24 Mart 2024

Dün her şey daha güzeldi...

Dünün daima daha güzel olduğu düşüncesi, sürgün edebiyatından önce, nostaljinin konusudur. Bir kelime olarak nostalji, “eve dönüş” ve “acı” anlamlarına gelen Yunanca sözcüklerden türer.

Söylesene çocuk, neden Aya bakıyorsun?”

Aya değil, geleceğe bakıyorum…”

"Ben gelecekten geldim… Gelecekte sadece çamurlu, ölü tarlalar var.”

Yalan söylüyorsun, yalan söylüyorsun! Gelecekte ışık var, aşk var. Her yanda çiçekli bahçeler…” (1)

Sürgün deneyimlerinin yazarı Agota Kristof dördüncü romanı 'Dünde sürgünün giden ve kalan yanlarını, gelecekten gelen ile geleceğe bakan olarak bu kısaltılmış diyalogda karşı karşıya getirir.

Agota Kristof (1935-2011)

Konuşanlar esasında aynı kişidir. Sürgün, kendi geçmişi/çocukluğuyla konuşur. Ve geleceğe bakan çocukluğuna, gelecekten haberler getirir. Ama kafasını gitmeye takmış olan çocukluğuna laf anlatmak zordur. Çünkü onun için gelecek, henüz açık bir çektir. Ve aklında sadece ışıklı güzel bir yarın için gitmek, fakat ne olursa olsun buradan gitmek vardır. Hâlbuki sürgün, bunu çoktan yapmıştır. Ve vardığı o gelecekte n her şey daha güzeldir.”

n (The Hier)

Dünün daima daha güzel olduğu düşüncesi, sürgün edebiyatından önce, nostaljinin konusudur. Bir kelime olarak nostalji, eve dönüş” ve acı” anlamlarına gelen Yunanca sözcüklerden türer.

Ve doyurulamamış geri dönüş arzusundan kaynaklanan kederi tanımlar(2). Ki bu da sürgünün evden uzakta yaşadığı acı-özlemle örtüşür. Belki de bu nedenle sürgün/göçmen hikâyeleri, nostaljinin en iyi anlatılarını oluşturur. Bu hikâyeler doğal olarak nostaljiktir. Kendisi de bir sürgün/göçmen olan Agota Kristofun sürgün hikâyelerine hakim olan genel hava da zaten nostaljidir.

Bir önceki yazının konusu olan üçlemede (Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan(3)) olduğu gibi 'Dünde de Kristof ülkesinden mecburen ayrılan, fakat gelecek için henüz umudunu yitirmemiş bir sürgünü anlatır.

TIKLAYIN | Agota Kristof'un üçlemesi: Sürgün, nostalji ve yas 

Her iki eserde de sürgün bir şeylerden kaçmıştır. Ve hayatının geri kalanında, kaçtığı bu şeye kavuşamamanın kederiyle yaşar. Aralarındaki en
önemli fark ise, bakış açısıdır. Üçlemede geride kalanın yaşantısına tanık olurken, yazar Dünde esas olarak gidenin, sınırın öte tarafına geçenin peşine takılır.

'Dün', ismi bilinmeyen bir ülkenin ismi bilinmeyen bir köyünde başlar. Babasının kim olduğu bilinmeyen Tobias köyün son sokağının, son evinde annesiyle birlikte yaşar. Annesi Esther dilencilik yapar. Bahçelerden meyve sebze, çiftliklerden tavuk çalar. Ve un, mısır ve süt gibi şeyler karşılığında köyün erkekleriyle yatar.

Ana oğul, başkalarının verdiği giysileri giyer. Onlardan artanları yer. K
öylüler domuz mu kesiyor, yemeye kimsenin tenezzül etmeyeceği atıklar onlar için ayrılır. Verilen her şeyi kabul ederler. Ve hiçbir şeye burun kıvırmazlar. Ne bu küçük köyde geçimlerini sağlayabilecek başka bir seçenekleri vardır ne de gidecek başka bir köyleri.

Esther kön en güzel kadınıdır. Ve daha gencecik bir kızken bir çocuğu olur. Çocuk, gayrimeşrudur. Gerisi, kendiliğinden gelir. Esther artık köyün dilencisi, hırsızı ve fahişesidir. Bu küçük köyde Estherin oğlu Tobias” olmak da bir o kadar zordur. Aşağılanmak Tobias’ın günlük yaşamıdır.

Sefil koşullarına karşın, Tobias okulda başarılıdır. Ve annesini arada sırada ziyarete gelen öğretmeninin de desteğiyle, ilkokulu başarıyla tamamlar. Mezuniyetten sonra bir gün öğretmen, Estherle çocuğunun durumunu konuşmak için evlerine gelir.

Ortalamanın üzerinde bir zekâsı
olan Tobias’ın okula devam etmesi gerektiğini düşünüyordur. Ve çocuğu annesinden alıp, yatılı bir okula yazdırmayı teklif eder. O sırada farkında değillerdir, fakat Tobias mutfaktan onlara kulak misafiri oluyordur.

Hayatta ç
ocuğundan başka kimsesi olmayan Esther yatılı okul fikrine karşı çıkar. Ve bunca yıl bu köyde de sırf onu babasından ayırmamak için kaldığını söyler. Böylelikle Tobias, babasının kim olduğunu öğrenir. Sınıf arkadaşı ve aşkı Linenin babası, ilkokul öğretmeni Sandor

Onu terk eden ve şimdi de yatılı okulla onu annesinden almaya çalışan yan odadaki adama nefret duyar. Artık ne okumak ne de annesini her gün
ziyarete gelen” köylülerin yanında çalışmak ister. Her şeyden iğrenir. Her şeyden bıkar. Artık tek bir isteği vardır: gitmek ya da ölmek!

Uzaklaşmak, kaybolmak… Ormanda, bulutlarda eriyip gitmek… Ve hatırlamamak… Unutmak, unutmak…”

Tobias kararlıdır. Buralardan gidecektir. Ama içinde büyüyen öfke, öyle hesapsız bir gidişe izin vermez. Çekmeceden en uzun bıçağı alır. Annesinin odasına girer. Öğretmen, annesinin üzerindedir. İkisi de uyuyordur. Bıçağı var gücüyle saplar. Anne ve babasının bedenlerini aynı anda delebilmek için, bıçağa bütün ağırlığıyla bastırır. Ve çıkar gider.

Mısır ve buğday tarlalarından, ormanlardan geçer. Ve ta ki başka bir ülkenin sınırını aşıncaya kadar gece gündüz hiç durmadan yürür 

Gerçi, bıçak hiç kimseyi öldürmemiştir. Fakat Tobias öldürdüğünü sanır. Ve sınırı aşmadan önce işlediği bu hayali” suç, onun sürgün karakterini pekiştirir. Zira sadece sınırı aşmamıştır, fakat işlediği bu suçtan ötürü artık geri dönüş yolu da kapanmıştır.

Tobias, Sandor oluyor

Bu yeni ülkede, Tobias ilk günlerini sokaklarda yatıp kalkarak, dilenerek ve hırsızlıkla geçirir. Polis tarafından yakalanınca, erkek çocuklar için kurulmuş olan yurt günleri başlar.

Yurtta suçlular, öksüzler, yetimler ve onun gibi köksüzler” kalıyordur. Yurda kayıt sırasında Tobias yeni bir başlangıç için ismini ve hikâyesini değiştirir.

O artı
k Tobias Hovarth değil, fakat savaşta öksüz ve yetim kalmış Sandor Lesterdir. Annesinin, babası bilinmeyen gayrimeşru çocuğu; sonunda yeni ülkenin, hakkında hiçbir şey bilinmeyen köksüz/gayrimeşru çocuğuna dönüşür.

Bir önceki yazıda Agota Kristofun başlangıç fikrine takılmış olduğundan bahsedilmişti. Sınır deneyimini bizzat yaşamış olan yazara göre, sınır sadece bir kez aşılır. Ve bir kez aşılınca, sürgün artık giden” ve kalan” diye kalıcı olarak ikiye bölünür.

Bu baş
langıçsal belirleyiciliği yansıtırcasına, karakterleri yeni ülkelerinde hep yeni başlangıçlar yapar. Bunun için de ilk olarak isimlerini değiştirir. Öte yandan, bu yeni isimler büsbütün yeni de değildir. Fakat sürgünün, zaten yanında getirmiş olduğu isimlerdir.

Üç
lemenin Lucas’ı, örneğin, Claus olur. Ki geride bıraktığı kardeşinin adıdır. Benzer şekilde Tobias da Sandor Lester olur. Ki annesi ile babasının, üstelik öldürmek istediği babasının isimlerinden türemedir.

Sürgünün geçmişten kaç
mak ile geçmişe kaçmak arasındaki gerilimi, isimlerin bu yer değişikliğiyle elle tutulur hale gelir. Ve başlangıç ne kadar belirleyiciyse, yeni bir başlangıç da bir o kadar imkânsız görünür.

Tekdüze iş, acınası maaşlar ve yalnızlık

Tobias’ın veya yeni adıyla Sandorun bu yeni ülkedeki yeni hayatı, Kristofun kendi yaşamından apaçık izler taşır.

Macaristandan ayrılıp İsviçreye iltica eden yazar, Sandorunki yerine sanki yer yer doğrudan İsviçredeki kendi sürgün hayatını anlatır. 16 yaşına gelip de yurttan ayrılan Sandor, tıpkı yazar gibi yeni ülkenin dili yerine kendi ana dillerini konuşan sürgün arkadaşlarının çalıştığı bir saat fabrikasında işe girer. Küçük bir ev kiralar. Ve yeni hayat başlar. Ne hayat ama!” Sabah erkenden kalkar, işe gider ve hep aynı makinede, hep aynı parçaya, hep aynı deliği açar!

Yerleşik birine göre sürgün/göçmen hayatı genel olarak daha sessizdir. Daha yalıtılmış, daha tekdüze ve daha hareketsizdir. Bu yalıtılmış, tekdüze ve sessiz hayat, aynı zamanda Kristofun kendi hayatıdır.

Fabrika, alışveriş, çamaşırhane, yemek…” diye anlatır. Ve biraz da uzanıp, ülkem hakkında hayal kurabildiğim pazar günleri…”

Bekleyecek başka hiçbir şey yoktur. Gerçi, maddi olarak eskiye g
öre daha iyi durumdalardır. Bir yerine iki odaları, kömürleri ve yeterince yiyecekleri vardır. Ama kaybettiklerimize kıyasla…” Bu, çok yüksek bir bedeldir !

Doğrusu, ülkenin yerleşikleri onları çok iyi karşılamıştır. Naziklerdir. Gülümserler. Ve onlarla daima konuşurlar. Dillerini anlamasalar da konuşmaların iyi konuşmalar olduğu bellidir. Ama sürgünün derdi, iyi karşılanmak ve ihtiyaçlarını yeterince karşılamaktan ibaret değildir.

Kristof, bir iş arkadaşının sırf onu rahatlatmak için yaptığı bir konuşmadan
örnek verir. Arkadaşı, artık korkmasına gerek olmadığını hatırlatır. Ruslar bu ülkeye asla giremezler. Ve bu ülkede, hepsi güvendedirler.

Kristof
Bildiğim birkaç Fransızca sözcükle onu incitmeden, ona bunu nasıl anlatabilirdim…” diye aklından geçirir. Onun güzel ülkesi hâlbuki biz mülteciler için sosyal ve kültürel bir çöldü.” Ruslardan korkmuyordu. Ve eğer üzgünse, bunun nedeni şu anda fazlasıyla güvende olması ve işten başka yapacak veya düşünecek başka hiçbir şeyin olmamasıydı.

Beklemeyi beklemek

Yavaş yavaş gidecek hiçbir ama hiçbir
yerim ve herhangi bir yere gitmek için hiçbir nedenim
olmadığını anlamaya başladım.” (Alexander Herzen)

Sürgün hayatı, sessizdir. Ama bu sessizlik sesin olmayışı değil, fakat hiçbir sesin ona seslenmeyişidir. Sürgün, yalnızdır. Ve sürgün hayatında beklemek, artık bir şeyi beklemek değil, fakat bir etkinlik olarak beklemektir.

Tıpkı Lucas gibi Sandor da yeni ülkesinde ölümcül bir sessizlik içindedir. Günler, düşmanıdır. Geçmek bilmez. Öte yandan, suç işlemiştir. Ülkesine geri de dönemez. Ve bekler… Günlerin, ayların ve yılların geçmesini bekler. Çocukluk aşkı ve -yarı- kardeşi Linenin bir gün çıkıp, peşinden gelmesini bekler. Bir gün mutlaka Line gelip onu bulacaktır. Bundan kuşkusu yoktur. Lineden başka bir şey düşünemez olur. Ve hep Lineyi bekler. Hayalindeki Line hayatının aşkı ve hayattaki tek amacıdır. Sıla, geçmiş ve çocukluk Linede birleşir. Ülkesine değil Lineye kavuşmak ister. Geçmişini değil Lineyi özler. Ve çocukluğuna değil Lineye dönmek ister. Ve gittiği her yerde, hep onunla konuşur.

Ait oldukları ortamdan kopan bütün emigreler, acı hakikatleri görmemek için gözlerini kapatır ve atıl anılardan ve asla gerçekleşmeyecek umutlardan ibaret olan kapalı, akıldışı bir çevreye gittikçe daha çok alışırlar . (4)

Sandorun bu sessiz bekleyişlerini Kristof kendi yaşamı üzerinden Bir şey bekliyorduk…” diye tarif eder. Neyi beklediğimizi bilmiyorduk.” Ama bekledikleri, kesinlikle bu değildir.. "Bu kasvetli çalışma günleri, bu sessiz akşamlar ve bu donmuş, değişimsiz, sürprizlerden yoksun ve umutsuz hayat…” Değildir!

Sürgün bir etkinlik, bir amaç olarak bekler. Ve zamanla, gerçekte neyi beklediğini unutur. Sandor artık beklenecek bir şey kalmadığını” düşünür. Bu yüz­den odamda kalıyorum, bir sandalyeye oturup hiçbir şey yapmı­yorum.” Ama bir sandalyede öylece ne kadar oturabilir ki? Yerinden kalkmak için bir neden arar. Oda havasızdır. Ya çatkapı birisi gelirse?” Kalkıp, pencereyi açmayı düşünür. Ama hatırlar. O birisi” hiçbir zaman gelmiyordur. Zaten, hiç kimsenin geleceği de yoktur. Line de gelmez. Ama Sandor bekler. Bir sandalyede oturmuş, bir şeyleri bekler… 

Melancholy, Edward Munch, 1894-1896

Kristof, bu sonsuz bekleyiş ve nostaljinin, İsviçredeki Macar sürgünleri arasında da yaygın bir atmosfer olduğunu söyler. Bunun dışına çıkabilmek için, fazla bir seçenekleri de yoktur. Onlara verilen iş, pek hoş değildir.” Herkes fabrika işçisi haline getirilmiştir. Ve eve dönmenin imkânı da yoktur. Tıpkı bütün gün bir sandalyede oturan Sandor için olduğu gibi bugün dün kadar, yarın ise bugün kadar sessizdir.

Bu sessiz simetriye fakat herkes katlanamaz. Haklarındaki kesinleşmiş hapis cezaları/kovuşturmalara karşın Kristof bazı Macar sürgünlerin ülkelerine geri döndüğünü anlatır. Gitmek ama varamamaktansa tercihini daima gitmektenyana kullanan diğer bazılarıysa daha uzaklara, üçüncü bir ülkeye devam eder. Gerçi, “çözüm” bu ikisinden ibaret değildir. Zira, sürgünlüklerinin ilk iki yılında sırf Kristofun tanıdığı dört kişi kendilerini öldürür. En küçüğü Gisèle, daha 18 yaşındadır.

Sessiz bekleyişlere katlanabilmek için Sandor da yazar Kristofun yaptığını yapar. Ve hayata devam edebilmek için, yazmaya başlar. Tıpkı kendi dili yerine Fransızca yazan Kristof gibi Sandor da hakim olmadığı yabancı bir dilde yazar. Yazdıkları, yer yer hikâyenin içine de girer. Şiirsel ve rüyayı andıran bu parçalar ise esasında Kristofun yayınlanmamış bazı şiirlerinden uyarlamalardır.

Nostaljik Yanılgı

Artık bir anayurdu olmayan biri için Adorno, yazının yaşanacak bir yer halini aldığını söyler. Belki de bu yüzden Kristofun sürgünleri de tıpkı kendisi gibi yazmaya meraklıdır. Üçlemenin Lucas’ı da Dün’ün Sandoru da yazar. Ve geçmişi yeniden yazarak, onun içinde yaşar.

Çocukluğu sefalet içinde geç
en Sandor, örneğin, geçmişe baktığında veyarf geçmişe baktığı için, çocukluğunun mutlu geçtiğini söyler. Geçmişin, gerçekte hatırlandığı kadar iyi olup olmamasının bir önemi yoktur. Geleceğin kaleminden yazıldığı sürece, çünkü geçmiş daima iyidir. Bu geçmişi yeniden yazma eğilimi, öte yandan, nostaljinin kayıp nesnesinin geçmişin ta kendisi olduğunu hatırlatır. Anayurt, Claus veya Line değil… Fakat kaybedilen, geçmişin ta kendisidir.

Hâlbuki Lucas kaybettiği şeyin, geride bıraktığı Claus olduğunu sanır. Fakat elli yıl sonraki kavuşma, sadece
ölüm getirir.

Peki Sandor, Line
ye kavuşur mu?

Kavuşur.

Sandor
un yaşadığı şehirde karşılaşırlar. Tobias/Sandor kendini tanıtır. Görüşmeye başlarlar. Sandor hep aynı konuyu açar.

Ben de seni seviyorum Sandor” der Line. Ama bir kocam ve kızım var.” 

"Peki, onlar olmasaydı…
” diye Sandor sorar.
Benimle evlenir miydin?”

“Hayı
r Sandor.

Çünkü
o Estherin oğludur. Bütün buluşmalarının konusu aynıdır.

Seni seviyorum Sandor. Ama bu şehirde kalacak kadar değil.

“Peki ya ülkeye seninle birlikte d
önseydim… Benimle evlenir miydin?”

“Hayı
r Sandor. Hayır.”

Çünkü
o Estherin oğludur.

Anne babasının isimlerinden kendine yeni bir isim yapan Tobias geçmişin peşini bırakmamıştır. Ama zaten geçmiş de Tobias’ın peşini bırakmaz. “

"Çocukluğumuzda da çirkin ve k
öydün! diye Linenin arkasından söylenir. Seni sevdiğimi sanmıştım. Yanılmışım!

Hâlbuki yanılgı, nostaljik bir yanılgıdır. Ve tıpkı Lucas-Claus buluşmasında olduğu gibi, kavuşma gerçek bir kavuşma değildir. Zira geçmiş, kavuşulamazdır.

Eski bayramlar…

Agota Kristof eserlerinin esas gücü, nostaljinin kayıp nesnesi olarak geçmişin kişilere, somut varlıklara veya anayurda yansıtılması değildir. Fakat imkânsız kavuşmadır. Bu tatminsiz duygu ise, sürgün ile sürgün olmayanı birbirine yaklaştırır. Zira, kafasında öyle ya da böyle herhangi bir geçmiş taşıyan herkes az çok sürgündür. Ülkesinden değil, fakat geçmişinden uzaktır. Ve ülkesine değilse de, geçmişine dönemezdir.

Bu dönüşsüz yolculukta, hep bir şeyler özlenir. Eksik olan, hâlbuki kaybın adıdır. Bir şeyler değil, fakat geçmişkayıptır. Ve popüler kültür, bu kayba yönelik özlemle doludur.

Eski bayramlar, eski perdeler, eski insanlar, eski şarkılar… Dün
her şey daha güzeldir.


  1. Ágota Kristóf, Dün, çev. Ayşe İnce Kurşunlu, YKY, 2011, s.44.
  2. Milan Kundera, Bilmemek, çev. Aysel Bora, Can Yayınları, 2011.
  3. Ágota Kristóf, Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan, çev. Ayşe İnce Kurşunlu, YKY, 2010
    4.Alexander Herzen, My Past and Thoughts, II, s.686, Aktaran Richard Sennet, Yabancı: Sürgün Üzerine İki Deneme, çev. Tuncay Birkan, Metis, 2014, s.81

 

 







Yazarın Diğer Yazıları

Agota Kristof'un üçlemesi: Sürgün, nostalji ve yas

"Ülkemi terk etmeseydim hayatım nasıl mı olurdu? Sanırım daha zor, daha yoksul ama daha az yalnız, daha az parçalanmış ve belki daha mutlu.”

İsmi dışında tamamen yazısız ve sadece resimlerden oluşan bir roman okudunuz mu?

'The Arrival' tamamen yazısızdır. Belirli bir sistematik dahilinde bir araya getirilen görseller, illüstrasyonlar ve simgeler, hikâyenin çeviriye gerek kalmadan ve yeryüzündeki hemen herkesçe anlaşılmasını mümkün kılar