Savaşlarla, kıyımlarla şekillenen ve gücü ele geçirenin ötekini yok etmesini kaçınılmaz kılan bir savaş ahlakı ve hukuku üzerine temellenen insan “uygarlığı” bir zamanlar tabletlere, sözle nesillerden nesillere aktarılan destanlara, imparatorluk kayıtlarına ve nihayetinde resmi evraklara ve kitaplara kaydederek şeceresini tuttuğu savaşları yıllardan beri ekranlardan canlı olarak izliyor.
Ve hâlâ kendisine hiç utanmadan “uygar” diyor.
İnsan zihninin, ahlakının ve hukukunun rahatlıkla “şiddetsiz” bir dünya tasarlayabileceği bir zamanda hâlâ şiddeti “haber” diye pazarlaması ve bunu avuç içi kadar küçülmüş vicdanlara o minik ekranlardan yansıtması ne anlama geliyor, hiç düşünmüyorsunuz.
Savaşlarda taraf tutmanızı ve iyiyle kötüyü mümkün olduğunca birbirinden ayırıp, kötünün iyisine razı olmanızı size belleten bir tuzağın içine gönüllü olarak düşüyorsunuz.
Ve şu mahşer günlerde bu savaşı kimin kazanmasını istediğinizi hepiniz çok iyi biliyorsunuz.
Size bunu belletenle, savaşın her türlüsüne karşı çıkmanızın imkânsız olduğunu belleten aynı dinamik.
O dinamiğin ivmesiyle işlevini kaybeden aklınız ve vicdanınız sizi savaşlarda bir taraf olmaya kolayca ikna ediyor…
Ve üzülerek de olsa bu konuda fikrinizi beyan ederken aldığınız tek bir nefes bile savaşın ölümsüz alevini körüklemeye yetiyor.
Tüm dünya ilk kez bundan 36 yıl önce 1991’de Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan Körfez Savaşı sırasında “Çöl Fırtınası” adı verilen askerî harekâtı televizyonlardan canlı olarak izlemeye başladığında önce biraz afallamıştı.
Füzelerin semalarda süzülüşlerini, hedeflerini vuruşlarını, o hedeflerin yıkılıp yanışlarını bir bilgisayar oyunu izler gibi izlemek önceleri herkese önce tuhaf gelmişti.
Ama insanın ona soyunu sürdürme becerisi de katan en muazzam özelliği her şeye hemen alışma becerisi.
Önce şaşkınlıkla ama akabinde hemen hayranlıkla izlemeye başladığı savaştan naklen yayın, bugün insan hayatındaki en sıradan şeylerden biri.
Herkesin elinde henüz küçük ekranların olmadığı, savaşın evlerdeki, kahvelerdeki televizyonlara kilitlenerek izlendiği o günlerden bu günlere kadar geçen 36 yıl içinde siz de savaşları canlı olarak seyretmeye, ayağından iplere bağlanarak yerlerde sürüklenen liderlerin linç görüntülerine bire bir tanıklık etmeye, kucağındaki bebek ölüsünü kameralara sallayarak çığlıklar atan insanların cinnetini evinin içinde, hayatının merkezinde, sıradan bir görüntü gibi neredeyse her gün görmeye çoktan alıştınız.
Yemek yerken, çekirdek çitlerken, örgü örerken, etrafınızdakilerle gülüşürken, alışveriş listesi yaparken, bambaşka şeyler düşünür, bambaşka hayaller kurarken ekranlarda dönüp duran savaş görüntülerinin eşliğinde sıradan bir hayatın döngüsüne eşlik etmeyi nefes almak kadar doğal bilmeye eğitildiniz.
Sümer’lerden öğrendiğimize göre kayıtlı ilk büyük savaş milattan önce 2700 yılında bugünkü Kuveyt bölgesinde Perslerin atası olan Elam ile Sümer arasında yaşandı. Ve ne tuhaftır ki tüm coğrafyalardan daha fazla en kanlı savaşlar hep o coğrafyada yapıldı.
Bugün Ortadoğu semalarında yine füzeler süzülüyor.
Ve tüm dünya gibi siz de o görüntüleri izleyerek nükleer olan ve olmayan çeşitli silahlar üzerinden felaket senaryoları yazıyorsunuz.
Toprakları bir türlü paylaşamayan, ganimetleri bir türlü bölüşemeyen ve birbirini alt etmeden bir türlü yenişemeyen dünya kalabalığı içinde kendi yerinizi barışın mutlak sayıldığı ve savaşlardan uzak yaşamanın mümkün kılındığı bir alanda arayı artık değil ütopya düpedüz akılsızlık sayıyorsunuz.
Silahların savunma için mi yoksa saldırı için mi üretilip depolandığını tartışan samimiyetsiz politikaların yönettiği rezil bir dünya düzeninde güç dengeleri ve potansiyelleri üzerinden bahis oynar gibi tahminler yapan ve savaşsız bir dünyanın nasıl mümkün olabileceğine dair kafa yormayı zul sayan akılların rehberliğinde ekranlardan canlı olarak izlediğiniz ve parmak hesabı ile memleket açısından kâr zarar çıkarımları yaptığınız her savaşın suçlusu olduğunuzu idrak edemeden göçüp gideceğiniz şu dünyada;
Seyirlik savaşlara kurban edilen ve canlı bir yayında cansız bir beden olarak ekrana düşen insanlardan biri olmadığınız için kendinizi şanslı saymalısınız.
O da şimdilik…
Mine Söğüt kimdir?
Gazeteci ve yazar Mine Söğüt, 1968 yılında İstanbul'da doğdu. 1985 yılında Kadıköy Kız Lisesi'nden mezun oldu ve aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. Lisans eğitimini 1989 yılında tamamladı ve aynı bölümde yüksek lisansa devam etti.
Gazeteciliğe 1990 yılında Güneş gazetesinde başladı. Daha sonra Tempo dergisi ve Yeni Yüzyıl gazetesine çalıştı. Haberci adlı televizyon belgeselinin metin yazarlığını yaptı.
Çeşitli dergi ve gazetelerde yazı ve röportajları yayınlandı. 2013- 2021 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde köşe yazdı.
Yayımlanmış yapıtları
- Adalet Cimcoz, Bir Yaşamöyküsü Denemesi (Biyografi - YKY 2000) - Beş Sevim Apartmanı (Roman - YKY 2003) - Sevgili Doğan Kardeş (Araştırma - YKY 3003) - Kırmızı Zaman (Roman- YKY 2004) - Aşkın Sonu Cinayettir - Pınar Kür'le Hayat ve Edebiyat (Söyleşi - Everest Yayınları 2006) - Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979 (Roman - YKY 2007) - Dolapdere, Kürt Kediler Çingene Kelebekler (Deneme - Heyemola Yayınları 2009) - Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey (Roman – YKY 2010) - Deli Kadın Hikayeleri (Hikâye – YKY 2011) - Darbeli Kalemler (Derleme – Getto 2011) - Gergedan, Büyük Küfür Kitabı (Hikâye- YKY 2019) - Alayına İsyan (Deneme - Can Yayınları 2020) - Başkalarının Tanrısı (Roman – Can Yayınları 2022)
|