31 Mayıs 2025
Galatasaray Lisesi, sona doğru
Bugün, biraz “şahsi” oynayabilir miyim? Kendi hikâyemin önemli bir parçasına dair. Aslında birlikte yola çıktığım nice “çocuk”un da hikâyesi. En azından yıllarca öyle. Ve hâlâ biraz öyle. Yollar ayrılsa da sonra, kalpler bir şekilde oralarda atmaya devam etmiş. Başka başka birileri olsak bile, “kardeşçesine benzer çocuklar” olarak kalmaya devam etmişiz.
Henüz altı yaşımdayken çıktığımız yolculuk 12 yıl sürmüştü. Sadece sınıflar, dersler değil, yemekhanelerde ve yatakhanelerde, oyunlarda, derken serseriliklerde de paylaşılan 12 yıl.
Altı yaşında bir çocuktum mesela: Babasının ölümünden birkaç ay sonra bir dolu kardeş sahibi olan. Ailelerimizle olduğumuz zamanlardan çok daha fazlasını, çok daha yoğununu, kahkahaları da gözyaşlarını da paramızı da parasızlığımızı da, sırları, umudu, hayalleri, kırgınlıkları, öfkeleri de paylaştık. Ortaköy’ün devasa sobalarının etrafına sıralanan karyolalar ve tahta dolaplardan, Beyoğlu’nun arka sokaklarına kadar.
Tabii ki bir yandan her birimizin kendi kişiliği, bireyselliği, kendi tutkuları, özlemleri, idealleri, acı ve umut adına biriktirdikleri de serpilip büyüyordu. Ancak kim neye inanırsa inansın, sonra kim ne iş yaparsa yapsın, o kocaman ortak yaşam, geride derslerde öğrendiklerimizden çok ayrıntı bırakmasa bile, hafızalarımızda; her koşulda “dayanışma” duygusunu kökleştirmiş vicdanlarımızda.
25 yıl olmuş Beyoğlu’nda, Galatasaray’daki o lise binasından çıkalı. Birçoğumuz birbirini görmeye devam ediyordu ama, bizi içine çekerken bir yandan da elimizden kayıp gitmekte olan hayat bir yerlere de savuruyordu. Sadece savurmuyor, “kayıplar” listesini de çoğalta çoğalta bizi eksiltiyordu.
Sayıyoruz, “Ömer öldü, Mutlu da Ensari de Tarık da.” İlk üçü altı yaşımın ilk arkadaşlarındandı ve henüz bu 25 yılın daha başlarında ve hepsi, onca paylaşılanlardan sonra, kim bilir hangi paylaşamadığımız girdaplar içinde sessizce pes etmiş, “hoşça kalın” demişti.
Sonra başka isimler, uçak kazası, kanser, kalp… Hemen hayata dönüveriş sonra. Anlar, anılar, ortak albümlerimiz, siyah beyaz fotoğraflara nakşedilmiş hergele duruşlar, birisi anlatırken bir diğerinin bir başka ayrıntıya uçuşu; hiçbiri hiçbir zaman unutulmasın telaşlarında. Dökülen, aklaşan saçlar, çoğalan çizgiler, hala tığ gibisinler, kiminde koyverilmiş göbekler, kendi değişmemişliğinin hayaliyle biraz da, hiç değişmemişsinler.
Dün akşam, bir 25 yıl sonra, çocukluğumuzun, ilk gençliğimizin peşine düşüverdik işte; olabildiğince, gelebildiğince, toplanabildiğimizce. Sınıflar, sıralar, okuldan kaçışımızın parmaklıkları; bina içindeyken kaçmayı düşünmeye inat aslında koşa koşa dönüp sarıldığımız rengarenk kabilemiz.
Hayatın bir yerlerinde durmaya çalışıyoruz. Bir çocuk sevinç bile nice hüzünler, nice mucizeler kucaklaya kucaklaya gelmiş bugüne.
Altı yaşımda hayatımın ilk sınavı için Galatasaray Lisesi’ne, o hiç bitmeyen 12 yıllık yolculuğa ilk adımı attığımda, girişteki büstü gösterip “büyük deden” demişlerdi. Onu dedem, hatta henüz çocuk yaşta ölen ağabeyi ve sonra babam da izlemişti zaten mektepte. Şimdi o bahçede, o koca ailemden kardeşlerime, “Okul sahnesinde, şu gösterideki küçük kız, yani benim 35 yıl önceki sınıfımdan olan şu çocuk, Çiğdem, hâlâ ben’im, benim kızım” diyebildim.
Geçmişinizi ararken dahi, gelecek hep önünüzde durmaz mı? Geleceğe bakarken de geçmişiniz! Seni özlemişiz ilk gençliğimiz!
Yukarıdaki yazıyı, mezuniyetin 25’inci yılında Milliyet’te yazmıştım. Bir 25 yıl daha geçti. Şimdi şu bir iki gün, o 50 yılın en azından 50 yıl öncesine kavuşma günleri. 50’nci mezuniyet yılı. Ayakta kalanlar, hayatta kalanlar için tabii! Yoksa o yazıdaki “kayıplar”a Erhan, Mehmet, Yeşim, Süheyl, Levent, Yalçın, Serdar, bir Ömer daha, Aslıhan, Selçuk, Tevfik, bir Ömer daha, Vedat, Mehmet, Ferda, Hasan, Turgay da çoktan eklendi. Bunlar sadece altı yaşımdayken ilkokula birlikte başladıklarım. 64’te 20. Üçte birimiz. Onlara sonraki yıllarda birlikte okuyup çok şey paylaştıklarımızı da ekleyiveriyor gönlüm. Başta Salih Ecer, Alper, Mehmet ve niceleri.
Bu yazı 25 artı 25 yıl sonra, onların ruhuna olsun. Bende, bizde bıraktıkları tüm çocuk ve genç, kiminde yetişkin anılara, sevgilere. Kiminin çocuk, kiminin genç, kiminin yaşlansa da gülümseyen gözlerine.
Sonra ben büyüdüm. “Dünyayı sadece yorumlamak değil, değiştirmek” de istedim. Kızım, Çiğdem de çoktan mezun oldu oradan. Kardeşi Yonca ile o büst, büyük büyük dedeleri Recaizade Mahmut Ekrem önündeki çocuk fotoğrafları, gün geldi, “Edebi ve Edepsiz Beyoğlu” kitabımda da gülümsedi. Kalbimin kaderi o mektepten yola çıkmıştı, Beyoğlu’nda yol aldı, yolculuklara sarıldı.
Belki hâlâ altı yaşımdayım… belki 17-18’im, belki yolculuğun sonlarındayım. “İyi insan” olabilmek adına ruhumuza kattıkları için, başta Necdet Bey, artık hayatta olmayan tüm öğretmenlere, kaybettiğimiz yol arkadaşlarımın hatırasına saygıyla, hayatta olanlara sevgiyle. Size de tabii. Bilhassa da bizim o çocukluğumuzu, gençliğimizi yaşarken, bu ülkenin bitmek tükenmez zorbalıklarına ve hoyratlıklarına da maruz bırakılarak hayatını kaybetmiş tüm çocuklara, gençlere… hâlâ tutuklu olanlara da. Aklı da, kalbi de, hele hele umudu inatla diri tutmaya devam ederek!
Umur Talu kimdir?Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu. Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığı yaptı; Vicdanımızın Hatıra Defteri, Tarladan Okula Bir Damla, Cumhuriyet'in İlk Durağı belgesellerinde metin yazarlığının yanısıra çekimlerinde bulundu.
Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür), Edebi ve Edepsiz Beyoğlu (Literatür), Devrim Mutfağı (Bengi Başaran’la birlikte - Kafka) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı.
|
İzninizle bir durmak istiyorum. Ne kadar sürer, bilmiyorum. Bu sürede tamir etmek istediğim çok şey var. Kimi sevdiğimin kalbinden, belki bedenimdeki kimi sinyale kadar. Aklımı da kalbimi de elbette. Neyi eksikse hepsinin, neyi aksaksa!
Tahakküm edene “doğal” gelen tahakkümün, tahakküm altında ezilene, hırpalanana, aşağılanana, hayatıyla oynanana, ruhu karartılana “doğal” gelmesi, “doğal olarak” insan tabiatına, aklına, kalbine aykırı!
“Adalet ve adaletsizlik” düzeninin en büyük marifeti, kötülüğü ve haksızlığı meşrulaştırması! Gündelik hayatın içine iyice (kötüce) yerleştirip üstünde adaletsizliğin keyfini çatması!
© Tüm hakları saklıdır.