05 Haziran 2025

Kolluğun işi şipşakçılık mı?

İBB soruşturması ve “Perp Walk...” Masumiyet karinesinden çok, “suçluluk koreografisi”ne hizmet ededen görüntüler...

“Perp walk”, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde karşılaşılan bir uygulama. İngilizce “fail yürüyüşü” anlamına gelen bu terim, elleri bağlı kişilerin, iki yandan polisler eşliğinde yürütülmesine atıfla bazen “kurbağa yürüyüşü” olarak da anılıyor.

Bizde doğrudan böyle bir ifade yok ama bu uygulama son yıllarda giderek daha fazla karşımıza çıkmaya başladı.

Geçen hafta İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) soruşturmasında yapılan beşinci dalga operasyonda bunun mide bulandırıcı bir örneği yaşandı. Gözaltına alınan kişiler, iki yanlarında polisler dizilmiş biçimde, elleri kelepçeli şekilde yürütüldü. Bu yürüyüşün bir polis tarafından kameraya alındığı ve sonrasında basına servis edildiği anlaşıldı. Yani gözaltı işlemi, hukuki bir tedbir olmaktan çıkartılıp, şüphelilerin suçlu olduğu izlenimini veren bir medya gösterisine dönüştürüldü.

Bu hâliyle Anayasa’da güvence altına alınan masumiyet karinesine (suçsuzluk karinesine) açıkça aykırı bir uygulama söz konusu.

Hatta somut koşullara göre özel hayata saygı hakkı veya aşağılayıcı muamele yasağının ihlal edildiğini de söyleyebiliriz.

Özel hayata saygı boyutu

Meselenin bir boyutu özel hayata saygı hakkıyla ilgili. Bir kişiyi henüz kesin bir mahkeme kararı olmadan suçlu ilan etmek veya böyle bir algı oluşturmak bu anayasal hakkı ihlal eder.

Karıştırıldığı için altını çizelim: Bu hak, suçlu algısının devlet görevlileri tarafından değil de üçüncü kişiler tarafından üretildiğinde gündeme gelir.

Burada durum birine hakaret etmek gibidir. Katil olmayana katil, hırsız olmayana hırsız derseniz o kişinin kişilik haklarını yok saymış olursunuz. Açıkça böyle demeseniz bile, bu türden bir algının oluşmasına hizmet ederseniz de sonuç aynı kapıya çıkabilir. Yolsuzluk yapmamış birini yolsuzluğa bulaşmış, tehlikeli ve adi bir dolandırıcı gibi yansıtmak o kişiyi aşağılamak demektir.

Bu bağlamda özellikle gazetecilerin kullandıkları dile çok dikkat etmesi gerekir. Yargılama devam ederken kişileri suçlu gibi lanse etmemek büyük önem taşır.

Gerçi şüphelilerin adli mercilere götürülmesi kuşkusuz haber değeri taşıyan bir olaydır. Dolayısıyla bir kişinin henüz suçlu olduğuna dair kesin bir mahkeme kararı olmasa bile basın böyle bir haberi yayınlayabilir. Zira yargılanan kişilerin mahremiyet hakları olduğu kadar gazetecilerin de basın özgürlüğü vardır. Bir kararda dendiği gibi: “Bir kişinin belli bir zamanda, belli bir yerde bulunmasının görüntülenmesini engelleme konusunda makul bir gizlilik beklentisi olamaz.”

Fakat gazetecilere düşen sorumluluk, bu görüntüyü haberleştirirken şüphelileri “suçlu” ilan edecek bir anlatımdan kaçınmaktır. Hatta resmî makamlar hoyratça hareket ediyor olsalar bile, basın mensupları yine de mesafelerini korumalı ve haber yaparken kişinin henüz suçlu olmadığını hesaba katan nüanslı bir dili benimsemelidir.

Keza yürütülen kişi çocuksa onun yüksek yararı dikkate alınmalı, genel ahlakla ilgili bir mesele varsa hassasiyet daha da artmalı, eğer soruşturma konusu kamusal değilse haber gereğinden çok köpürtülmemelidir.

Bu sınırlar aşıldığında gazeteciler tazminat ödemeye hazır olmalıdır.

Ama dediğim gibi yine de “perp walk” gündeme geldiğinde gazetecilerin basın özgürlüğünün geniş olduğunu kabul etmek gerekir.

Ne var ki aynı şeyi resmî görevliler için söyleyemeyiz.

Şöyle ki:

Masumiyet karinesi boyutu

Resmî görevlilerin durumu gazetecilerden farklıdır. Başta kolluk görevlileri olmak üzere yetkililer, kişilerin suçsuzluk (masumiyet) karinesi güvencesini sağlamakla bizzat yükümlüdür.

Yetkililer, prensip itibarıyla gazetecilerin haber için görüntü almalarına engel olamazlar ama kendileri mümkün olduğunca suçlu algısı oluşturacak bir görüntü oluşturmaktan sakınmalıdırlar.

Örneğin, çağrıldığında kendiliğinden gelecek bir kişiyi evinden şafak operasyonuyla almak, böyle bir görüntüye zemin hazırlamak demektir.

Yine örneğin, düşük ceza öngören bir suçla ilgili bir soruşturmada kaçma riski veya şiddet eğilimi bulunmayan bir kişi kelepçelenmişse veya etrafına sanki çok tehlikeli biriymişçesine silahlı polisler konuşlandırılmışsa, çarpıtma bizzat kolluk güçlerince yapılmış demektir.

Bu yetmemiş, bir de üstüne kolluk kendisi bu durumu kameraya almış ve basına servis etmişse, artık orada ihmal veya dikkatsizlik değil, bile isteye kişinin suçlu olduğu algısını üretmeye çalışma operasyonu söz konusudur.

Böylesi bir durumda (tıpkı İBB soruşturmasında olduğu gibi) ihlal barizdir.

Zira kolluk güçlerinin işi şipşakçılık veya reality şov yapımcılığı değil, emniyeti sağlamaktır. Bu emniyet sağlama yükümlülüğüne, şüphelilerin temel haklarını korumak da girer.

Teşhir aşağılayıcı muamele sayılabilir

Mesele bu iki hakla da sınırlı değil. Koşullarına göre işkence ve kötü muameleye kadar uzanan ek ihlal biçimleri ortaya çıkabilir.

Bu konuda İnsan Haklarının Avrupa Mahkemesi (İHAM) tarafından verilen Erdoğan Yağız/Türkiye kararı iyi bir örnektir.

Bu vakada, İstanbul Emniyet Müdürlüğünde 15 yıldır doktor olarak görev yapan bir kamu görevlisi olan Erdoğan Yağız, hiçbir açıklama yapılmadan ve aleni biçimde gözaltına alınmıştı. Olayın arka planında, iki kişiye yönelik tehdit iddiasıyla yapılan bir suç duyurusu yer alıyordu. Yağız hakkında somut bir delil yoktu, (İBB soruşturmasında da sıklıkla görüldüğü gibi) kulaktan dolma (hearsay witness) iddialar vardı.

Yağız, telefonla çağrıldığı ofisin otoparkında bekleyen üç polis memuru tarafından durdurularak kalabalığın önünde kelepçelendi. Resmî görevli olduğunu belirterek bu muameleye itiraz etti fakat dikkate alınmadı. Aynı gün, hakkında hiçbir suçlama tebliğ edilmeden, kelepçeli şekilde iş yerine ve evine götürülerek arama yapıldı. Çocuklarının ve komşularının gözleri önünde küçük düşürüldü, ailesinin yanında hakaretlere maruz kaldı.

Gözaltında tutulduğu üç gün boyunca sürekli kelepçeli ve gözleri bağlı halde, tuvalet kapısının yanında bir sandalyede oturtuldu. Bu sırada neyle suçlandığı kendisine söylenmedi. Günlerce süren ifade alma sürecinin sonunda fiziksel bir şiddet raporu yoktu. Fakat birkaç gün sonra kendisine bir hekim tarafından “psikiyatrik travma” nedeniyle çalışamaz raporu verildi. Teşhis daha sonra “takip sanrısı ve ağır depresyon”a dönüştü. Bir süre sonra, suça karıştığı iddia edilen kişilerle ilişkisi olduğu gerekçesiyle görevlerinden uzaklaştırıldı.

Bunlara rağmen, aradan geçen zamanla Yağız’ın suçsuz olduğu anlaşıldı.

Meselenin üstü iç hukukta örtüldü.

Konu İHAM’a geldiğinde ise Mahkeme, bu olayın hukuka aykırı bir gözaltı işleminin ötesinde olduğunu saptadı. Vaka; bir itibarsızlaştırma, aleniyet, ölçüsüz güç kullanımı ve ruhsal bütünlüğe müdahale üzerinden gelişen ciddi bir insan hakkı ihlalinin örneği sayıldı. Mahkeme, Erdoğan Yağız’ın herkesin görebileceği şekilde teşhir edilmesinin “onda korku, üzüntü ve aşağılık duygusu uyandırmayı hedeflediğini ve onu onur kırıcı şekilde küçük düşürmeye matuf olduğunu” tespit etti.

Bu içtihat bugün de geçerli olduğu için bağlayıcı.

“Mahkeme kararlarını kim takar?” diye sorabilirsiniz. Haklısınız, takmıyorlar. Yeni anayasa çağrısı yapanlar takmayanlar zevatının şampiyonları…

Dağıtmadan konuya döneyim ve toparlayayım.

Kanaatim odur ki, İBB soruşturmasında izlenen sahneler, bir koruma tedbiri veya hukuki bir işlem olan gözaltının uygulama biçiminin dramatik bir prodüksiyona dönüştüğünü gösteriyor. Başka bir deyişle kolluk kuvvetlerinin adaletin sessiz uygulayıcıları olmaktan çıkıp, kamusal algıyı yöneten görsel yönetmenlere dönüştüğü görülüyor.

Bu tablo, masumiyet karinesinden çok, “suçluluk koreografisi”ne hizmet ediyor.

Buradan adalet çıkmayacağı çok açık.

Ha, şayet bir gün hukukun ciddiyetine geri dönülebilirse, Fransa’daki Guigou Yasası (dergi ve gazetelerin kelepçeli şüphelilerin ya da şiddet mağdurun onurunu “zedeleyebilecek” sahnelerin fotoğraflarını yayımlamasına kısıtlama getirir) gibi düzenlemeleri tartışmamız gerek düşüncesindeyim. Hem kişi onurunu hem de adil yargılanma hakkını korumak için böyle bir tartışmaya gereksinimimiz var.

Fakat bugün o gün değil.

Önce şu yeni anayasa masallarını def etmek gerekiyor…

Tolga Şirin kimdir?

Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda profesör olarak çalışmaktadır.

Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı.

TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir.

Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 

2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı.

Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir.

Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kapsayıcılık diye diye ayrışma: Dört kıssa dört hisse

Kimliği tanımak yetmiyor. Siyasi temsil ya da anayasal güvence sağlamak da tek başına çözüm olmuyor. Eğer arka planda işleyen adaletsizlikler yerinde duruyorsa, yüzeyde yapılan her düzenleme kısa ömürlü olur

Tefsir tekeline doğru: Diyanet, sansür ve anayasa

Kur’an meali gibi doğrudan kutsal metne ilişkin yayınlara keyfî ve geniş yetkilerle müdahale edilmesi, doğrudan tefsir alanına iktidarın el koyması anlamına geliyor. Böylece Kur’an’ın nasıl anlaşılacağına sadece iktidarın onayladığı otoriteler karar verir hâle gelmiş bulunuyor. Bu da dini çoğulculuğun sonunu, devlet eliyle belirlenen bir “resmî İslam” anlayışının tahakkümünü getiriyor

Simülakr Anayasa

Bugün yürürlükte olan anayasa, bir hukuk metninden çok, simülakrdır. Ortada ne kurucu bir halk iradesi ne de ortak bir toplumsal sözleşme var. Geriye yalnızca onun boş ve cilalanmış kabuğu kalıyor. “Terörsüz Türkiye” sloganı ve ona eşlik eden “barış” söylemleri de bunun bir parçası

"
"