göçmendir. Annesi Avustralya doğumludur. Ama onun da İngiliz/İrlandalı bir aile geçmişi vardır. Kitabı bu nedenle Tan'ın kendi hayat öyküsünden de izler taşır. Fakat esasında, göçmenlerle ilgili oldukça kapsamlı bir araştırmaya dayanır. Araştırma sürecinde Tan müzeleri ziyaret eder.
 
Özellikle, dünyanın belki de en ünlü göç müzesi olan Ellis Adası Göç Müzesi'nde haftalarını geçirir. Ve sergilenen her türden nesnenin, tahta bavulların, giriş ve karantina dökümanlarının ve yıllanmış siyah beyaz fotoğrafların içlerine dalar. Dahası, dünyanın dört bir yanından göçmenler bulup, onlarla ayrıntılı röportajlar yapar.

51 milyon göçmeniyle ABD...

Avustralya doğumlu olmasına karşın Tan kitabında özellikle Amerika'nın göç tarihinden çokça esinlenir. Amerika'nın bir göçmenler ülkesi olduğu düşünüldüğünde, bu tercihi anlaşılabilir. Zira göç, tarihi boyunca ABD'de nüfus artışı ve kültürel değişimin önemli bir kaynağıdır. 2019 itibariyle, örneğin, toplamda 51 milyon göçmeniyle ABD dünyanın açık ara en fazla göçmen nüfusuna sahip ülkesidir. Bu rakam ise ABD nüfusunun yüzde 14,4'üne ve yeryüzündeki uluslararası göçmen sayısının neredeyse beşte birine karşılık gelir.

Kitapta özellikle, Amerika'nın tarihsel göç istasyonu olan Ellis Adası ve adaya yanaşan göçmen gemilerini ilk selamlayan Özgürlük Anıtı'ndan esinler boldur. Göçmenleri taşıyan gemi kıyıya doğru yanaşırken, örneğin, varılan ülkeye merakla bakan güvertedeki yolcuları sise sarınıp kendini göstermeyen şehirden önce, akla Özgürlük Anıtı'nı getiren iki büyük heykel karşılar.

Gemi limana yanaştıktan sonra oluşan uzun kuyruklar ve giriş izni almak için bir salona doldurulan kalabalığın görüntüsü de Ellis Adası kayıtlarından esinlenmedir. Dahası, kitabın iç kapaklarında bulunan ve vesikalık resim boyutlarındaki suretler de yine Ellis Adası'ndaki göçmen ofisinde çekilmiş göçmen resimlerini andırır.


Ellis Adası, Umut Adası ya da Gözyaşı Adası…

Günümüzde dünyanın en ünlü göç müzelerinden birine ev sahipliği yapan Ellis Adası özellikle 1892-1954 arasında göçmenler için Amerika Birleşik Devletleri'ne başlıca giriş limanı olmuştu. Ve milyonlarca göçmen, ülkeye bu ada üzerinden giriş yapmıştı. Amerikalıların yaklaşık yüzde 40'nın soylarında, bugün, Ellis Adası'ndan gelen en az bir kişinin bulunduğu bilinir.

Ada, ülkeye gemi yoluyla gelen uluslararası göçmenlerin içeri girmeye "uygun" olup olmadıklarını denetleyen başlıca istasyonlardan biriydi. Giriş izni yasal ve siyasi prosedürlere, tıbbi duruma ve göçmenlerin yeni ülkede kendilerini geçindirebilme yeteneklerine bağlıydı. Erkek ve kadınlar ayrılır, bagajları kontrol edilir ve muayene edilerek hastalık testleri yapılırdı.

Ardından, geçmişlerini ve ekonomik koşullarını sorgulayan uzun görüşmeler başlardı. Baştan sona denetlemeler 3-5 saat, bazan da günler veya haftalar sürerdi. Önemli rahatsızlıkları olan veya belgeleri şüpheli olanlar, geldikleri ülkeye geri gönderilirdi.

Göçmenler için Ellis Adası bir "Umut Adası"ydı. Fırsatlar ülkesi yolunda, ilk duraktı. Yine, bazıları için ayrılığın bir göstergesi veya giriş izni alamayıp, geri gönderilenlerin "Gözyaşı Adası"ydı.


Grafik romanın isimsiz göçmeni de, benzer şekilde, kapıda sıraya girer, muayene olur, sorgulanır ve döküman kontrolünden geçirilir. Dilini bilmediği ülkenin göçmen ofisinde geçirdiği süre boyunca neler hissettiği, ancak yüzünden ve mimiklerinden anlaşılır. Artık kelimeler yoktur. Ve yaşadığı stres, kaygı ve yabancılık kelimeler yerine, yüzündeki en küçük bir kas hareketiyle anlatılır. Hakkında fazla bir şey bilinmez. Fakat elindeki, üçüncü sınıf bir yolcu biletidir. Bu ise, esasında fazlasıyla bilgi verir. Göçmenimiz, yoksuldur. Zira, birinci ve ikinci sınıf yolcuların Ellis Adası'ndan geçmesi gerekmez. Mevcut varlıkları kendilerini geçindirebilen ve böylelikle, topluma yük olmayacak olanlar adayı pas geçerek, dosdoğru şehre girebilir. Adadaki tıbbi ve hukuki kontroller, sadece üçüncü sınıf yolcular ve daha kötüsü, geminin kazan bölümünde yolculuk yapanlar içindir.

Sınıfsallık, göçmen tanımının teorik bir parçası değildir. Siyasi baskı veya savaş gibi nedenlerle göç edenler arasında alt sınıftan olduğu kadar üst sınıftan insanlar da vardır. Oysa sınıfsal farklılıklar, göçü deneyimleme biçimlerinde büyük farklılıklar yaratır.

Yeryüzündeki bütün kapıların açık olması anlamında göç ile, deyim yerindeyse, evini terk edip bilinmeyen, uzak ve çoğu zaman, düşmanca karşılanan bir ülkede kapı aşındırmak arasında büyük bir fark vardır. Veda, ancak yoksul bir göçmen evinden ayrılıyorsa vedadır. Bir kez ayrılınca çünkü kim bilir artık ne zaman evine geri dönebilecek, geride bıraktıklarını bir daha ne zaman görebilecektir.

Tıpkı Shaun Tan'ın hikâyesinde izlediğimiz gibi, sadece deneyimlerini bize aktaran kamerası değil fakat göçmenin peşine sınıfı da takılmıştır.

Teorik bir parçası olmasa da sınıfsallık, o halde, popüler göçmen tanımına kendini dayatır. Tan'ın hikâyesi dahil, göçmen denince akla ilk olarak alt sınıftan bir temsilin gelmesi, bu popüler algıyı destekler. "Evrensel" bir göç hikâyesi, demek ki gene de sınıfsal bir hikâyedir. Her ne kadar Tan amaçladığı düzeyde "evrensel" bir göçmen temsiline erişememiş olsa da, yine de farklı türden bir "evrenselliği" pekiştirir. Zira göçmen, "özünde" yoksul ve çaresiz olandır.

Şehirdeki yabancı

Giriş iznini alıp, sonunda Tan'ın göçmeni şehre girer. Ve bavulu elinde, bu şehirde her şeyden önce kendini yabancı hisseder. Bu yabancılığı pekiştirmek için gerçi şehir de elinden geleni yapar. Gördüğü hiçbir şey, bildiği hiçbir şeye benzemiyordur. Romanın insan çizimleri, foto-gerçekçidir.

Mekânlar fütüristik ve hangi zamana ait olduğu bilinmeyen ve eski ile yeninin bir kombinasyonudur. Göçmenin yabancılık deneyimini aktarmak için Tan başarılı bir teknik bulmuş gibidir. Zira isimsiz göçmenin yaşadığı yabancılık, bu sayede, okuyucu/izleyiciye de geçirilir. Çünkü şehirdeki hemen her şey, "bize" de yabancıdır. Dükkânda ne aradığını söyleyebilmek için, örneğin, göçmenimiz defterinden birtakım çizimler gösterir. Çizimler, bize tanıdıktır. Göçmen, ekmek arıyordur. Ama karşılığında, dükkân sahibi ona birbirinden tuhaf nesneler gösterir.


Büyülü mimariler, sembolik yazı karakterleri ve fantastik sahneler, akla bir açıklamadan çok sadece "Tuhaf!" ünlemini getirir. Hiçbir gerçek kültüre özgü olmayan bütün bu unsurlar, güçlü bir metafor kurar.

Hayvanlar, meyveler ve nesneler hep bir şeyleri andırıyordur. Ama bilinen hiçbir şeye büsbütün benzemiyordur. Meyveler tuhaf şekilli ve dokunaçlı, bitki midir hayvan mıdır? O kocaman bir larvaya benzeyen hayvan… Dost mudur düşman mıdır?

Hikâyeyi ileri sararsak… Göçmen, zamanla yerleşir. Artık işi ve kalacak bir yeri ve çoğu kendisi gibi göçmen, yeni dostları vardır. Adaptasyon başlamıştır. Ve arkasında bıraktığı karısı ve kızının da kendine katılmasıyla, hasret sona erer. Son sahnelerde küçük kızı görünür. Yanında o larva benzeri hayvan, yeni gelen başka bir göçmen kadına yardımcı oluyordur. Adaptasyon tamamlanmıştır. Ve dünün göçmeni bugünün yerlisi olmuş, adres tarif ediyordur.

Peki ya "göçmen" sempati duyulacak biri değilse?

Eserin en zayıf yönü, belki de bu çocuksu hızlı ve mutlu sondur. Ama kurguda bu, neredeyse zorunlu bir sonuçtur. Evrensel bir göç dili kurabilmek için, çünkü Shaun Tan, göçü bu basit dille anlatılabilecek düzeye indirir. Ve "ileri" bir adım atmak yerine "geri" bir adım atarak, göç deneyimini "düşünerek" değil fakat "görerek" anlamayı tercih eder. Oysa salt görülebilen deneyimler, göçmeni çocuklaştırır. Ve onu "evrensel" bir kategori olarak, çocukluğuna "geri döndürür".

Bu yüzden, "evrensel" göçmenimiz biraz çocuksudur. Çocuksu bir yabancılık içinde, durmadan çocuksu şaşkınlıklar yaşar. Anlatıdaki "evrensel" göçmenin etiko-politik haklılığı da zaten bu çocuksu masumiyetinden gelir. Ve bu çocuksu masumiyet, sempati yaratmayacak gibi değildir.

Peki ya "göçmen" sempati duyulacak biri değilse? Sanatçının bu deneysel çalışması üzerinde ufak bir deney yapılabilir. Resimlerle anlatılan hikâyede, örneğin, kaçak göçmen dolu bir bot "kıyılarımıza" doğru gelse veya kılık kıyafetleri "bizimkine" hiç benzemeyen bir grup yabancı "sokaklarımıza salınsa," sahi hikâyenin sonu nasıl değişir?

"Gelen" ve "giden"

Başka bir göç yazarı Agota Kristof'un romanıyla ('Dün' ve 'Büyük Defter') karşılaştırma ilginç olabilir. Tıpkı Tan gibi Kristof da bir göçmenin yeni bir ülkedeki yaşantısını anlatır. Fakat Tan'ın göçmeni "gelen" iken, Kristof'unki "giden"dir. Esasında, iki göçmen de yeni bir ülkededir. Ama kendini gözle görülebilen ile sınırlandıran Tan ancak göçmenin geldikten sonraki ve gözle görülebilir deneyimlerine odaklanır. Bu açıdan, kitabın başlığı -The Arrival/Varış/Geliş- oldukça yerindedir.
 
Hâlbuki Kristof'un göçmeni, geçmişini ve ülkesini yanında götürmesi anlamında, daima "giden"dir. Gidenin ülkesini yanında götürmesi ise, gözle görülebilen bir deneyim değildir. Ve sadece "gözüyle gördüğüne inanan" bir eserde, bu derinliğe yer yoktur.

Görmeden anlamak…

Kuşkusuz, eseri kıymetli bir deneysel çalışmadır. Ama görmeyi, evrensel göç deneyiminin çekirdeği olarak kurmayı deneyen Tan'ın belki de tam tersi yönde hareket etmelidir. Akla, Kristof'un başka bir romanında geçen yedi sekiz yaşlarındaki ikizleri gelir. Gözlerini bağlayıp, etraflarını görmeden anlamaya çalışmak gibi ikizlerin tuhaf alıştırmaları vardır. Göçmen sorununa "evrensel" etiko-politik bir yaklaşım için de kim bilir, belki de ikizlerin işte bu "görmeden anlama" alıştırmasına ihtiyaç vardır.
 

Zeynep Yıldırım kimdir?

Siyaset Bilimi Doktoru Zeynep Yıldırım, siyaset bilimi alanındaki doktorasını Türkiye'de yaşayan Suriyeli mültecilerin menşe ülkelerine geri dönüşü üzerine yaptığı tez çalışmasıyla 2019 yılında İstanbul Üniversitesi'nden aldı.

2018 yılından beri Londra'da yaşayan ve bağımsız araştırmacı olarak çalışan Dr. Yıldırım, Londra Göç Müzesi'nde gönüllü danışmanlık yapıyor.

Duvar ve Birikim gazetelerinde yazıları bulunuyor. 2021 yılında başladığı T24'teki yazılarına devam ediyor ve yazılarında çoğunlukla göç etmenin ve göçmen olmanın insanlar üzerindeki etkisini sanat, edebiyat ve siyasetin iç içe geçtiği bir yaklaşımla değerlendiriyor.

Çalışma alanları arasında gönüllü ve zorunlu göçler, göçmen ve mülteci deneyimleri, mülteci politikaları, siyaset teorisi, kimlik ve kültürel çeşitlilik, popüler kültür ve siyaset ilişkisi ile politik sanat bulunuyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Dün her şey daha güzeldi...

Dünün daima daha güzel olduğu düşüncesi, sürgün edebiyatından önce, nostaljinin konusudur. Bir kelime olarak nostalji, “eve dönüş” ve “acı” anlamlarına gelen Yunanca sözcüklerden türer.

Agota Kristof'un üçlemesi: Sürgün, nostalji ve yas

"Ülkemi terk etmeseydim hayatım nasıl mı olurdu? Sanırım daha zor, daha yoksul ama daha az yalnız, daha az parçalanmış ve belki daha mutlu.”