13 Haziran 2025

“The Village”: Küreköy’de yalnızlığın birleştirici gücü

“The Village” büyük çoğunlukla provalardaki doğaçlamalardan çıkmış. Son derece naif ve samimi olmakla birlikte teknik olarak oldukça komplike. Bol efektli ama efektler şaşaalı değil, el ve ev yapımı, o yüzden uzaklaştırıcı ve üstten değil yakın ve içimizden hissettiriyor

Dünya iyice tuhaflaştı. Denizi bol yerküremizde internet ve sosyal medya sayesinde bütün insanlık hiçbir devirde olmadığı kadar birbiriyle bağlantı içinde ama bu sanal, gerçek yaşamda -özellikle büyük şehirlerde- insanlar izole, kalabalıklar içinde yalnız… Birbirimizle sağlıklı ve gerçek ilişkilenme biçimlerine gitgide yabancılaşıyoruz. Dev bir ‘küreköy’de yaşıyoruz, sanalda her an herkese ulaşabilirken gerçekte ışık yılları kadar uzağız birbirimizden.

Danimarkalı tiyatro grubu Fix+Foxy insanlığın bu durumuyla ilgili bir oyun yaratmış: “The Village/Köy”’ün kastı beş farklı ülkeden, ABD, Danimarka, Hindistan, Nijerya ve Türkiye. Los Angeles’tan Christi, Lagos’tan Nnamdi, İstanbul’dan Okan (Okan Urun), Mumbai’den Abhay ve Kopenhag’dan Mette… Hepsi kendi ülkelerinde oyuncu ve bu oyunda kendilerini canlandırıyorlar: Yaşamlarını, hayallerini, umutlarını, kaygı ve korkularını, hayal kırıklıklarını, beklentilerini, politik duruşlarını… Herkes kendi şehrinde ama oyun Kopenhag’da canlı sahneleniyor.

Şöyle ki: Danimarkalı Mette fiziksel olarak sahnede, diğer herkes online bağlanıyor ve ekranda. “Küreköy”ün beş bireyi olarak yer yer absürt bir senaryo çerçevesinde bağlantı kurmaya, birbirlerini tanımaya ve hayatlarını anlamlandırmaya çalışıyorlar: Havuzda, partide, uçakta, kampta, romantizm peşinde…

Kristi, Hollywood’dan nefret ediyor ama Hollywood’da çalışan bir oyuncu olabilmek için beş yıldır garsonluk yaparak L.A’da hayatta kalmaya çalışıyor ve çok yalnız. Okan oyun arkadaşlarına ve seyirciye boğazı gösterirken kelimenin tam anlamıyla “arada” kalmış bir ülkenin arada olmayı tercih edenlere gösterdiği tahammülsüzlükten şikayetçi. Nnamdi’nin ülkesinde çok sık elektrik kesildiği için bir jeneratöre bağımlı ve dünyanın ikinci büyük film endüstrisi Nollywood’da “yapabilmek” için bol Instagram takipçisine ihtiyacı var; ricasıyla anında hepimiz onu takibe alıyoruz. Bir Bollywood oyuncusu Abhay, Mumbai’nin aşırı kalabalığından ve genel olarak dünya üzerinde çok fazla insan olmasından şikayetçi ve sürekli seyahat etmek istiyor, Mette’ye hep sıradan karakter rolleri veriyorlar ve şehrindeki insanların yabancılığı, birbirinden kopukluğu onu mutsuz ediyor.

Bu dünyanın beş farklı şehri ve saat diliminden insan ekranda el ele tutuşmaya, yan yana uzanmaya, kanepede sohbet etmeye çalışırken biz seyirciler “küreköy”de hepimizin ne kadar benzer ama uzak hayatlar yaşadığının farkına varıyoruz ve de dünyanın dertlerinin nasıl hiç olmadığı kadar hepimizin derdi haline geldiğinin…

Küreköy’de yeni bir faşizm dalgası hız alırken, artık hiçbir anlamı kalmamış bir avuç toprak uğruna masum insanlar öldürülür, aç bırakılır, yerinden yurdundan edilirken, faşizm o sevimsiz suratıyla dünyanın tüm ekranlarından insanlara arsız arsız sırıtırken başka bir hareket de eş zamanlı güç kazanıyor: İnternetle doğup büyümüş, her türlü farklılığa çok daha açık, manipüle edilmesi çok daha zor ve gelecekleri bir avuç zengin tarafından gasp edilmiş bir yeni nesil artık yeter diyor ve Küreköy’ün demode yöntemlerine başkaldırıyor; sokakta, online, okulunda, sokağında, mahallesinde, küçücük bir tekneyle Akdeniz’de dünyanın en güçlü ordusuna başkaldırarak…

Artık “Küreköy” “kötüler” ve “iyiler” olarak iki kutba ayrılmış durumda. Kötüler paraya, silahlara ve dünyayı yönettikleri illüzyonuna sahip, iyiler ise sadece herkesin eşit ve huzur içinde, kendisi olarak yaşadığı adil bir dünyanın mümkün olduğu inancına ve umuda.

“The Village” büyük çoğunlukla provalardaki doğaçlamalardan çıkmış. Son derece naif ve samimi olmakla birlikte teknik olarak oldukça komplike. Bol efektli ama efektler şaşaalı değil, el ve ev yapımı, o yüzden uzaklaştırıcı ve üstten değil yakın ve içimizden hissettiriyor. O insanların hepsi “hepimiz” olduğu için de verdiği mesaj çok güçlü. “Küreköy”de artık hepimiz yalnız, fakir ve mutsuzuz ama asla umutsuz değiliz ve biliyoruz ki o ekranlardan uzanabilsek el ele tutuşabileceğimiz kendimiz gibi milyonlar var. Portakal saçlı bir deli ve yeni ayrıldığı “X”i, roketli bir başka deli olan eski dünyanın anlamsız artıkları ise hepimizi güldürerek son faşist çığlıklarını atıyorlar.

Oyunun sonunda Cristi “mutlu sonla bitmeli” diyor, ve ekran bölünerek, bölündükçe çoğalarak dünyanın her yerinden gençleri içine katıyor, “köylü”ler gittikçe çoğalıyor: “Ben Viktor, Arjantinliyim, köye katılmak istiyorum. Ben Fatima, Mısırlıyım ve Viyana’da yaşıyorum, köye katılmak istiyorum. Ben Sam, ben Omar, ben Celine, ben Maria…”

“The Village” 5-6 Eylül’de yine Danimarka’da Musikhuset Aarhus’ta oynayacak ve tam bizim festivallik bir oyun. Umarım bu sezon İstanbul Tiyatro Festivali’ne gelir. Mutlaka gelmeli hatta. İddiasızlığı ve samimiyetiyle artık insanların ilişkilerde olduğu kadar tiyatroda da daha “sıcak” ve ulaşılabilir bir şeylerin arayışında olduğuna da işaret ediyor.

Zeynep Aksoy kimdir?

Zeynep Aksoy İstanbul’da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesi’nden sonra ABD’de University of Rochester ve Eastman School of Music’te müzik ana dal, sahne sanatları ve sanat tarihi yan dallarında lisans eğitimini tamamladı.

ABD’nin en prestijli üniversitelerinden Brown University’de tiyatro çalışmaları alanında yüksek lisans yaptı. Bir süre New York’ta çeşitli tiyatro ve film şirketlerinde çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönüp Radikal İki ve Milliyet Sanat’ta sahne sanatları eleştirileri yazmaya başladı.

20 yıla yakın eleştirmenlik kariyerinde basılı neredeyse her medyada yazıları yayımlandı. “Denizkızı” adlı romanı 2003’te yayınlandı.

T24’teki Haftalık yazıları dışında Milliyet Sanat’ta opera bale yazıları, #tarih dergisinde sinema ve dizi yazıları yayınlanıyor.

Bu aralar bir oyun, bir film ve bir dizi senaryosu üzerine çalışıyor. Boş zamanlarında geziyor, çiziyor ve müzikle uğraşıyor. İki köpek üç kedi annesi…

 

Yazarın Diğer Yazıları

Rotamız romantizm: Doğu Ekspresi’nden zamansız manzaralar

Fotoğraflarda, uçsuz bucaksızlık dışında yoğun bir yalnızlık ve hüzün hissi de var, hem o zorlu doğa koşullarında mücadele içinde var olmaya devam eden küçük, unutulmuş köylere hem de yalnız yolculuk yapana ait olan

Kedi tüyü heykeli, fil gübresi kâğıdı ve neon tavşanlar

“Hayvanların Yaşamı” insanlık olarak ilerleyip gelişmemizde çok önemli roller üstlenmiş hayvan dostlarımıza layık gördüğümüz muameleler üzerine bir daha düşünmeye ve kendi ikiyüzlülüğümüzü de sorgulamaya davet eden bir sergi...

Şiirin, resmin ve sahnenin yaklaşılabilir samimiyeti: Stagehand Act II

Bozup tekrar yapmanın hem resmin hem de hayatın bir parçası olmasıyla barışık bir ressam Leylâ Gediz…

"
"