Dünyanın yine çok karanlık hissettirdiği, niçin doğayla uyum içinde yaşayabilen diğer bütün türlerden biri, flora ya da fauna değil de insan olduğumu sorgulayarak beş karış suratla yürürken, tesadüfen tanıştım Marcel Dzama ve evreniyle… Çok tuhaftı çünkü bir gün önce de Pera Müzesi’nin önünden geçmiştim, o gün biraz daha az mutsuzdum ve bu sergi henüz başlamamıştı. Demek sanat bazen muzip bir peri gibi bir tam güneş tutulması karanlığını bekliyor karşımıza çıkıp umut tazelemek için…
Sergiden içeri girdiğiniz anda çocuksu, masal kitaplarımsı, oyuncaklı, neşeli, rengarenk, bir o kadar da politik bir dünyaya adım atıyorsunuz. Portaldan paralel bir evrene ışınlanmak gibi bir şey…Gerçi sanata dair iyi olan her şey tam da bunu yapıyor aslında, ama bu portalın öte tarafı ekstra cezbedici…

1972 Winnipeg, Kanada doğumlu, New York’ta yaşayıp üreten sanatçı Marcel Dzama’nın sergisi bu portal, arada ortak çalışmalar yaptığı, serginin isminde de geçen arkadaşı Raymond Pettibon’dan “küçük bir yardımla”-Ay Işığında Dans.” Çoğu Dzama’ya ait ama ortak işler de mevcut.
Stalin’le Trump’ın ateşler saçan, ejderhalı fonun önünde sarıldığı bir resim var örneğin, sosyal gerçekçilik tarzında yapılmış ama sosyal gerçekçiliği eleştiren bir slogan içeren başka bir resim, gülen aydedeler, kuklalar, eli silahlı ucubeler, üzgün palyaçolar, kabare, sirk ve o dünyaların cazibeleri, şeytanla ona tapanlar, batan bir Özgürlük Heykeli ve yine turuncu saçlarının groteskliğiyle davranışları akıl almaz bir uyum içinde olan Trump, elinde golf sopasıyla, ya da ağzından dumanlar püskürtürken.

Öte yandan “Bütün Gençlik Dans Eder ve Kimse Önümüze Çıkamaz” isimli, mutluluk saçan bir resim de var ama, Bob Dylan da, Beatles da, kelebek kostümünde, belki drag queen, mutlu bir revü sanatçısı da…. Küçücük resimler de, tüm bir müze duvarını kaplayanlar da, heykeller ve filmler de, yerleştirmeler de… Güncel dünyamıza dair kabuslarla absürt rüyalar, hayal gücüne ve algısına hiçbir sınır çizmemiş, bu anlamda belki hep ergen kalmış iki sanatçı koca çocuğun tıklım tıklım ıvır zıvırla dolu, rengarenk stüdyolarından taşıp kendilerini bir şekilde Tepebaşı’nda bulmuşlar. Bizi kurtarmaya gelmişler sanki, neşe saçmaya, tam savaş borularıyla kaygılanacakken insanların tepelerine bombalar yağarken bile üretip mutlu olmanın bir yolunu aramaya da gayet meyilli olduklarını hatırlatmaya…
Dzamp ve Pettibon, türümden yine nefret ettiğim o berbat günde beni kurtardılar. İnsan olmaktan yeniden neşe ve umut duymamı sağladılar, hayal kurmamı ve hayallerimi özgür bırakmaktan hiç korkmamamı fısıldadılar renkleriyle kulağıma.

Dzama (ve arada cameo yapan dostu Pettibon’un) işleri önlerinde dakikalarca durup detay detay incelenesi, ya da tek bir bakışla anlık bir mutluluk yaratıp geçilesi, türlü duygu durum salınımlarına izin verecek kadar renkli, çeşitli, hem de büyüleyici ve gerçekler aynı anda. O kadar içinden çıkmak istemeyeceğiniz, kabuslarla eğlencenin hep beraber var olduğu, hem gerçek hem fiktif hem de kendisiyle dalga geçen bir evrenden selam ediyorlar ki, işlerin üzerinde tek tek entelektüel incelemelere dalma fikrinin kendisi bile saçma geliyor bir sergi üzerine yazmaya oturmuş ve bunun formatıyla ilgili kendince bir nosyonu olan bu yazara. Çünkü o kurallar ve formatlar dünyası yaratıyor belki de kendimizi insanlıkça içine tıkıp sonra çıkamadığımız ve mecburen ejderhalarla savaştığımız karanlık dehlizlerimizi…
İnsan olmaktan her utanıp karalar bağladığımızda yüzümüzü sanata dönmek her şeyi tersine çeviriyor çünkü onu yaratan da bizim tür. Ne kadar tuhafız!

Dzama ve Pettibon’la New York’taki o oyuncakçı dükkanıyla tozlu bir eskici arası adeta başka bir boyutta sıkışıp kalmış gibi duran stüdyoda, bu insan olmaya dair en önemli değeri, hayal edebilme gücünü yerçekimsiz boşluğa bıraktıkları o ortamda, ben de pastel boyalarım, türlü çeşit resim malzemesi ve aksesuarla, yaratıcılığımı serbest düşüşe alarak saatlerce, kaygısızca ürettiğim bir günün hayalini kurarak, yüzüme yerleşmiş muzip bir gülümsemeyle çıkıyorum müzeden…Şişhane’ye yağmur yağıyor ve ben yeryüzünde hayal etmek, mutluluk vermek ya da düşündürmek adına sanat üretmiş, üreten ve üretecek herkese sonsuz şükran duyarak ıslanıyorum.

Sonra Dzama’nın Winnipeg’li olması birden aklıma yıllar önce İKSV festivallerinden birinde izlediğim ve hâlâ unutamadığım, bu serginin benzeri acar tonuyla beni cezbetmiş, Guy Maddin’in “Benim Winnipeg”im filmini getiriyor. “Dur” diyorum kendime, “bunu aklına not al, Kanada’nın bir ucunda, tanrılar, tanrıçalar ve hatta gözü her yerde olan Trump’ın bile unuttuğu bir yer gibi duran Winnipeg, böyle sanatçılar çıkardığı için derinlemesine incelenmeyi hak ediyor galiba.”
Winnipeg ve tuhaf sanatçıları, yağmur altında kafada kabaca planlanıp yakında yazılmak üzere aklımın arşivine kaldırılıyor. Bu sergiyle de işim henüz bitmedi zira…

“Marcel Dzama-Ay Işığında Dans Arkadaşı Raymond Pettibon’dan Küçük Bir Yardımla” sergisi 17 Ağustos’a dek Pera Müzesi’nde…
Zeynep Aksoy kimdir?
Zeynep Aksoy İstanbul’da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesi’nden sonra ABD’de University of Rochester ve Eastman School of Music’te müzik ana dal, sahne sanatları ve sanat tarihi yan dallarında lisans eğitimini tamamladı.
ABD’nin en prestijli üniversitelerinden Brown University’de tiyatro çalışmaları alanında yüksek lisans yaptı. Bir süre New York’ta çeşitli tiyatro ve film şirketlerinde çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönüp Radikal İki ve Milliyet Sanat’ta sahne sanatları eleştirileri yazmaya başladı.
20 yıla yakın eleştirmenlik kariyerinde basılı neredeyse her medyada yazıları yayımlandı. “Denizkızı” adlı romanı 2003’te yayınlandı.
T24’teki Haftalık yazıları dışında Milliyet Sanat’ta opera bale yazıları, #tarih dergisinde sinema ve dizi yazıları yayınlanıyor.
Bu aralar bir oyun, bir film ve bir dizi senaryosu üzerine çalışıyor. Boş zamanlarında geziyor, çiziyor ve müzikle uğraşıyor. İki köpek üç kedi annesi…
|