30 Nisan 2025

Bir anayasal motto olarak “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”

Türkiye’de anayasa metninde net bir motto yazmaz ama bence bugün Türkiye'de anayasa dendiğinde halkın büyük bölümünün aklına ilk gelen cümle “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” olsa gerek. Bu formülasyon o kadar çok tekrarlandı, o kadar çok kurumsal bağlamda işlendi ki, anayasal bir slogana dönüştü

Anayasalar sadece kural metinleri değildir; bazen bir cümleyle bütün bir milletin ruhunu özetlemeye çalışırlar. İşte bu yüzden, birçok ülkede anayasalarda motto denilen özlü sözlere yer verilir. Fransız Devrimi’nin “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik”i bunun en bilinen örneği. Bugün bile Fransız Anayasası’nda yazılı durur. Aynı motto, Haiti Devrimi’nde de benimsenmiş, anayasanın içine girmişti.

Belçika gibi çok kimlikli bir ülkede “Birlik Kuvvettir” mottosu seçilmiş. Komşusu Andorra ise yedi asırlık geçmişine gönderme yaparak Latince bir motto yazmış: “Virtus, Unita, Fortior” yani “Erdem, Birlik, Güç.”

Afrika kıtasında ise bu tarz anayasal özdeyişlere sık sık rastlanır. Çad’da, Kongo’da “Birlik, İş, İlerleme”; Burkina Faso’da “Birlik, İlerleme, Adalet”; Kamerun’da “Barış, İş, Anavatan” gibi formüller var. Bu ülkelerde birlik, emek ve kalkınma genellikle bir üçleme halinde gelir. Senegal ise işi daha da kesinleştirip “Tek Halk, Tek Hedef, Tek İnanç” diyor.

Tunus, Nijerya gibi bazı ülkeler dört kelimelik mottolarla bu üçlemeyi genişletmiş.

Monarşilerde ise durum biraz daha geleneksel: Fas’ta “Allah, Vatan, Kral”, Kamboçya’da “Millet, Din, Kral”, İran’da ise doğrudan “Allahuekber!”

Yönünü halka ve çeşitliliğe dönen anayasalar da var. Cezayir Anayasası’nda Abraham Lincoln’un “Halk tarafından, halk için” sözüne yer veriliyor. Endonezya’nın anayasasında ise “Çeşitlilik içinde Birlik” yazıyor.

Bazı anayasalarda doğrudan bir motto olmayabilir. Ama kimi ifadeler halkın belleğinde bir tür anayasal sembole dönüşür. ABD’de “We the People” (“Biz Halk”) dendi mi, kimsenin aklına başka bir şey gelmez. Anayasanın başındaki bu söz, yalnızca kurucu iradeyi değil, aynı zamanda halkın birlik içinde olduğunu hatırlatır. Almanya’da ise “Die Würde des Menschen ist unantastbar” yani (“İnsan haysiyeti dokunulmazdır”) ifadesi benzer bir işlev görür. Bu ifade, sadece anayasanın değiştirilemez ilk maddesi değil, aynı zamanda Nazi geçmişine karşı verilen bir toplum sözüdür.

Türkiye’de anayasal motto var mı?

Türkiye’de anayasa metninde böyle net bir motto yazmaz. Yine de Başlangıç bölümündeki Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü, özellikle belli bir kuşağın zihninde anayasal bir özdeyiş gibi durur. Ama bence bugün Türkiye'de anayasa dendiğinde halkın büyük bölümünün aklına ilk gelen cümle “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” olsa gerek. Bu formülasyon o kadar çok tekrarlandı, o kadar çok kurumsal bağlamda işlendi ki, anayasal bir slogana dönüştü. Kamu spotlarında, ders kitaplarında, siyasi konuşmalarda... Zihinlere kazındı.

Elbette bu yerleşmenin bir tarihsel arka planı var. Türkiye’de devleti bölünmeye karşı koruma refleksi yalnızca hukuki değil, sosyolojik bir mesele. Balkan Harbi gibi travmatik bir kırılma bunun başlangıç noktası. Osmanlı’nın büyük kayıplar yaşadığı, nüfusun büyük kısmının katledildiği, göçe zorlandığı bu dönem, sadece siyasi değil, duygusal bir iz de bıraktı. Anadolu’ya gelen muhacirlerin hikâyeleri, sadece aile albümlerinde değil, ülkenin siyasi reflekslerinde de yaşamaya devam etti. Lozan’daki nüfus mübadelesi bu hafızayı daha da sertleştirdi. Cumhuriyet’in erken döneminde Şeyh Said İsyanı, 6-7 Eylül Olayları gibi kırılmalar; 1980 sonrası ise PKK’nın eylemleri... Tüm bu deneyimler, devleti ve toplumu sürekli teyakkuzda tuttu. “Bölünmez bütünlük” vurgusu işte böyle bir zeminde anlam kazandı.

İşte bu yüzden, anayasanın bu ifadesi üzerine yapılan her tartışma sadece bir cümleye değil, o cümlenin taşıdığı hafızaya da dokunur.

Devletin ülkesi, milletin kaygısı

Hatırlayalım.

2024 sonbaharında, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş yeni anayasanın artık zorunluluk hâline geldiğini söyledi. Bu kapsamda “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” cümlesinin de değişmesi gerektiğini ileri sürdü. Gerekçesi şuydu: Devletin ülkesi olmaz, milleti de olmaz. Bu ifade ona göre yanlış kurulmuştu.

Bu açıklamalar o dönemde çok yankı bulmadı. Fakat bugünlerde yeniden konuşulan çözüm süreci iddiaları, olası müzakere süreçleri ve yeniden gündeme gelen anayasa değişikliği çağrılarıyla birlikte, bu sözlerin anlamı değişiyor. Özellikle çözüm süreci gibi halktan gizli yürüyen, şeffaflıktan uzak siyasi girişimlerin gölgesinde bu tür anayasal tartışmaların yeniden canlanması, toplumsal kaygıları doğal olarak artırıyor.

Bana kalırsa mesele bu ifadenin tartışılması değil. Prensip itibarıyla tartışılabilir. Zaten kavramsal olarak muğlak, yoruma açık bir yapı taşıyor. Ancak sorun, bu tür sembolik ifadelerin ne zaman ve nasıl tartışıldığı. Bir anayasa maddesinin doğrudan hedef alınması, halkla gerçek bir bağ kurmadan yapılınca, yalnızca teknik bir öneri olmaktan çıkıyor. Aidiyet duygusunu örseliyor. (Bence Türkiye’deki hiçbir sorun bu hükümden kaynaklanmıyor.)

Üstelik şunu da unutmayalım ki bu formülasyon rastgele bir söz değil. Modern kamu hukuku öğretisinin temel taşlarından biri olan Jellinek’in “üç öge doktrini” (ülke, millet ve egemenlik) bu ifadenin kuramsal zeminini oluşturuyor. Burada bir aidiyet biçiminden ziyade devleti oluşturan ögelerin parçalanmaz niteliğine gönderme yapılıyor. Dolayısıyla “devletin ülkesi ve milleti olmaz” demek yalnızca politik değil, hukuki açıdan da hatalı bir ifade. Üstelik bu sözler, sadece modern kamu hukuku geleneğinden değil; Osmanlı Anayasası’nın ilk maddesindeki “Devleti Osmaniye memalik ve kıtaatı hazırayı ve eyalatı mümtazeyi muhtevi ve yekvücud olmağla hiçbir zamanda hiçbir sebeble tefrik kabul etmez” cümlesinden de izler taşıyor. Yani bu formülasyon hem bugüne, hem de geçmişe kök salmış durumda.

Hâl böyleyken bana öyle geliyor ki bu kadar yerleşik bir anayasal kavramın; toplumsal uzlaşıdan uzak, kapalı kapılar ardında yürüyen süreçlerle eşzamanlı biçimde, aceleyle ve sloganlar üzerinden tartışılmaya açılması anayasal kültüre zarar veriyor. Anayasa tartışmaları, hele böyle simgesel ifadelere odaklanıyorsa, çok daha dikkatli, çok daha açık ve çok daha toplumla temas hâlinde yürütülmeli. Çünkü anayasa yalnızca hukukçuların değil, herkesin metni. Ve herkesin aklında yer etmiş bir ifadeye dokunmak, bazen yüzlerce sayfayı değiştirmekten daha büyük bir etki yaratabilir.

Bir anayasa tartışması, toplumda gerçekten özgürlük, eşitlik ve birlikte yaşama iradesi güçlendiğinde anlam kazanır. Bugünse bu zeminin henüz oluştuğunu söylemek zor. O nedenle anayasa diliyle ilgili her tartışmada, yalnızca teknik doğruluğa değil; toplumsal belleğe, duygusal yerleşikliğe ve kurumsal sürekliliğe de dikkat etmek gerekiyor.

Bazı sözler yıllar içinde sadece bir yasa maddesi değil, bir toplumsal refleks hâline gelir. Onlara dokunurken neye dokunduğumuzu iyi bilmek gerekir. Gündelik siyasi ajandaya göre dokunduğunuz şeyler, bazen düşündüğünüzden çok daha yakıcı olabilir.

Tolga Şirin kimdir?

Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda profesör olarak çalışmaktadır.

Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı.

TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir.

Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 

2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı.

Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir.

Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kapsayıcılık diye diye ayrışma: Dört kıssa dört hisse

Kimliği tanımak yetmiyor. Siyasi temsil ya da anayasal güvence sağlamak da tek başına çözüm olmuyor. Eğer arka planda işleyen adaletsizlikler yerinde duruyorsa, yüzeyde yapılan her düzenleme kısa ömürlü olur

Kolluğun işi şipşakçılık mı?

İBB soruşturması ve “Perp Walk...” Masumiyet karinesinden çok, “suçluluk koreografisi”ne hizmet ededen görüntüler...

Tefsir tekeline doğru: Diyanet, sansür ve anayasa

Kur’an meali gibi doğrudan kutsal metne ilişkin yayınlara keyfî ve geniş yetkilerle müdahale edilmesi, doğrudan tefsir alanına iktidarın el koyması anlamına geliyor. Böylece Kur’an’ın nasıl anlaşılacağına sadece iktidarın onayladığı otoriteler karar verir hâle gelmiş bulunuyor. Bu da dini çoğulculuğun sonunu, devlet eliyle belirlenen bir “resmî İslam” anlayışının tahakkümünü getiriyor

"
"