04 Şubat 2024

Agota Kristof'un üçlemesi: Sürgün, nostalji ve yas

"Ülkemi terk etmeseydim hayatım nasıl mı olurdu? Sanırım daha zor, daha yoksul ama daha az yalnız, daha az parçalanmış ve belki daha mutlu.”

- Kardeşim olduğunu sana kim söyledi?

- Kimse. Onunla konuştuğunu duydum. Onunla konuşuyorsun, hiçbir yerde ve her yerde o, demek ki ölmüş.

- Hayır ölmedi. Başka bir ülkeye gitti. Geri dönecek

... - Ölenler ile gidenler arasındaki tek fark bu, değil mi? Ölmeyenler geri döner.

* * *

Bir sürgün ile ilgili olarak dile getirilen lmeyenlerin geri döneceği" düşüncesi, yazar Agota Kristof'un üçlemesinde, ancak altı yaşlarındaki bir çocuğun ağzına yakıştırılan imkânsız bir düşüncedir.

Kendisi de bir sürgün olan Agota Kristof iç
in, hâlbuki, sınır sadece bir kez aşılır. Ve bir kez aşılınca, sürgün artık "giden" ve "kalan" diye kalıcı olarak ikiye bölünür.

Sürgün hem giden, hem kalandır. Ve bu ikisinin zamanla birbirinden uzaklaşan eş zamanlı hayatı, birleşik bir anayurt fikrini ortadan kaldırır. Artık anayurt yoktur. Peki anayurt yoksa,
"dönüş" yine de mümkün müdür?

Agota Kristof (1935-2011)

Dönüşü mümkün olmayan bu gidişler Agota Kristof'un eserlerinde sürekli bir temadır. Ama bu tema, aynı zamanda yazarın kendi hayat hikâyesidir.

Macar asıllı yazar, Sovyetler'in 1956
'da Macar Devrimi'ni bastırmasıyla, ailesiyle birlikte bir gecede siyasi sürgüne dönüşür. Kocası devrime katılanlardan biridir. Ve devrimin bastırılmasının ardından, tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Agota 21 yaşı
ndadır. Kocası ve dört aylık bebeğiyle, mecburen ülkesini terk eder. Küçük bir mülteci grubuyla birlikte, sınırı yürüyerek geçerler. Avusturya'yı aşarlar. Ve sonunda İsviçre'nin -hakkında hiçbir şey bilmediği fakat ömrünün kalan 55 yılını geçireceği- bir şehrine, tamamen tesadüf eseri yerleşirler.

Dilini - Fransızca - bilmediği bu şehirde Kristof, kendisi gibi Macar sürgünlerle birlikte bir saat fabrikasında işe girer. Beş yıl boyunca çalıştığı bu fabrikada, çalışırken işçilerin birbirleri ile konuşmaları yasaktır. Gerçi makineler gürültülü, konuşmak zaten pek mümkün değildir. Sadece sigara molalarında, o da bir iki kelime etme şansları olur.

Fabrika dışında Kristof neredeyse dilsizdir. Dili öğrenmesi, bu nedenle yıllarını alır. Ancak beş yıl sonra Fransızcayı doğru düzgün konuşmaya başlar. Ama okuma ve yazması halen yoktur. Fransızca yazabilmek, 12 yılını alır.

Anadilinde 'tavşankanı bir çay', yabancı bir dilde sadece 'çay'dır.

Bu dildeki ilk yazı denemeleri, 14 yaşlarındayken yazdığı kendi Macarca şiirlerinin çevirileridir. Bu çevirilerde Kristof, 12 yaşındaki oğlunun Fransızca ev ödevlerinden yararlanır. Ve ancak bir çocuğun kuracağı düzeyde basit cümle yapıları kullanır.

Kristof, eserlerini Macarca yazmak istemez. Bunu da açıkça belirtir. Bunun dürüst bir nedeni, bu dilde yazılan eserlerin uluslararası tanınırlığa kolay erişemeyeceğidir. Ama daha önemlisi, geçmişte anadilinde yazdığı şiirleri fazla coşkulu ve duygusal bulmasıdır. Onun aradığı "daha kuru ve objektif" bir biçimdir.

Ama tıpkı herhangi bir anadil gibi, kendi anadili de bu
"sınırlı" biçim için fazlasıyla zengindir. Anlatmak istediği bir renk için, örneğin, anadilinde aklına çok sayıda tarif gelir. Oysa anadilinde 'tavşankanı bir çay', yabancı bir dilde sadece 'çay'dır.

Yabancı bir dilde yazmak, bu anlamda, renk spektrumunu daralttığı gibi anlatılabilecek duyguları da azaltır. Ki bu da Kristof
'un tam da ihtiyaç duyduğu türden bir "sınırlanmadır." Bu nedenle yazar, aradığı biçimi ancak yabancı bir dilin "sınırları" içinde bulur. Yabancı bir dilin soğukluğu içinde, süsleme ve metaforlardan arındırılmış, kelime kullanımında ekonomik ve gramer bakımından son derece basit bir anlatıma yönelir. Ve sonuçta, doğrudanlığıyla vurucu bir düzyazı tarzı geliştirir.

Dili tıpkı bir göçmenin veya bir sürgün/göçmen olarak kendisinin, yabancı bir ülkedeki hali gibidir. Yabancılaşma ve aidiyetsizlik nasıl sürgün ile yabancı ülke arasına bir mesafe koyarsa, Kristof'un dili de anlattığı hikâyeyle arasına aynı mesafeyi koyar.Yabancı bir ülkede etrafında olup bitenleri eşit uzaklıktan anlamaya çalışan bir sürgün gibi; bu dil de etrafına mesafeli, soğukkanlı ve duygusal bağlılıktan yoksundur.

Yazarın ilk ve en iyi bilinen eseri 'Büyü
k Defter'in bir bakıma sürgün hayatı yaşayan yedi-sekiz yaşlarındaki ikizlerinde, örneğin, dil ve sürgün ilişkisine dair bu eğilim özellikle belirgindir (1).

'Büyük Defter'

İkizler, savaş nedeniyle ailelerinden ayrılmış ve kendilerini birdenbire hayatın çok zor ve acımasız olduğu bir yerde bulmuşlardır. Fakat burada onları işittikleri küfür ve hakaretlerden çok, artık yanlarında olmayan annelerinin "Canlarım" gibi şefkatli sözcüklerini hatırlamak incitir.

Bununla yaşayamazlar. Ve sonunda, kendi aralarında bir alıştırmaya girişirler. Kendilerine bu ifadeleri yasaklamazlar. Fakat birbirlerine o kadar çok tekrar ederler ki ifadeler sonunda anlamlarını yitirir.
"Canlarım" hâlâ duruyordur. Ama üzerindeki anne şefkati, artık kalkmıştır.

Tıpkı ikizlerin veya sürgünün yeni hayatında olduğu gibi, Kristof'un hikâyelerinde de "anne şefkatine" yer yoktur. Tasarlanmış bir etki midir bilinmez, fakat koruyucu bir şefkatin yokluğunda, eylemin soğukkanlı sonuçları kendiliğinden ön plana çıkar. Duygu yok değildir. Fakat kelimelerdense, duygu, olaylarda yüklüdür.

35'ten fazla dile çevrilen ve ödüller getiren ilk eseri: Büyük Defter - Le Grand Cahier

'Büyük Defter', 1986 yılında yayımlanır. 'Kanıt' (1988) ve 'Üçüncü Yalan' (1991) şeklinde devam eden üçlemenin ilk romanıdır. Ve yazarı uluslararası üne kavuşturan ilk eseridir. 35'ten fazla dile çevrilir ve prestijli edebiyat ödüllerine layık görülür.

Romanda yer ve insan isimlerine yer verilmez. Olayların hangi zamanda geçtiğine dair, sadece ipuçları vardır. Yaşanan bir savaş nedeniyle, tek yumurta ikizi iki erkek kardeş, anneleri tarafından, yaşadıkları Büyük Kasaba'dan alınıp, anneannelerinin yaşadığı ve sınıra yakın Küçük Kasaba'ya bırakılır.

Anneannenin küçük bir bahçesi ve birkaç hayvanı vardır. Sebze-meyve yetiştirip, et, süt ve yumurta satarak kendine yeten bir hayat sürüyordur. Ama yine de yıllardır görüşmediği kızını karşısında görünce, torunlarını eve kabul etmek istemez. Oysa yaşadıkları şehir her gün bombalanırken, kızının ikizlerini bırakabileceği başka kimsesi yoktur.

Kocasını zehirlediği s
öylentisiyle kasabadaki herkesin cadı diye bildiği anneanne, sonunda istemeye istemeye de olsa ikizleri kabul eder. Ve anne ortalıktan kaybolur. Agota Kristof'un eyleme ve olguya dönük dili, zorunluluğun belirlediği bu ilişkilerde de aynı soğuklukla kendini gösterir.

Zira, ikizler anneannelerini ilk kez g
ördükleri bu anı daha sonra "Biz ona anneanne diyorduk…" diye hatırlar, "O da bize itoğlu itler."

2013 yılında sinemaya uyarlanan Büyük Defter - A Nagy Füzet'ten bir sahne 

Hikâyedeki hiç kimsenin ismi bilinmez. İkizlerin hayatındaki işlevlerine göre anne, baba, papaz veya komşu olabilirler. Yer ve insan isimlerinin olmaması, öte yandan, ikizlerin etraflarındaki herkese eşit uzaklıkta durdukları fikrini pekiştirir. Ve tıpkı Shaun Tan'ın resimli romanında (The Arrival) kelimeler olmayınca görüntünün önem kazanması gibi, bu eşit uzaklık da insanların kimliği yerine onların eylemleri, seçimleri ve tavırlarını ön plana çıkarır.

Bu aynı zamanda, ikizlerin zamanla geliştirdikleri
"gerekeni yapmak, ama bağlanmamak" şeklindeki gündelik yaşam etiğinin de temeli olur. Ormanda rastladıkları asker kaçağının, örneğin, hangi tarafta olduğunun bir önemi yoktur. Açtır. Ve bir parça ekmeğe muhtaçtır. Bu ise, ikizlerin ona yemek taşıması için yeterlidir.

İsimlerin kullanılmayışı, yanı sıra, esere masalsı bir hava verir. Zaten, Grimm Kardeşler masallarıyla çok sayıda ortak nokta belirtilmiştir. Anneanne, örneğin, yaşlı, çirkin, açgözlü ve zalimdir. Yani, tam bir "cadı"dır. İkizler de, masallardaki gibi öksüzdür. Ve anneleri ortalıktan kaybolunca, büsbütün anneannenin merhametine kalır. Ama anneannede merhamet yoktur. Sürekli azarlar, hakaret eder ve çalıştırır. Üstelik, çocukların yaşamsal ihtiyaçlarını da doğru düzgün karşılamaz. İkizler banyo yüzü görmez. Kıyafetleri döküntüdür. Dahası, acımasızlık anneanneyle de sınırlı değildir. "Cadının" torunları, kasabada da iyi karşılanmaz. İkizler, istismara ve hakarete maruz kalırlar. Ve büyük çocuklardan dayak yerler.

Masallardakinin aksine fakat ikizler talihlerinin kendiliğinden dönmesini beklemezler. Onu, kendi ellerine alırlar. Ve kendilerini hayata hazırlamak için, bir dizi alıştırmaya girişirler. Hayatta açlık vardır. Açlığa dayanıklı olmalıdır. Ve açlık alıştırmasına başlayıp, ikizler kendilerini günlerce aç bırakırlar. Acıdan ve duygulardan arınmadıkça, bu küçük kasabadaki hayata katlanamayacaklarını bilirler. Mutfak masasına karşılıklı oturup, her defasında biraz daha ileri giderek, birbirlerini en ağır hakaretlere alıştırırlar. Soyunurlar. Ve birbirlerinin sırtına kemerle vururlar. Ellerini ateşe uzatıp, bıçakla etlerini çizerler. İhtiyaç duyduklarından değil, fakat yoksulluğu anlamak için dilenirler. Hırsızlık ve şantaj yaparlarlar. Hayvanlara ve insanlara zulmederler. Ve gerektiğinde bir insanı bile rahatlıkla öldürebilecek bir duruma geldiklerinde, bu okuldan artık mezun olmuş sayılırlar. 

'Büyük Defter' filminden bir sahne

Gerçi, onların sınır tanımayan bu "ahlaksızlığı" yine de en yalın haliyle etik bir saflığı temsil eder (2).

Zira ikizler, en vahşi eylemlerinde dahi bir etik anlayışına bağlıdırlar. Birileri
ölmek için yalvarıyor mu? "Eğer bunu gerçekten istiyorsanız…" diye sorarlar, "Sizi öldürebiliriz".

İkizler okula gitmez ama evde kendi kendilerini eğitirler. Gördükleri, duydukları ve yaptıkları her şeyi, örneğin, bir deftere kaydederler. Romanın adı da olan 'Büyük Defter' adını verdikleri bu deftere yazabilmek için fakat yazılacak şeyin doğru ve nesnel olması gerekir. Kesinlikten yoksun hiçbir ifade, bu deftere giremez.

Bu şekilde yazabilmek için, yazı alıştırmaları yaparlar. Örneğin
"Anneanne bir cadıya benziyor" yazmak yasaktır. Benzemek, çünkü belirsizdir. Ama "İnsanlar, anneanneye cadı diyor" yazılabilir.

Yazarın kendi yazı anlayışından izler barındıran bu alıştırmalar sonucunda ikizler, yazılarını neredeyse hayatlarını yaşadıkları gibi yazmayı öğrenirler.

Mesafeli, duygusuz ve
"olduğu gibi"…

İlginçtir… İkizler, eylemleri, yazıları ve hatta konuşmalarında bile iki ayrı değil fakat hep tek bir çocuk gibi davranırlar. İsimleri yoktur. Ve daima,
"biz" diye konuşurlar.

"Biz hediye almayı sevmeyiz."
"Neden?"
"Çünkü teşekkür etmeyi sevmeyiz."

Bu sayede kimin kim olduğu bilinmez. İki ayrı kişi oldukları bile neredeyse şüphelidir. Ancak birinci kitabın sonunda ve birinin sınırı aşı
p komşu ülkeye kaçmasıyla, sürpriz bir şekilde ayrılırlar.

Giden ve kalan 

İkizler ayrıldığına göre, isimlerini öğrenmenin de zamanı gelmiştir.

Giden Claus, kalan Lucas
'tır. Artık "biz" yoktur. Giden ve kalan vardır. Ve üçlemenin ikinci kitabı 'Kanıt', sadece geride kalanın hikâyesiyle devam eder. Giden, gitmiştir. Gidenin hayatı hakkında hiçbir şey bilinmez. Kitabın ortalarına kadar adı dahi geçmez. O kadar ki Claus'un varlığı şüpheye düşer.

Belki de giden, kalanın sadece bir hayal ürünüdür? Veya sınırı aşmak
"kurtulmak" anlamına geldiğine göre, o zaten kurtulmuştur. Ve bir kurtuluş hikâyesi ancak kurtuluşa kadar ilginç olduğuna göre, geride kalanın hikâyesi dururken gidenin "mutlu" hikâyesinin artık bir önemi yoktur.

Claus'un gidişiyle evde tek başına kalan Lucas yalnızlığa alışmakta zorlanır. Hayat, onun için durmuştur. "Ölümcül bir yalnızlık içindedir." Günlerce evden dışarı çıkmaz. Yemek yemez. Bahçe ve hayvanlarıyla ilgilenmez. Ama yazmaya Claus'la birlikte başladıkları 'Büyük Defter'e - ki okuduğumuz romanın kendisidir - yaşadığı her şeyi kaydetmeye devam eder. Claus'un yokluğunda yaşanan her şey yazılmalıdır. Çünkü giden bir gün geri döndüğünde, geride kalanın neler yaşadığını eksiksiz öğrenmelidir!

Claus ve Lucas buluşur

40 yıllık bir sürgünün ardından Claus gerçekten de geri döner. Ama bu sırada, geride kalanın yazdığı sanılan ve onun varlığının kanıtı olarak gösterilen el yazmalarının - üçlemenin ilk iki kitabı - esasında giden tarafından yazıldığı anlaşılır. Geride kalanın bütün hikâyesini, o halde, giden anlatmıştır.

İkinci kitapta gidenin hayatından hiç bahsedilmemesi de gidenin kendi tercihidir. Belli ki giden, büsbütün
"gidememiştir." Ve kendisinin geride kalandan ayrı bir hayatı yokmuş gibi, üstelik anlatılacak bir hikâyesi de yoktur.

Sonunda, Claus doğduğu kasabaya döner ve arayıp da varlığına kimseyi ikna edemediği kayıp kardeşini tam 50 yıl sonra bulur.

Claus: Seni arıyordum. Senin için geri döndüm.

Lucas: Benim için mi? Benim yalnızca bir rüya olduğumu biliyorsun. Bunu kabul etmelisin.

Kalan, gideni inkâr eder. Ve karışıklık sürer. O kadar ki, üçlemenin son kitabında anlatılan hemen hiçbir şey, ilk iki kitapla uyuşmaz.

İkizler gerç
ekte var mıdır? Claus ve Lucas iki kardeş midir? Öyleyse, kim kimdir? Anlaşılmaz.

Öyle ki giden ve kalanın isimleri bile birbirine karışmıştır. Giden, meğer gittiği ülkede yeni kimliğini Claus ismiyle çıkartmıştır. Hâlbuki, gerç
ekte Lucas'tır. Geride kalan ise, şiirlerini Lucas - tam olarak Klaus Lucas - ismiyle imzalar. Hâlbuki, gerçekte Claus'dur.

Kristof
'un kontrollü olarak yerleştirdiği bu karışıklık Claus ve Lucas'ı birbirinden ayırt etmeyi iyice zorlaştırır. Ki bu da bu ikisinin ayrılmaz bir bütün olduğu fikrini pekiştirir. Öyle ki giden ve kalan, sürekli birbirlerini hatırlatan ayrılmaz bir bütündür!

Gerçi, Lucas'ın daha sonra "Neden böylesine geç kaldı? 50 yıllık bir aradan sonra neden?" diye kendi kendine düşünmesi, kardeşini inkârında sahici olmadığını kanıtlar. Zaten ortaya çıktığı andan itibaren Claus'la buluşmaktan kaçar.

Peki giden geri d
önerken, geride kalan buluşmaktan neden kaçar?

İmkânsız dönüş

lkemi terk etmeseydim hayatım nasıl mı olurdu?
Sanırım daha zor, daha yoksul ama daha az yalnız,
daha az parçalanmış ve belki daha mutlu."

Agota Kristof

İlk 21 yılı hariç, ömrünün neredeyse tamamını - 55 yıl - İsviçre'nin hep aynı şehrinde geçirmesine ve en önemli eserlerini bu ülkenin dilinde, Fransızca yazmasına karşın, Agota Kristof yine de hayatının sonuna kadar kendini bir sürgün olarak tanımlar.

Ölümünden sadece birkaç yıl
önceki bir röportajda dahi açıkça belirtir, Macaristan'dan ayrıldığına halen pişmandır.

Hâlbuki, sürgündeki ilk 12 yılın ardından ülkesine geri d
önüşün önündeki yasal engeller kalkar. Macaristan pasaportunu geri alır. Ve ülkesini ziyaret eder. Ama geri dönüşü düşünmez. Ve geri dönmez.

Peki, neden geri d
önmez? Kendisi de bir sürgün olan Edward Said, sürgünün bu durumunu "Geçmişte kalmış ve herhalde daha istikrarlı bir nitelik arz eden evde olma durumuna geri dönemezsiniz" diye tarif eder. "Maalesef yeni evinize de asla varamazsınız (3)."

Agota Kristof (1935-2011)

Belki de bu gitmek ama varamamak nedeniyle Kristof, dönmekten çok gitmeye takılır. Ve neden geri dönemediğini açıklamak yerine hep en başa, sınırı aştığı o güne döner. O gün o sınırı hiç aşmamış olmayı diler. Çünkü sınır, sadece bir kez aşılır. Ve bir kez aşılınca, sürgün Claus ve Lucas diye ikiye bölünür. Dönebilmek için, o halde, ancak gitmemiş olmak gerektir!

Bu "imkânsız dönüş" bir sürgün olarak Kristof'un giden ve kalan yanlarını temsil eden ikizlerin 50 yıl sonraki son buluşmalarında da kendini apaçık gösterir. Geride kalan, geri dönenden boşuna kaçmaz. Ve sürgünün aynı anda hem giden hem kalan olarak yaşayamayacağını kanıtlarcasına, buluşma sadece ölüm getirir!


Kaynaklar

(1) Ágota Kristóf, Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan, Çev., Ayşe İnce Kurşunlu, 1.Baskı, İstanbul: YKY, 2010.

(2) Slavoj Žižek, "Ágota Kristóf's The Notebook awoke in me a cold and cruel passion", 12/08/2013, Guardian.

(3) Edward Said, Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı Çev., Tuncay Birkan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2023, s.31.

 

Zeynep Yıldırım kimdir?

Siyaset Bilimi Doktoru Zeynep Yıldırım, siyaset bilimi alanındaki doktorasını Türkiye'de yaşayan Suriyeli mültecilerin menşe ülkelerine geri dönüşü üzerine yaptığı tez çalışmasıyla 2019 yılında İstanbul Üniversitesi'nden aldı.

2018 yılından beri Londra'da yaşayan ve bağımsız araştırmacı olarak çalışan Dr. Yıldırım, Londra Göç Müzesi'nde gönüllü danışmanlık yapıyor.

Duvar ve Birikim gazetelerinde yazıları bulunuyor. 2021 yılında başladığı T24'teki yazılarına devam ediyor ve yazılarında çoğunlukla göç etmenin ve göçmen olmanın insanlar üzerindeki etkisini sanat, edebiyat ve siyasetin iç içe geçtiği bir yaklaşımla değerlendiriyor.

Çalışma alanları arasında gönüllü ve zorunlu göçler, göçmen ve mülteci deneyimleri, mülteci politikaları, siyaset teorisi, kimlik ve kültürel çeşitlilik, popüler kültür ve siyaset ilişkisi ile politik sanat bulunuyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Dün her şey daha güzeldi...

Dünün daima daha güzel olduğu düşüncesi, sürgün edebiyatından önce, nostaljinin konusudur. Bir kelime olarak nostalji, “eve dönüş” ve “acı” anlamlarına gelen Yunanca sözcüklerden türer.

İsmi dışında tamamen yazısız ve sadece resimlerden oluşan bir roman okudunuz mu?

'The Arrival' tamamen yazısızdır. Belirli bir sistematik dahilinde bir araya getirilen görseller, illüstrasyonlar ve simgeler, hikâyenin çeviriye gerek kalmadan ve yeryüzündeki hemen herkesçe anlaşılmasını mümkün kılar