11 Nisan 2025
Hiçbir şiddete bulaşmadığı, anayasal haklarını kullandığı için tutuklanan cezaevindeki gençlerin tamamı tahliye olana kadar onların sesi olmaya devam etmeye çalışacağımızı geçen haftaki yazıda söylemiştim. Bu hafta da 21 yaşındaki, Saraçhane sürecinde ‘sokaktan’ alınan ve ardından tutuklanan üniversite öğrencisi bir arkadaşımızın anlattıklarını sizlerle paylaşıyoruz.
Adını ve okulunu gizlemek isteyen genç arkadaşımızın bu talebi, şu anda protestolara katılan üniversite öğrencileri ile alakalı yürütülen kindar süreç göz önüne alınca bana da çok daha ‘güvenli’ geldi açıkçası.
O yüzden kişisel bilgileri bende saklı!
Avukatlar aracılığı ile yazılı gerçekleştirdiğimiz söyleşiye gözaltına alınma sürecinde yaşadıklarıyla başladık. Hükümet yetkililerinin, İçişleri ve Adalet bakanlarının ısrarla ‘işkence yok’ açıklamalarını da göz önünde bulundurarak bu genç arkadaşımıza yaşadıklarını sormak istedim, işte anlattıkları:
“Gözaltılarda Çevik Kuvvet, videolarda da gördüğü gibi, oldukça sert müdahalelerde bulunuyordu. Zehirlenmiş, gözleri dönmüş hâldelerdi. Alındığım gün alanda basın mensupları vardı ve onların bizim gözaltına alındığımız anlarda kayıtta olmaları ciddi yaralanmaların ve darpların önemli ölçüde önüne geçti. Fakat yine de basının varlığı bizi hırpalanmaktan, duvarlara ellerimiz arkamızda kavuşturulmuş halde vurulmaktan, sinkaflı sözler, ağır hakaretler ve tehditlerden, cinsiyetçi söylemlerden, aşağılamalardan ve bizleri eğlence malzemesi hâline getirmelerinden korumaya yeterli olmadı. Şahsi nefretleri öyle bir boyuttaydı ki bizi hep birlikte tek bir alana toplamak için yürütürlerken polisler arkamızdan hep bir ağızdan alanda atılan sloganları haykırıyordu. Aslında oldukça gülünçlerdi. ‘Emir kulları’ polisler uygulamalar esnasında oldukça başına buyruk davranışlarda bulunuyor, fazlasıyla ‘esnek’ hareket ediyorlardı. Amirleri tarafından dahi zaptedilmeye çalışıldıklarına defalarca kez şahitlik ettik.
Biz 24 Mart akşamı alınan gruptandık, gözaltı yavaş işletildi. İlk gece sabahın ilerleyen saatlerine kadar araçta bekletildik. İçeriye alınırken de kelepçelerle yürütüp videolarımızı çektiler, yani vatanı için mücadele eden gençlere zulmederken adeta bir terör örgütünü çökerttiğini falan zanneden, öyle bir motivasyonla davranan bir güruhla karşı karşıyaydık. İlk 24 saat avukatlarımızı dahi göremedik. Ki aslında bu ilk 24 saat dışarıyla bağımızın tamamen kesildiği, haklarımızın kesinlikle teslim edilmediği, bir bilinmezin, karanlığın ve boşluğun içerisinde hiçbir sorumuza yanıt alamadan kafamızda onlarca soru işaretiyle, kaygı ve korkuyla beklediğimiz, bitmek bilmez bir 24 saatti.
Hepimiz insani muameleyi, ilk olarak apar topar kısacık görüşmeler yaptığımız avukatlarımızdan gördük. Bunun beni umutsuzluktan hiç geri dönmemek üzere çıkardığını ve silkeleyerek kendime getirdiğini hatırlıyorum. Orada diyebildim ki;
‘Evet ben yanlış bir şey yapmadım ve bu haksızlıklarla mücadele edebilecek kadar da güçlüyüm.’ Korktukları da zaten bu. Bizlerin ne kadar güçlü olduğumuzun farkına varmamız; Egemen olan biziz, yani halk! Dört gün boyunca ifadelerimizi almadan, sadece yıldırılma amacıyla bekletildik. Adliyeye sevk sırasında, adliyede, hâkimlik önünde ve hatta tutuklama kararı sonrası cezaevine sevk sürecinde de uzun uzun bekletildik. O gün bizlere su dahi vermediler, aç kalmaktan bahsetmiyorum bile. Sağ olsunlar yine gönüllü avukatlarımız yetişti o konuda da yardımımıza.”
“Cezaevine giriş sırasında da yine jandarmadan rutin hâle gelmiş kötü muameleler, kaba tavırlar, çirkin sözler, bıyık altından gülmeler. Cezaevi infaz koruma memurlarından herhangi bir kötü muameleye maruz kalmadığımızı özellikle belirtmek istiyorum.
Bizim sevk öncesi geçici olarak tutulduğumuz Metris 1 No’lu T Tipi Kapalı Cezaevi’nin elbette kendine has ve ciddi problemleri vardı, fakat memur arkadaşlar ve hatta bazen idari kadronun şahsen ilgili davrandıklarını dahi düşünüyorum. Daha önce bahsettiğim gibi gözaltına alınırken, sevkler ve sağlık kontrolleri sırasında çoğu Çevik Kuvvet olan personelden gördüğümüz kötü muamele haricinde; nezarethanede -birkaç polis memurunu tenzih ederek- personelin çoğunun temel haklarımızı talep ettiğimiz durumlarda dahi oldukça ilgisiz yaklaşımından söz edebilirim.
Öğle yemeği diye önümüze köpek mamasından hâllice şeyler kondu, çoğu zaman tuvalet ihtiyacımızı gidermemize izin verilmedi. Hatta bir keresinde bir arkadaşımız sadece güldüğü için tuvalet yasağı kondu. Örgütlü suçlardan yargılanan tekinsiz tiplerle beraberdik. Terör suçlularıyla aynı muameleleri gördük, öyle ki ‘n’aptık adam mı öldürdük’ sorusuyla sitemde bulunmak bile gülünç, çünkü adam öldürene bile bu muameleler yapılmıyor. Zaten bazı arkadaşlarımızı şafak operasyonlarıyla evlerinden TEM yüzlerine uzun namlulu silahlar doğrultarak almışlar, yaşadıkları travmayı tahmin etmek bile güç. Evet bizi karanlık izbe odalara sokup ağzımızı burnumuzu kırmamış olabilirler, ki buna sebep de muhtemelen 24 saatte bir doktor görecek olmamızdı, yoksa aralarında bu kadar ileriye gidebilecek kadar nefret dolu ‘insanlar’ kesinlikle vardı, ancak pasif işkenceye hepimiz maruz kaldık. Gözaltında, nezaretlerde yaşadıklarımız bir yana cezaevinde idari tatil bahane edilerek ve geçerli bir sebepmiş gibi öne sürülerek işlerin yapılması ve hizmetlerin sağlanması için gereken personelin olmayışı sebebiyle muhtaç olduğumuz ciddi ilaçlarımızı dahi alamamamız, doktor göremememiz, bayramda açık görüşlere çıkamamamız, kantin olmadığı için temel ihtiyaçlarımıza günlerce erişemememiz, telefon görüşlerine çıkamayışımız, bize gelen kitapları teslim alamamamız gibi...”
Sorgu aşamasında yaşananlara gelince; gençlerin soru deneyimi “Cumhurbaşkanı’na hakaret” konusunda ortaklaşıyor. Aynı gencin sorgu deneyimine kulak verelim:
“Hepimizin önüne kopyala yapıştır aynı kâğıtları koydular. ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiğiniz düşünülüyor, yüzünüzü neden kapattınız, slogan attınız mı, pankart taşıdınız mı, Erdoğan’a sövdünüz mü, yasağa neden uymadınız’, tüm sorular bunlardan oluşuyordu.
Peki ya cezaevi ve koğuş aşaması; 50 yıl öncesinde çekilmiş bir mahpushane filminden hâllice; rutubet, paslar, her taraf oldukça kirli ve tozlu, her tarafına ayrı bir acı ayrı bir keder sinmiş, duvarlarda yazılar, döküntüler, kimi tırnaklarıyla kazımış, oldukça soluk, oldukça ruhsuz. Açıkçası beklendiği de gibiydi, rahatsız etmedi. Saati ve zamanı takip etmek mümkün olmuyordu, hele nezarette gündüz mü gece mi anlaşılmıyor bile. Gelişmelerden, dışarıda yaşananlardan sadece bizimle görüşmeye gelen avukatların ilettikleri kadarıyla haberdar olabiliyorduk.”
21 yaşında bir genç kendini aniden hapishanede bulunca ne hissetti, ne düşündü diye soruyorum, Aldığım cevap beni etkiledi açıkçası:
“Umutlu, mutlu ve hatta huzurluydum. Şaşırtıcı gelebilir belki, ama hiç olmadığım kadar özgür hissettim. Vicdani hürriyetime duvarlarla engel koyamadıklarını görmek, ne kadar çaresiz ne kadar korkmuş olduklarını anlamak, emsali görülmemiş bir kuvvetle dolduruyordu beni. Göğsüm umutla dolup taşıyor, mücadelenin haklı gururunu hep hissediyorum. Hiçbirimiz yanlış bir şey yapmadık… Biliyorum ki, hepimiz biliyoruz ki arkamızda koca millet var.”
Hayatının ilk eylemi miydi, merak ediyorum. “Alındığım günkü hayır, fakat Saraçhane ilk katıldığım eylemdi” diyor.
Peki onu sokağa çıkmaya iten unsurlar ne:
“Biz politikalar üstü bir taraftan bakıyoruz. Meselemiz vatan meselesidir. Egemenlik ise kayıtsız şartsız bizimdir. Bu değerleri hatırlamak, hatırlatmak ve yaşatmak gerektiğinin bilinciyle sokaklara çıktık.”
Gelecekten beklentileri nedir peki, Türkiye de değişmesini istedikleri nedir? Anlatıyor:
“Bizim gelecekten beklentimiz geçmişe dönmektir. İlerlemeden önce, hep beraber öncelikle geçmişimize dönersek yolculuğumuz anlam kazanabilecektir. Hak talep etmekten ziyade kazanılmış haklarımızı kurtarmak ve müdafaa etmek derdindeyiz. Hep beraber Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yoluna dönmemiz; pusulamızı O’nun hedefine çevirmemiz gerekiyor. İlkelerini, düşüncelerini, fikir ve yöntemlerini benimsemeliyiz.”
Türkiye’de öğrenci hareketlerinin geri dönüşü olarak algılanıyor bu yaşanan süreç, bunun hakkında ne düşündüğünü soruyorum:
“Gençlik emanetine sahip çıkıyor. Kuşağımız bağımsızlığına ve bireyselliğe düşkün, ancak atalarına, vatan toprağına ve bayrağına da vefayla bağlı. Şanslıyız ki bu bir öğrenci hareketi, bizim dahi kendimizden öğrenecek daha çok şeyimiz var.”
Peki ya gelecek, ürkütmüyor mu hiç?
“Geleceğe bakarken mevcut düzeni referans noktası olarak almıyorum. Hayalperestlik zannedilebilir ancak zamanında mümkün olduğu sanılmayan her bir zafer; mazlumların çok büyük acılar çektiği çok büyük sınavlardan geçtiği dönemlerin hemen ardından kazanılmıştır. Upuzun bir gecenin tan ağarmadan hemen önceki anındayız. Gelecek benim için apaydınlık.”
Muhalif olarak fişlenmiş olmak, muhalif gençlere sergilenen kindarlık da göz önünde bulundurulduğunda, endişelendiriyor mu?
“Dönüşümün ve kurtuluşun kapıda olduğu şu günlerde ancak iktidar yanlısı olarak fişlenmiş olsam korku hissederdim. Mevcut düzende yandaş değilsek, amcalarımız, dayılarımız iktidar sahibi birilerine söz geçirecek insanlar değilse, bizim önümüzde zaten parlak bir gelecek yoktu. Bu fişlenme meselesi dolayısıyla zaten bize bir kayıp yaşatamayacaklar. Biz bu iktidarın içine doğduğumuz gün baştan mağluptuk zaten, başlattığımız bu hareket zaten içinde bulunduğumuz vahim durumu değiştirmek içindir.”
Tuğçe Tatari kimdir?Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu. Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı. Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor. |
Bazen düşünüyorum da gazetecisinden, akademisyeninden, hukukçusundan, aktivistinden; bu gözümüze gelen tüm ‘düşünce insanlarının’ yarattığı ortama ne ad veririm diye… Ben hiç düşünmeden ‘Tayyip Erdoğan Meydanı’ diyorum… Olması istenenler olacak, onu biliyoruz. Peki biz okur-yazar tayfa, biz ne yaparız; biraz konuşur sonra susar mıyız? Temiz kalmayı nasıl başarırız? Yoksa bir aşamada tası tarağı toplar kaçar mıyız?
Olası bir barış ihtimalini desteklemesini bekleyeceğiniz ‘tipler’ dahi öfke saçarak ekranlarda konuşmakta beis görmüyor. Karşımızda aşırı erkek, aşırı tribün, kendine ve ırkına tapan, gizli cinsiyet ayrımcısı, üstenci bir yapıdan başka bir şey göremiyoruz. Ve bu görüntünün ‘sol’la adlandırılmasına gülemiyoruz bile! Ekranlara sırf bu görüşün hegemonyası ile yan yana görünmemek için çıkmayan yüzlerce kıymetli zihin var!
‘Türk muhalifler’ arasında söze dökülmemiş bir ‘üst ırk’ olma hâli vardır. Bu ‘üst ırk’ hep kendine bekler, eşit ilişkilenme adına bazen kendinin de bir şeyler yapması gerektiğini asla düşünmez… Misal Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını ‘devrimci’ olarak sahiplenen bu dünya, Kürt siyasetiyle ilgili her katmanı ‘terörist’ diye yaftalamakta katiyen sorun görmemektedir…
© Tüm hakları saklıdır.