Şahsen, ülkede yaşanan bu barışçıl -anayasal haklarla da koruma altına alınmış- isyan etme hâlinin sadece ortak ses, dağılmamak, ayrışmamak, farklılaşmamak ile beden bulabileceği ve ancak o durumda elle tutulur, sürdürülebilir hâle gelebileceğini düşünüyorum.
Açıkçası alanlara, sokaklara sirayet eden ‘ayrıştırıcı dil’de de organize bir el olduğunu düşünüyorum. Bozkurt işaretlerinin, faşizan söylemlerin, Kürtlere yönelik hakaretlerin, ayrımcılıkların, cinsiyetçi küfürlerin, demokratik protestoya şiddet bulaştırma çabalarının kendiliğinden yükseldiğine inanmıyorum!
Muhalefeti bölmek, ayrıştırmak bu iktidarın belki de en iyi bildiği işlerden biri. O yüzden de bir miktar uyanık olmak gerekiyor, diyorum.
Ekranlarda da ‘doğruyu bilen’ çok fazla kişinin konuştuğunu, yorumlarla meselenin özünün boğulduğunu, oysa yıllardır ortaya attıkları tek bir öngörünün bile doğru çıkmadığını görüyorum.
Hatta kendimi de o konuda frenlemeye çalışıyorum, özeleştirimizi vermekten hiç geri durmayalım, toplumsal okumalarımız yetersiz kaldı çoğu zaman.
Artık kimseden ses çıkamaz dediğimizde seslerin yükseldiğine, bu toplum sandıklardan vazgeçti dediğimizde de tam tersi sonuçlar yaşandığına tanıklık ettik.
Şu anda belki de İmamoğlu’nun kendisinin dahi beklediğinden büyük bir toplumsal isyan yaşandığını düşünüyorum.
Tıpkı Gezi Parkı zamanı gibi; onlarca olumsuz, onlarca hatalı, onlarca insanlıktan uzak, hak ve hukukun çiğnendiği uygulamanın üst üste gelmesi sonucu İmamoğlu ile patlak vermiş ama çok daha büyük, derin ve uzun soluklu sorunlar sebebiyle sokaklara dökülmüş milyonlarca insandan söz ediyoruz.
Hangi kesimden, hangi görüşten olursa olsun bu barışçıl isyan ortak bir halk hareketidir.
Bu isyanın adı kimi için İmamoğlu’na destektir, kimi için geleceksizlik, kimi için demokrasi, kimi için değer kaybeden ülke vatandaşlığı, kimi için hak hukuk mücadelesi, kimi için kimlik meselesi, kimi için eşit eğitim hakkı, kimi için barınma imkânı, kimi için kadın cinayetleri, kimi için güvenliksiz, güvencesiz yaşam şartları…
Ama hepsinin tek bir ortak noktası vardır, o da kaybettiğimiz yaşam haklarımıza ayağa kalkarak, yüksek sesle sahip çıkmaktır.
Değişen rejimin bu düzeni kabul etmeyenlere, itirazı olanlara ya da değişmesi gerektiğine inananlara nefes alma şansı bırakmaması, ülkeyi yine bir yol ayrımına getirdi. Rejim -bir nebze de olsa- ya demokratik bir düzleme doğru meyledecek ya da daha da otoriterleşecek.
Şu an bulunduğumuz bu kritik noktada itişi kakışı, ‘o olur, bu olur’culuğu, ‘onu sevmiyorum, bunu beğenmiyorum, ondan farklı düşünüyorum’culuğu bir kenara bırakıp hep beraber mücadele etmeliyiz diyorum.
Çünkü yaşamakta olduklarımız asla İmamoğlu ve CHP ile sınırlı değil, tamamen her birimizin geleceği ile alakalıdır!
Tuğçe Tatari kimdir?
Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu.
Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı.
Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor.
|