11 Mayıs 2025
Siyaset karmakarışık, Pakistan’la Hindistan arasındaki itişme neredeyse 3. Dünya Savaşı’na dönüşecek. Enflasyon almış başını gitmiş. Türkiye’nin büyük bir bölümü açlık sınırında. Her gün biraz daha vahşileşen halkımız.
Saydıkça insanın içi zifiri bir karanlıkla doluyor.
Simsiyah bir yaşam!
Yaşamak her geçen gün biraz daha keyifsiz hale geliyor.
Medyanın büyük bir bölümünde, kıymetli yazarlar, tüm bu sorunları ayrıntıları, perde arkası ile anlatıyorlar.
Onları okudukça ruhumuzu örten karanlık daha da kalınlaşıyor!
Onun için ben bu konulardan biraz uzaklaşmak istiyorum. Dünyada başka konularında olduğunu, bu konuların insana yaşam sevinci vereceğinden haberdar etmek niyetindeyim.
Yani, dünyanın sadece dert yüklü olmadığını anlatmak istiyorum.
Onun için kendimle röportaj yaptım. Bana sorulan soruları yanıtlayacağım.
Bu soruların bir bölümünü geçen haftaki yazımda yayımlamıştım.
Bu hafta devamı geliyor!
Ekmek, 1850’li yıllarda bugünkü gibi sofraların baş tacıydı. Ekmek her öğünde yenirdi. Çiftçilerin, şarap üreticilerinin sabah, bir kadeh konyakla beraber yediği ilk şey katıksız ekmekti. Kadınlar ekmeği bütün çorbalara katarlardı. Dişi ağrıyan çocuğa ekmek çiğnetilirdi. Dişsiz yaşlılar ekmek çorbasıyla beslenirdi.
Batı ile Doğu arasında doğal bir geçit oluşturan İstanbul’un sofraları türlü türlü ekmekler, peynirler, meyveler, şarap ve zeytinyağı, av ve kümes hayvanları, domuz, kuzu, koyun, sığır eti, çeşit çeşit balık, yengeç, midye ıstakoz, kalamar, ahtapot, deniz salyangozu gibi ürünlerle dolup taşıyordu.
477 yılında Got Kralı’nın elçisi olarak İstanbul’a gelen Anthimos, gönderdiği mektuplarında kent ahalisinin kişniş, dereotu, maydanoz, ve hafif haşlanmış pırasayı mutfaklarından hiç eksik etmediklerini yazıyordu.
1115-1166 yılları arasında yaşadığı sanılan Theodoros Prodromos, şiirlerinin birinde, Bizans ileri gelenlerinin yediklerini şöyle anlatır: “Onlar fener balığını hapır hupur yutar, patlayıncaya kadar sakız şarabı içerler. Beyaz ekmeği sofralarından eksik etmezler. Çarşamba ve cuma günleri uyguladıkları pehrizde et yemezler ama istakozlar, pavuryalar, tavada kızartılmış karidesler, güveçte böcekler, istiridyeli ya da midyeli mercimekler sofradan eksik olmaz. Hazımsızlığı gidermek için Tekirdağı şarabı içerler.”
İstanbul’un fethinden yaklaşık 400 yıl önce, Horasan ve İran üzerinden Küçük Asya’ya ayak basan göçebe Türk boyları, yerleşik Selçuklular ve Osmanlılar yemeklerini de beraberlerinde taşıdılar. Yemek kültürlerinde, ilişki kurdukları ülkelerin dillerinden de etkilendiler. Örneğin “çorba” sözcüğünü Farsça ‘şurve’den, mutfak sözcüğünü Arapça ‘matbah’tan, “peynir” sözcüğünü Farsça ‘panir’den, “köfte” sözcüğünü yine Farsça ‘küfte’den esinlendiler. Bu örnekler uzayıp gider.
Mevlana’nın Mesnevi’sinde, Selçuklu döneminde sofralarda yer alan yiyecek ve içecekler şöyle sıralanır: “Tandır ekmeği, tutmaç, keşkek, ciğer kalyesi, pişmiş baş, şiş kebap, ciğer kebabı, tirit, turşu, pırasa, tere, helva, paluze, kadayıf, gülbeşer, zerde, bal şerbeti, nar, kavun, şarap…”
Osmanlı mutfağı yaratıcı ve ince bir mutfaktır. Göçebe ve yerleşik Türk mutfakları karşılaştıkları yeni malzemeleri geleneksel pişirme tekniklerine uyarlayarak yepyeni lezzetler yaratmışlardır. Örneğin kıymalı pide pişirme tekniğinden esinlenerek imambayıldı ve karnıyarık, sucuk doldurmadan esinlenerek kabak ve patlıcan dolmaları gibi sentez yemekleri yaratmışlardır.
İstanbul hem nitelikçe hem de sayıca Osmanlı seçkinlerinin, sivil ve askeri görevlilerinin bir arada yaşadığı iştahlı bir kent olduğu için yiyeceklerin en iyileri buraya getiriliyordu. Örneğin Trakya’dan koyun, kuzu Trabzon, Urfa ve Halep’ten sade yağ, Balkanlar’dan kaşar peyniri, Mısır’dan şekerkamışı şekeri, Odessa’dan un, Antep’ten fıstık, İran’dan havyar, Midilli ve Edremit’ten zeytinyağı, Yemen’den kahve, Bursa’dan nar ve limon suyu, Uludağ’dan kar ve buz, Sakız Adası’ndan mastika…
Araştırmacı Süheyl Ünver’in belirttiğine göre Fatih’in en sevdiği yemekler şöyle sıralanıyordu: “Tavuk kızartması, lapa, peynirli pide, yumurta, ıspanaklı pide, mantı, borani, börek, bal, muhallebi, zerde, kaymak, baklava, helva, sütlü kadayıf. İçecek olarak; pekmez, boza, nardenk, şerbet, naneli üzüm şerbeti, ayran. Meyvelerden armut, nar ve badem.”
Fatih’in akşam yemekleri ise oldukça sadedir: Genellikle balkabağı ya da sarı ekşi erikle yapılmış bir çorba, soğanlı tavuk kebabı ya da şalgamlı ve yumurta terbiyeli kuzu eti, yoğurt, sarmısak, tere, hıyar, tarhun veya maruldan oluşan bir salata, limon turşusu ve kirazla yetiniyordu.
Saray aslında muazzam bir tüketicidir. 1720’lerde yılda 30 bin baş sığır, 60 bin baş koyun, 20 bin baş dana, 100 bin güvercin, 3 bin hindi, 36 bin çuval pirinç ve 6 bin okka tuz alımı yapılıyordu. Yemeklerde zeytinyağı kullanılmıyor, ağırlık sade yağ ile kuyruk ve böbrek yağlarına veriliyordu.
18 ve 19. yüzyıllarda bamya, kırmızı ve yeşil biber, bezelye, çalı fasulyesi, mısır, karnabahar, portakal, domates, patates gibi çoğu Amerikan kökenli yiyeceklerin Osmanlı topraklarına girmesi ile gerek sarayın gerekse sıradan evlerin yemeklerinde önemli değişimler oldu.
Çarşıda yemek yemek, seyyar satıcılardan bir şeyler satın alıp karın doyurmak toplumun üst katmanlarında ayıp sayılırdı. Ev sofralarında ise çorba, et ve sebze yemekleri, pilav, yoğurt, hoşaf ve meyve ağırlıktaydı.
İstanbul’da en rağbet edilen yemek yerleri işkembecilerdi. 1647 yılında kentte 300 işkembeci bulunuyordu. Bir de beş altı tencere ile hizmet sunan 555 aşçı dükkânı vardı. Bunların yanı sıra gezgin esnafın da listesi oldukça uzundu: Zerdeciler, başçılar, köfteciler, büryancılar, yahniciler, dolmacılar, sucukçular, hoşafçılar, lokmacılar, kadayıfçılar, meyhaneciler, kaymakçılar…
Gayrimüslim nüfusun yoğun olduğu Samatya, Kumkapı, Balıkpazarı, Unkapanı, Cibalikapısı, Fener, Balat, Hasköy, Galata’da meyhaneci esnafı çoktu. Bu meyhanelerde kaçamak yapan Müslümanlar da eksik olmuyordu.
İstanbul’da iki tür meyhane vardı. Biri gedikli, diğeri koltuk. Gedikli meyhaneler ruhsatlı, yasal meyhanelerdi. Koltuk meyhaneleri ise kaçak meyhanelerdi. Bakkal, berber gibi dükkanlarda akşam iş sonrasında kepenkler iner, bildik müşteriye gizlice içki servisi yapılırdı.
Meyhaneler yılda bir ay, Ramazan’da kapatılırdı. Rum meyhanecilerin bazıları, bayramın ilk günü hatırlı müşterilerinin evlerine büyük bir kayık tabak içinde midye dolması gönderirlerdi. Bu dolmanın adı “unutma beni” dolmasıydı. Müşteriye meyhanenin açıldığını müjdelerlerdi.
İstanbul’da bir de ayaklı meyhaneler vardı. Bunlar seyyardı. Meyhaneci beline ucu musluklu ve içine rakı veya şarap doldurulmuş uzun bir koyun bağırsağı sarar, üstlerine cüppeye benzer bir üstlük giyer iç ceplerine bardakları doldurur, omuzuna da işareti olan bir peşkiri atardı. Bunların müşterileri kayıkçılar, hamallar, yanaşmalar ve uşaklardı. İçkisini bir yudumda bitiren müşteri, ağzını elinin tersiyle siler, buna da yumruk mezesi denirdi.
Araştırmalara göre 72 yıl yaşayan bir insan yaklaşık 39 bin 420 saat yemek yer. Ancak bu yiyen herkesin yemeyi bildiği anlamına gelmez. Deneyimsiz damaklar zaman ve para harcayarak tat almadan yerler.
Tat almak ustalık işidir. Bunun için çalışmak gerekir. Örneğin bir dilim baklavayı, ağzınıza atıp hemen yutmak yerine, dilimi ters çevirip, şekerli kısmı damağınıza yerleştirip önce dilinizle damağınız arasında sıkıştırıp şurubunu akıtacak, ondan sonra çıtırtısını dinleyerek yavaş yavaş yiyeceksiniz.
Yemek yemek duyuların keyif alması, uyarılması demektir. İhmal edilirlerse, kullanılmayan kaslar gibi körelirler. Tat alma organlarımız dil, damak ve tat tomurcuklarındaki tat hücreleridir. 1860 yılında keşfedilen bu hücreler insanlarda 5 bin tane bulunurken köpeklerde bu sayı 30 bine çıkar.
Sadece tat alma hücreleri, yediğimiz şeyin gerçek tadını anlamaya yetmez. Çünkü bu hücreler ekşi, tatlı, tuzlu ve acı tatları ayırt edebilirler. Koklama da bu konuda önemli bir rol oynar. Ne kadar iyi koku alırsak o kadar iyi de tat alırız.
Koku anıları da canlandırır. Fırından gelen taze bir ekmeğin, kuru yemişçide kavrulan leblebinin, kahvenin, pastanenin önünden geçerken uçuşan vanilyanın, kebapçının bacasından çıkan dumanların, mangalda pişen köftenin kokusunu düşünün, onları koklayınca aklınıza ne anılar üşüşecektir.
Bir de tat almak hevesle ilgilidir. Eğer hevesiniz ve isteğiniz varsa siz de birer tadıcı olabilirsiniz.
Antik çağda, damağına düşkün olanlar şöyle dua ederlerdi: “Tanrım bana kuğu kadar bir boyun verseydin de ben de yemeklerin tadını daha uzun süre duyumsayabilseydim…”
Ne olursa olsun yabancı turistlerin, özellikle turistik bölgelerdeki mutfak kültürünü alt üst ettiklerine, değişime zorladıklarına inanıyorum. Bir Girit gezim sırasında, yerel yemeklerin peşine düşmüştüm. Nereye gitsem mönülerde sıralanan yemekler beni hayal kırıklığına uğratıyordu. Ünlü Girit mutfağı silinip gitmişti adeta. Bir işletmeci bu durumu şöyle açıklamıştı: "Buraya yılda iki milyon İskandinav turist gelir. Onlara nohutlu işkembeyi asla yediremeyiz. Onun için onlar neyi talep ediyorsa onu sunuyoruz..." Aynı gözlemi geçenlerde gittiğim Kapadokya bölgesinde de yapmıştım. Gittiğim lokantalarda yöre yemeklerini bulamayıp nedenini sorunca şu yanıtı almıştım: "Turist bizim yemekleri ağır buluyor. Biz de onların damağına uygun yemeklerle mönü oluşturuyoruz..."
Yazılarımı sürekli okuyanlar bilir. Gittiğim yerlerde tarihin, coğrafyanın, doğal güzelliklerin peşinde koştuğum kadar, o yörenin mutfağı ile de tanışmak isterim. Biraz sorup soruşturunca, ısrarcı olunca, muazzam tatlara ulaşırım. Bu tatları yerel lokantalarda bulmak hemen hemen olanaksızdır. Bu lokantalar genellikle her yerde yiyebileceğiniz yemekleri sunarlar. Yörenin yemekleri ise genellikle evlerde pişer. Veya oralarda da pişmez, unutulur gider. Kaydı kuydu olmadığı için de kimse hatırlamaz...
Yazdığım rotaları izleyen birçok okurum, yazımda söz ettiğim tatlarla da tanışmak isterler. Ama bunda pek başarılı olamazlar. Çünkü yörenin yöneticileri veya beni oralara davet edenler, bu yemekleri evlerde benim için özel olarak hazırlatır, özel bir mekânda bana sunarlar. Örneğin bir Kahramanmaraş gezimden sonra yazdığım yazıda, sabah kahvaltısında tattığım 10 çeşit çorbadan bahsetmiştim. O yazıdan sonra, o çorbaları nerede sunulduğunu soran o kadar çok mektup, faks ve mail aldım ki ben de bu ilgiye şaşırdım.
Bütün bu sorulara aynı yanıtı vermek zorunda kaldım: "Bu çorbalar evlerde özel olarak pişirildi ve bir pastanede bana sunuldu. Onları Kahramanmaraş'ta herhangi bir mekânda yemenin imkânı yok..." Mardin'de de öyle olmuştu. Benim için hazırlanan yöre yemeklerini, yine özel bir mekânda yemiş ve bu tatları ballandıra ballandıra anlatmıştım. Bu yazımı okuyup, bu tatlara ulaşmak isteyenler de düş kırıklığına uğramışlardı. Yıllar sonra birkaç girişimcinin açtığı lokantalar sayesinde gezginler, Mardin mutfağının çok lezzetli yemekleri tanışma fırsatını buldular.
Mersin'de de aynı durum tekrarlanmıştı. Bu işe gönül vermiş bir hanımefendinin seferber ettiği ev kadınları, unutulmaya yüz tutmuş yemekleri tatmamı sağlamışlardı.
Masaya benimle birlikte oturan birçok Mersinli bile, bu yemekleri yemediklerini itiraf etmişlerdi. O gün hazırlanan yemekler, Mersin'in kültür mozağini gözler önüne sermişti. Çeşitli yörelerden gelen insanların, dinlerin nasıl karıştığını, birbirlerine nasıl uyum gösterdiğini bir bir açıklamıştı. Beypazarı'nda, Malatya'da, Kastamonu'da ve diğer yörelerde de hep aynı şeyler yaşanmıştı. Yani ben, o özel tatlara özel çabalarımla ulaşabilmiştim. Ve o tatların sayesinde geçmişle ilgili birçok bilgi edinmiştim. Kafama üşüşen yöreyle ilgili birçok sorunun yanıtını, o yemeklerin öykülerini dinlediğim zaman bulmuştum.
Bu arada, son yıllarda müşterilerine yöre yemekleri sunan lokanta sayısının her geçen gün biraz daha arttığını sevinçle söyleyebilirim.
Yöre yemeklerinin yaşatılması, onların kayıt altına alınması, gelecek kuşaklara önemli belge bırakmakla eş anlamlıdır. Yerel yönetimler, tabii ki Kültür Bakanlığı'nın teşvik ve yardımları ile bu konuda çalışmalar yapmalıdırlar. Bir laboratuvar özelliğini taşıyacak olan özel mekanlarda bu yemekler pişirilmeli, bu yemeklerin yöreye nereden, nasıl ve niçin geldikleri araştırılmalı ve bu araştırma sonuçları yemek tarifleri ile birlikte kitap haline getirilmelidir. Bu kitapların birleşmesiyle oluşacak gastronomi ansiklopedisi, Türkiye'nin kültür geçmişini ve çeşitliliğini gözler önüne seren önemli bir eser olacaktır. Bu iş, yöre lokantalarına bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Bu arada yöre lokantalarını, yerel yemek sunmadıkları için eleştirmek büyük haksızlık olur. Onların işi, pişirdikleri yemekleri paraya çevirip geçimlerini sağlamaktır. Onun için bu iş, daha çok yerel yönetimlerin sorumluluğundadır. Bunun iki güzel örneği, Bartın Belediyesi’nin işlettiği “Bartın Evi” ile Seferihisar Belediyesinin işlettiği “Sefertası Lokantası”dır.
Birçok “ciddi” insan, yeme-içme konularını hafife almakta, bu işlerle uğraşanlara “burun kıvırmaktadırlar.” Oysa, yeme-içme alışkanlıklarının incelenmesi, yörenin kültürünü çözümlemede önemli rol oynamaktadır. Antropolojik açıdan insanların en eski alışkanlıklarının başında yemek gelir. Kutsal kitaplarda bile yeme-içme konuları geniş olarak işlenir. Öneriler getirilir, yasaklar sıralanır. İzin verilen veya yasaklanan yiyeceklerin irdelenmesi ile o dönemle ilgili birçok bilgiye ulaşılabilir... Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Çatalhöyük'te uzun yıllar kazı yapan İngiliz Arkeolog İan Hodder, bulduğu yemek çanaklarındaki kalıntıları analiz ederek, o dönemin yaşamı hakkında önemli ipuçları elde etmiştir. Keza Kral Midas'ın mezarından çıkartılan yemek taslarının içindeki kırıntılarının kimyasal analizi, o dönemin yeme-içme alışkanlığı, buradan yola çıkarak üretim biçimleri, ekonomisi hakkında ayrıntılı bilgiler sunmuştur.
Yeme içmenin tarihi konusunda, bugüne kadar binlerce ciltlik kitap yazılmıştır. Birçok Antik Çağ ozanı, eserlerinde bu konuyu işlemiştir. Örneğin Homeros, "Odysseia"da yemeğin önemini şöyle dile getirir:
"Ne zaman ki tüm insanlar arasında mutluluk vardır, ne zaman ki evlerde sıra sıra oturan konuklar, yanı başlarındaki masalar ekmek ve et doluyken bir ozanı dinleyebilir ve bir saki ağzına kadar dolu kaselerden şarap getirip onların kadehlerini doldurur; bu benim gönlüme göre en iyisidir..."
Konuya etnografya merceğinden bakan birçok yazar, kitaplarında özgül, kapalı çevrelerde, toplumsal ilişkilerin yeme-içmeye nasıl yansıdığını ve yeme-içme yoluyla nasıl dışa vurulduğunu irdeler. Birçok antropolog, kültürler arası geçişmeleri, yemek ve yemek kültürleri arasındaki hareketleri inceleyerek çözümler.
Tarihçi Bert Fragner, yemeklerin ve yemek yapma yöntemlerinde siyasetin ana belirleyici etmen olduğu konusunda şunları söylüyor:
"Yiyeceklerin bir yerden diğerine aktarılması ve benimsenmesinde gözlenen yoğunluk ve özellikler, büyük ölçüde siyasal yapılanmalara bağlıdır. Beslenme ve yemek pişirmede yaygın biçem ve gelenekleri, siyasetin etkilediği açıkça görülmektedir. Belirli mutfak göreneklerinin geçişmesi bir tarihçi için, belirli bir bölgede toplum katları arasında siyasi gücün dağılımının göstergesi bile olabilir..."
Tabii ki pişiririm ama usta bir şef olan eşim yüzünden bu yeteneğimi pek kullanamıyorum. Yemek yapma konusunda teorik bilgilerim oldukça fazladır. Ama iş bunları pratiğe dökmeye gelince biraz duraklarım.
Mutfağa girmek, beni çok dinlendirir, özellikle de beynimi. Malzemelerle konuşurum. Kendime talimatlar veririm. Daha ince doğra, tavaya yağı koy, sarımsakları döv, soğanları iyice kavur, biberi kararında serp…
Mutfak beni dış dünyadan uzaklaştırır. Koklarım, dokunurum, tadarım. O an müzik dinlerim, bir iki kadeh şarap içerim. En mutlu olduğum anlardır. Mutfak malzemelerini mümkün olduğu kadar az kullanırım. Malzemeleri elimle tutmak çok hoşuma gider. Kestiğim soğanın nasıl gıcırdadığını, havucun çıtır çıtır çıkardığı sesi, patlıcanın kaygan kabuklarını, her şeyi hissetmek isterim.
Lezzetin sadece malzemelerle oluşmadığını bilmenizi isterim. Yemeği yapan, ona sevgisini de katmazsa o yemek hiçbir zaman lezzetli olmaz. Tabii ki bir de sizin o yemeğe verdiğiniz değer de çok önemlidir. Ona ne kadar kıymet verirseniz lezzet de o oranda artar.
Ünlü bestekar Rossini’ye yaşadığı üç hayal kırıklığını sormuşlar. Usta şöyle sıralamış: Sevil Berberi operam yuhalandığında, soprano aryayı yanlış tonda söylediğinde bir de elimde tuttuğum yer mantarıyla tatlandırılmış bir piliç butu Como Gölü’ne düştüğünde.
Mehmet Yaşin yazdı: Kendimle röportaj
Mehmet Yaşin kimdir?Mehmet Yaşin 1950 yılında Ankara'da doğdu. Üniversitede sosyoloji öğrenimi gördükten sonra 1970'li yılların başında gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazetelerde muhabir, editör, yazı işleri müdürü ve yayın yönetmeni olarak çalıştı. Gezi ve keşif dergisi Atlas'ı çıkardı. Daha sonra Hürriyet Dergi Grubu Genel Müdürlüğü görevini üstlendi. Televizyon kanalları için belgeseller hazırladı. Daha sonra kurucusu olduğu Doğan Kitap'ı beş yıl boyunca Genel Müdür olarak yönetti. Hürriyet gazetesinde gezi yazıları, çok sayıda dergide yeme-içme üzerine yazılar kaleme aldı, CNNTürk'te hazırlayıp sunduğu 'Lezzet Durakları' programı büyük beğeni topladı. Yemek ve mutfak üzerine yazılar yazmayı, Atlas dergisi için çıktığı gezilerde gittiği yerlerin yemeklerini de keşfetmeye başlamasına bağlayan Yaşin, "Keşfetmek duygusundan hareketle mutfakları araştırmaya başladım. Yemeğin o yörenin, ülkenin kültürünü anlamak için en iyi araç olduğunu fark ettiğimden beri, mutfaklardan çıkmaz oldum. Yemek için kullanılan malzemeler, pişirme teknikleri, yemeklerin öyküleri derken mutfak vazgeçemediğim ilgi alanı oldu" diyor ve ekliyor: "Gittiğim ülkeleri anlatırken, yemeğe değinmeyince yazımın yarım kaldığını gördüm. Bir de belki benim önerimle o coğrafyalara gidecek insanlara yardımcı olabilirim duygusu beni yemek yazmaya itti. Ben yemeğin nasıl yapılacağından çok nasıl yapıldığı ile ilgilendim. Yemeğin öyküsü daha çok ilgimi çekti. Yemeğin tarihi merakımı uyandırdı. Okudum, sordum, soruşturdum, biriktirdim. Tüm bu bilgileri kendime saklamanın haksızlık olacağını düşündüm. Benim gibi yemeğin peşinde koşturanlarla paylaşma duygusu ağır basınca yemek yazılarına başladım." Yayımlanmış kitapları 'Lezzet Durakları', 'Yemek Sırları', 'İstanbul Lezzetleri', 'Uzakname', 'Yakınname' (Doğan Kitap) ve 'Yumurta Nasıl Kırılır?' (Remzi Kitabevi) adlı kitapları yayımlandı. |
Malt viskiyle Teoman’ın, Levent’teki pubında tanıştım. Oradaki tadım seanslarında malt viski içmenin inceliklerini öğrendim. Tadının, renginin ve kokunun nüanslarının nasıl olması gerektiğini kavradım. Bu çok özel viskiyi tanıdıkça bir malt tutkunu oldum
Özgür Özel'in “Erdoğan’la değil anayasa, menemen bile yapmam” sözü topu bizim sahaya düşürdü ve bu hafta menemen pişireceğiz!
"Sabahçı" modasının öncüleri, kararında içilecek bir iki kadeh sabah içkisinin güne neşe kattığını, insanı canlandırdığını, daha enerjik yaptığını iddia ediyorlar. Öte yandan tıp çevreleri, sabah içkisinin alkolizm belasını körükleyeceğini belirtiyorlar.
© Tüm hakları saklıdır.