09 Mayıs 2025

Şiirin, resmin ve sahnenin yaklaşılabilir samimiyeti: Stagehand Act II

Bozup tekrar yapmanın hem resmin hem de hayatın bir parçası olmasıyla barışık bir ressam Leylâ Gediz…

Tramvay durağında kavga çıktığı için (Türkiyesel sorunlar) geciktiğimizden galeriye vardığımızda performans çoktan başlamıştı. Leylâ, sahne arkasında dekor asmak, değiştirmek için kullanılan şu külüstür basamaklardan birinin üzerine çıkmış bir metin okuyordu. Elbisesi, ortamın ışığı ve mizansen bir Rönesans resminden fırlayıp Balat’a ışınlandığı izlenimini yarattı bende:

“Giydim önlüğü, başladım kendimle tepişmeye.
Nefesine dön!
Nefesine dön!
Yeniden dene
Ama olmuyor işte, virüs saldırısına direnemiyorum -
ve şiddetle batıyorum
boyayla çamur arasında bir pisliğin içine
Bazen düşünüyorum, başka bir hayatım olsaydı keşke
İnanmayacaksın bu söyleyeceğime ama
Her şey ama her şey resim yapmaktan iyidir”

Leylâ Gediz şiir okurken...

Denk gelişler… Geçmişten bir tiyatro bileti gibi tasarlanmış davetiyede “Tam 19.00’da orada olun!” yazıyordu. Buna telaşlanıp özellikle zamanında yola çıkmış ama kendimizin dışında, içinde yaşadığımız ülkenin gerçekleriyle ilgili bir sebepten geç kalmıştık ve tam da bu her şeyin ama her şeyin yazı yazmaktan daha iyi olduğunu düşündüğüm sancılı günlerde, bir ressamın sergisinin bir parçası olarak tasarladığı Spoken Word performansının bu kısmına yetişmiştim. Rastlantı yoktur dersek abartmış olur muyuz?

Leylâ Gediz’in, “ilk perdesini” geçtiğimiz sonbaharda sunduğu “Stagehand” sergisinin ikinci perdesi, “Stagehand-Act II” The Pill’de “sahne alıyor.” Sergilerin isim annesi, Leylâ’nın çok sevdiği ve “detayın, küçük işlerin önemi üzerine hicivli bir güzelleme” olarak gördüğü Mary Ruefle’nin bir şiiri:

 Benim işim, ilk perdenin sonunda sahne zemininden ayakkabıları kaldırmak — Kontes’e ait olanlar, kare tokalı, gül rengi saten kumaştan, alçak topuklu, tatlı terlikler. Üçüncü perdenin sonunda tekrar yaparım bunu; ama bu kez üç çift ayakkabı vardır: Ölmüş Kontes ve sevgilisinin ayakkabıları ve onları öldürdükten sonra kendini de öldüren şaşkın Kont’un ayakkabıları. Ayakkabıları kaldırırım ki, oyuncular selam verirken onlara takılıp düşmesinler. Tam o sırada, sahne kenarında durur ve düşünürüm: Eğer ben olmasaydım, felaket yaşanırdı.

Sergide tiyatronun sahne arkasında yaşanan, seyircinin gözlerinden saklı gerçekleşen üretim sürecinden kesitler ressamın atölyede resmiyle baş başa geçirdiği, izleyicisinin gözlerinden gizli sancılı süreçle paralellik kuruyor, bunlara yazılı metinler katılıyor, yaratıcı ifadenin üç formu; resim, tiyatro ve şiir Gediz’in her zaman otobiyografik işlerine ilham oluyor ve resimler sahne kurulmadan tam önceki halini ya da dağınık bir atölyeyi çağrıştıran bir enstalasyon içinde izleyicisiyle buluşuyor. Leylâ’nın resimlerinde ve bir sanatçı olarak kişiliğinde en sevdiğim özellikleri pratiğinin sürecine en az tuvale yansıyan son kararı kadar önem vermesi ve günlük hayatta ilgisini çeken rastlantıların tuvallerinde gerçek hayatta var oldukları bağlamlardan bambaşka anlamlara evrilmeleri… Atölyesinde çalışırken kaşındırdığı için söküp yere attığı elbise etiketi tuvale düştüğünde, o üzerinde “Made in Turkey” yazan buruşuk haliyle Türkiyeli olmak veya “Türkiye’den kopup gelmek” üzerine düşündürüyor örneğin…

Ya da, YKY’deki Hagop Ayvaz sergisinin kitabında karşısına çıkan bir fotoğraftaki 1932 tarihli, el boyaması bir Varyete afişi [Afişi yapanın (Ahmed) Münif Fehim olduğunu düşünüyor] Stagehand’in ilk perdesinde dans eden çıplak kadınları betimleyen koskocaman bir afişin 1932 yılında sokağın ortasında asılı olabilmesinin yarattığı bir sosyo-feminist sorguyken “2. Perde”de Varyete 2’yle bu kez daha kişisel bir anlatıya, bir şeyleri geride bırakırken türeyen ve gittikçe renklenen yeni benliklere vurgu yapıyor. “İzleyiciler” de iki boyutlu tuval üzerinde çok farklı seviyeler söz konusu: Sahne üzerindeki dekoru oluşturan katmanlar, sahnenin önündeki (belki kişisel) karanlık, seyirciler ve tuvalin solundan ufacık bir kısmını görebildiğimiz bir ressam stüdyosu, merdivenleri o sahneye çıkan… Seyirci sahnenin iskeletine, onu izleyen kendisine ve yan cephede bu ikisinin de oluşum sürecine aynı anda bakıyor…

Bozup tekrar yapmanın hem resmin hem de hayatın bir parçası olmasıyla barışık bir ressam Leylâ Gediz… Önce sahnedeki dans eden çift siluetine ve izleyiciye arkası dönük olarak resmettiği, Cahide Sonku’dan ilham alan, yazı yazan kadının yüzünü bize döndürüyor tuvaldeki son kararında örneğin, böylece hem resminin nesnesi hem de belki de kendisi seyircisiyle yüzleşmeyi göze almış ve güç kazanmış oluyor.  

Bej ve soluk sarı tonları, siyah, beyaz ve kahverengilerin hakim olduğu resimlerden sadece bir tanesi renkli. Onda da set artık neredeyse kurulmuş, “stagehand”ler son rötuşları yapıyorlar, birazdan oyun başlayacak, sergi açılacak ya da belki hayatın yeni bir bölümüne geçiş yapılacak, her halükârda bir şeylere hareket ve renk gelmiş olacak.

Leylâ’nın başını kaçırıp tam ihtiyacım olan yerine denk geldiğim, ismi “Yere Düşen Şekiller Arasında” 2022’de aramızdan kayıp giden Komet’in 2001 tarihli “Sıkılıyordum” isimli şiirinden devşirme şiiri “Dün gece rüyamda bir kuyruklu yıldız gördüm” diye başlıyor, “Güneşin etrafında 81 kez döndükten sonra ardında parlak bir çizgi bırakıp kaybolan arkadaşım Komet’i buldum rüyamda, yoktan belirdiğinde, atölyede tuvalimin başındaydım ama ilerleyemiyordum.”

Tıpkı Komet’in hayalinin, atölyesinde üretim sancısı çeken dostunun, meslektaşının fırçasından tutması gibi; bir an, bir obje, bir insan ya da bir hayalet dürtüverir bazen sanatçıyı böyle, devam etmesi için yol gösterir. Öyle olmasaydı eğer, resim yapmaktan nefret eden, yazmaktan ölesiye korkan ya da bestelerini berbat bulan bu tuhaf yaratıcı kafalardan hiçbir şey kalmazdı insanlığa…

Leylâ Gediz’in anlamlar arasından yeni anlamlar çıkaran, şiiri, resmi, sahneyi, enstalasyonu, sanatçının üretim sürecini, gündelik hayatı ve kişisel dönüşümleri dünyaya çok farklı bakan bir perspektiften kavramsal ama yaklaşılabilir bir samimiyetle ele alan sergisi “Stagehand Act II” 31 Mayıs’a kadar The Pill’de görülebilir, daha doğrusu deneyimlenebilir.

Zeynep Aksoy kimdir?

Zeynep Aksoy İstanbul’da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesi’nden sonra ABD’de University of Rochester ve Eastman School of Music’te müzik ana dal, sahne sanatları ve sanat tarihi yan dallarında lisans eğitimini tamamladı.

ABD’nin en prestijli üniversitelerinden Brown University’de tiyatro çalışmaları alanında yüksek lisans yaptı. Bir süre New York’ta çeşitli tiyatro ve film şirketlerinde çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönüp Radikal İki ve Milliyet Sanat’ta sahne sanatları eleştirileri yazmaya başladı.

20 yıla yakın eleştirmenlik kariyerinde basılı neredeyse her medyada yazıları yayımlandı. “Denizkızı” adlı romanı 2003’te yayınlandı.

T24’teki Haftalık yazıları dışında Milliyet Sanat’ta opera bale yazıları, #tarih dergisinde sinema ve dizi yazıları yayınlanıyor.

Bu aralar bir oyun, bir film ve bir dizi senaryosu üzerine çalışıyor. Boş zamanlarında geziyor, çiziyor ve müzikle uğraşıyor. İki köpek üç kedi annesi…

 

Yazarın Diğer Yazıları

“The Village”: Küreköy’de yalnızlığın birleştirici gücü

“The Village” büyük çoğunlukla provalardaki doğaçlamalardan çıkmış. Son derece naif ve samimi olmakla birlikte teknik olarak oldukça komplike. Bol efektli ama efektler şaşaalı değil, el ve ev yapımı, o yüzden uzaklaştırıcı ve üstten değil yakın ve içimizden hissettiriyor

Rotamız romantizm: Doğu Ekspresi’nden zamansız manzaralar

Fotoğraflarda, uçsuz bucaksızlık dışında yoğun bir yalnızlık ve hüzün hissi de var, hem o zorlu doğa koşullarında mücadele içinde var olmaya devam eden küçük, unutulmuş köylere hem de yalnız yolculuk yapana ait olan

Kedi tüyü heykeli, fil gübresi kâğıdı ve neon tavşanlar

“Hayvanların Yaşamı” insanlık olarak ilerleyip gelişmemizde çok önemli roller üstlenmiş hayvan dostlarımıza layık gördüğümüz muameleler üzerine bir daha düşünmeye ve kendi ikiyüzlülüğümüzü de sorgulamaya davet eden bir sergi...

"
"